MEB liselerde yeni bir düzenlemeye gidiyor. Bugün var olan sistemde lise öğrencileri en çok üç dersten başarısız olduklarında "ortalama yükseltme" sınavına girebilme hakkını elde edebiliyordu. Yeni düzenlemeyle beraber öğrenci kaç dersten başarısız olursa olsun, o derslerden sınava girme hakkını elde edecek; hatta ve hatta bu sınavlarda başarılı olamasa dahi bir üst sınıfa devam edebilme hakkına sahip olacak. Bir de sınırlama getirilmiş güya. Yani öğrencinin başarısız olabileceği ders sayısı 6 ile sınırlandırılmış.
Bilgi çağında, iletişim kolaylığının üst düzeyde olduğu bir dönemde, MEB’ in toplumla ve yayın organları ile arasında kurduğu iletişim hattından öğreniyoruz bunları. Belki, MEB de ne yapacağını bilmiyor. Bir şekilde basın yoluyla doğru yada yanlış topluma aksettirilmesi sağlanarak bir nevi nabız yoklaması yapılıyor böylece. Tabii MEB’ in yapmayı düşündüğü bu türden düzenlemeleri eğitim fakülteleriyle paylaşmak, onların fikir ve görüşlerini almak gibi bir alışkanlığı yok. Ortaya bazı fikirler atılacak, gelen tepkilere göre yön verilecek. Ne mantıklı bir uygulama yöntemi değil mi? Ve ne yazık ki bu yöntemi MEB gibi bir kurum uyguluyor. Yazık bizlere.
Düşünülen düzenlemede, öğrenci başarısız olduğu dersleri 4 yıl içinde düzeltemezse, öğrenciye 1-2 yıl daha ek süre verilecek belki de öğrencinin sınırsız sınav hakkı olacak. Aslına bakarsanız ilk bakıldığında olumlu bir karar gibi görünüyor: Liseye giden öğrenci yıl kaybına uğramadan tüm sınıfları okumuş olacak; sınırsız sınav hakkı verilirse, eninde sonunda (tabii isterse) lise diplomasına kavuşacağı düşüncesi geliyor insanın aklına.
Oysa durum aslında hiç de öyle değildir. Başarısızlığa prim verilerek ve toplumun gözünü boyanarak sağlıklı çözümlere ulaşmak asla mümkün değildir. Bu düzenlemenin pek çok sakıncası bulunmaktadır. Konu gündeme geldiğinde mikrofon uzatılan lise öğürencileri, "Bu uygulama öğrenciyi tembelliğe iter; bu uygulama başarısızlığa yol açar; ilk sınıflarda başarısız olan öğrencinin üst sınıflarda başarılı olması çok zor; bu uygulama okullardaki disiplin sorunlarının artmasına neden olur" şeklinde yanıtlar verdiler. Bunlar öğrencilerin gördükleri sakıncalar. Tabii başka sakıncalar da söz konusudur aslında. Öğretmenin iş yükü artar, yaz tatili zehir olur, üstelik hak ettiği ek ders ücretini de alamaz. Katlanacak iş yükünden bezginliğe düşen öğretmen, öğrencinin başarısız sayılmaması için yada başarısız olan öğrenciden kurtulmak adına hiç de istemeyeceği yolları deneme yoluna gidebilir.
Eğitim bakanı bir "eğitimci" değil, bu olumsuzlukları nereden bilecek diyerek bakanı savunanlar çıkabilir. Ancak, bu bakanın hiç mi danışmanı yok? Bu tür düzenlemeleri akıl eden,düşünen (!) bakan değilse bile, bakanlık bürokratları değil midir? Peki bu bürokratlar öğrencilerin dahi hemen sıraladıkları bu sakıncaları bilmiyorlar mı yada düşünemiyorlar mı? Yetkililerin öğrenci kadar düşünemeyeceğini kabul edemeyeceğimize göre, bunların amaçlarının başka olduğu gibi bir şey çıkıyor ortaya.
AKP' nin MEB' i, ilköğretimin son sınıfında okuyan öğrencilere, ilk dönem başarılı olduklarında ikinci dönem okula devam etmeme izni vermişti. İkinci yarıyıl iznini daha çok kim kullanır, köylü-dar gelirli çocuğu mu, kentli-varlıklı aile çocuğu mu? İlköğretimde yaptıkları bir başka düzenlemeyle SBS' yi getirip bu sınavlarda İngilizce soru sorulmasını da benimsemişti. İngilizce’de başarısız olma olasılığı yüksek olan çocuklar, İngilizce öğretmeni yetersiz olan okullarda okuyan çocuklarla özel ders alamayan yada özel dershaneye gidemeyen çocuklar değil midir? Zorunlu eğitimi 9/10 yıla çıkarmak yerine liseler 4 yıla çıkarılmıştı. Süre zorunlu olarak uzatılmadığında, kimlerin okula gitmeyeceği/gidemeyeceği belli değil midir? Bu uygulamaların temel anlamı ne idi ise, sınıfta kalmanın kaldırılmasının da temel anlamı odur. Yani yoksulların, dar gelirlilerin ve öğrenim düzeyi sınırlı olup çocuğu ile ilgilenemeyen kesimlerin çocuklarını sistem dışına itmek.
Varlıklı yada eğitimli aile çocuğunun "Nasılsa kalma yok" diyerek tembelleşme olasılığı ya da şansı var mı? Bu nitelikteki aileler ne yapar eder, sık sık okula gider ve çocuğunu takipçisi olur, özel hocalar tutar, özel dershaneye gönderir, çocuğunun çalışkan öğrencilerle arkadaşlık kurmasını sağlar, tembelleşmeyi engeller. Köylü, işsiz, asgari ücretle çalışan, yoksul, dar gelirli yada örgün eğitimden yeterince yararlanamamış aile çocuklarına, aile sahip çıkabilir mi, okullarda bu tür çocuklara sahip çıkacak olanaklar ve süreçler var mıdır? Kaç lisede rehber öğretmen var ve kaç öğrenciye bir rehber düşüyor?
Liseye kadar gelmiş öğrencinin öğrenme güçlüğü içinde olacağı düşünülemez bile. Lisede başarısızlığın nedenini çocuğun yeteneğine bağlamak da anlamsız. Lisede başarısızlığın nedeni, ilköğretimden zayıf gelmek olduğuna göre, suç çocukta mı, MEB' de mi? Lisede karşılaşılan başarısızlığın nedenlerini bulup öğrenciye yardımcı olmak ve onu başarıya yönlendirmek MEB' in ve okulun görevleri içine değil midir? Öyledir ama bu görevler unutulmuş, başka şeylerle uğraşılır olunmuş maalesef.
ÖSYM başkanı geçenlerde 2006 ÖSS' de 750 bin kadar lise mezunu öğrencinin [15-(8-3)=?] işlemini yapamadığı gerçeğini açıklamıştı. Sınıf geçmenin kolaylaştırılması durumunda bu işlemi doğru olarak çözeceklerin sayısının artmasını mı planlıyorlar acaba, yoksa daha da azalmasını mı?
Aslında bu düzenleme ile yapılmak istenen şey çok açıktır. MEB, öğrenciyi başarısızlığa iten nedenleri gidermek için çalışacağına, asli görevini boşlayıp sahipsiz olan öğrencinin sistem dışına itilmesini sağlamaya çalışıyor. Sistem dışına itilenlere de büyük olasılıkla cemaatler sahip çıkacak ve böylece de, bir taşla iki kuş vurulmuş olacak. Ne ince bir düşünce değil mi? Ancak görünen odur ki işin özü budur.
ARZU KÖK
29 Mayıs 2008 Perşembe
26 Mayıs 2008 Pazartesi
ÇEVRECİ BAKAN VE TURİZM TEŞVİK KANUNU
Turizm Teşvik Kanunundaki değişiklikler TBMM’den geçti. Bu yasaya göre orman alanları rahatlıkla turizme tahsis edilebilecek. Bu yasa çerçevesinde tahsisi düşünülen yerler arasında ise özellikle Bodrum ve Antalya’da ki bakir koylar dikkati çekiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda hazırlanan listeye göre çoğu da orman arazisi olan en az 8,7 milyon metrekare alan turizme açılacak.
Bu yasaya doğal olarak ilk karşı çıkanlar ise çevreciler oldu. Çünkü ormanların orman olarak kalması her yönden kamu ve toplum yararına olan bir şeydir ki bu yönde bir Anayasa Mahkemesi kararı da mevcuttur. Ancak bu karara rağmen yeni yasa ormanların turizme tahsislerinin önünü açıyor. Atılan bu adım ise aslında turizmi teşvik değil baltalamaktır. Zira tahsise açılması düşünülen bakir koylar daha çok mavi yolculuğun uğrak yerleri ve dünyanın hiçbir yerinde böyle bir mavi yolculuk yok. Sadece mavi yolculuk yapmak adına bile ülkemize gelen turistler mevcut. Durum böyle iken o alanların oteller için ayrılması ne gibi bir teşvik olacak anlamadık doğrusu.
Çevrecilerin itirazlarını cevaplayan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ a göre endişeler yersiz. Günay “Asıl çevreci benim” diyor konuşmasında ama orman katliamına izin verecek olan yasayı da sonuna kadar savunuyor. Turizm teşvik edilmeliymiş. Evet turizm teşvik edilmeli. Ancak Ege ve Güney sahillerimizin böyle bir teşviğe ihtiyacı yok ki. Zaten en son teşvik edilen MNG’nin kıyılarımıza ne yaptığını da gördük hep beraber. Yeni teşviklerle ormanlarımızın ne hale geleceğini sanırız en güzel bu MNG örneği gösteriyor bizlere.
Turizm teşvik edilmeli. Ama teşvik, İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu için yapılmalı. Oraların turizme açılması için yapılmalı. Kültürel ve tarihi miraslarımızı dünya milletleri ile paylaşma şansının arttırılması için kullanılmalı, ormanlarımızın katli için değil. Zaten her yıl orman yangınları sayesinde hektarlarca ormanımız kül olmaktadır. Yapılması gereken şey bu ormanların yeniden canlandırılması olması gerekirken orman katliamına seyirci kalmak nasıl bir çevreciliktir sayın Günay?
Çevreci olmak doğanın katliamına destek olmak değildir. Çevreci olmak gelebilecek her türlü zararın karşısında olmaktır. Bu anlamda bu yasaya destek olup savunanlar lütfen çıkıp da “asıl çevreci benim” diyerek dolanmasınlar ortalarda.
ARZU KÖK
Bu yasaya doğal olarak ilk karşı çıkanlar ise çevreciler oldu. Çünkü ormanların orman olarak kalması her yönden kamu ve toplum yararına olan bir şeydir ki bu yönde bir Anayasa Mahkemesi kararı da mevcuttur. Ancak bu karara rağmen yeni yasa ormanların turizme tahsislerinin önünü açıyor. Atılan bu adım ise aslında turizmi teşvik değil baltalamaktır. Zira tahsise açılması düşünülen bakir koylar daha çok mavi yolculuğun uğrak yerleri ve dünyanın hiçbir yerinde böyle bir mavi yolculuk yok. Sadece mavi yolculuk yapmak adına bile ülkemize gelen turistler mevcut. Durum böyle iken o alanların oteller için ayrılması ne gibi bir teşvik olacak anlamadık doğrusu.
Çevrecilerin itirazlarını cevaplayan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ a göre endişeler yersiz. Günay “Asıl çevreci benim” diyor konuşmasında ama orman katliamına izin verecek olan yasayı da sonuna kadar savunuyor. Turizm teşvik edilmeliymiş. Evet turizm teşvik edilmeli. Ancak Ege ve Güney sahillerimizin böyle bir teşviğe ihtiyacı yok ki. Zaten en son teşvik edilen MNG’nin kıyılarımıza ne yaptığını da gördük hep beraber. Yeni teşviklerle ormanlarımızın ne hale geleceğini sanırız en güzel bu MNG örneği gösteriyor bizlere.
Turizm teşvik edilmeli. Ama teşvik, İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu için yapılmalı. Oraların turizme açılması için yapılmalı. Kültürel ve tarihi miraslarımızı dünya milletleri ile paylaşma şansının arttırılması için kullanılmalı, ormanlarımızın katli için değil. Zaten her yıl orman yangınları sayesinde hektarlarca ormanımız kül olmaktadır. Yapılması gereken şey bu ormanların yeniden canlandırılması olması gerekirken orman katliamına seyirci kalmak nasıl bir çevreciliktir sayın Günay?
Çevreci olmak doğanın katliamına destek olmak değildir. Çevreci olmak gelebilecek her türlü zararın karşısında olmaktır. Bu anlamda bu yasaya destek olup savunanlar lütfen çıkıp da “asıl çevreci benim” diyerek dolanmasınlar ortalarda.
ARZU KÖK
22 Mayıs 2008 Perşembe
IMF VE HALKINI ÇOK DÜŞÜNEN HÜKÜMET!...
Türkiye, 19. stand-by anlaşmasını tamamladığı IMF ile “Program Sonrası İzleme” sürecine geçti. IMF’ye borcu olan ülkelerin mali durumlarının izlenmesi ilkesine dayanan bu sistem, olası yeni bir stand-by anlaşması sürecinden bağımsız olarak işleyecek. Yani Türkiye verdiği sözleri tutup tutmadığı yolunda incelenecek. Sonra da buna göre kredi kullanmasına izin verilip verilmeyeceği kararlaştırılacak.
Türkiye, IMF ile anlaşmayı; harcamaları kısma, personel alımını ve maaşları düşük tutma, özelleştirme yapma, elektriğe otomatik zam sözleri ile tamamladı. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz imzası ile IMF’ye sunulan niyet mektubunda yeni döneme ilişkin sözler verildi. Taahhütler ve taleplerden bazıları şöyle: - Ayakta tedavi hizmetlerinden, hizmet basamağına göre artan oranlarda farklılaştırılmış katkı payı alınmasına ilişkin duyuru yakın zamanda yapılacaktır. Katkı payları birinci basamak sağlık hizmetleri için 0 ila 2 YTL aralığında, ikinci basamak sağlık hizmetleri için 5 ila 10 YTL aralığında ve üçüncü basamak sağlık hizmetleri için de 8 ila 10 YTL aralığında olacaktır. - Sektörel vergi indirimlerinden ve kamu maliyesinin saydamlığına ve mali disipline zarar verecek bütçe dışı fon tesis edilmesi uygulamasından kaçınılacaktır. - Sosyal güvenlik reformu, ekim ayında yürürlüğe girecek. Yeni yasanın yürürlüğe girmesi öncesinde, emekli maaşlarında yapılacak ayarlamaların yeni Kanunda yer alan endeksleme katsayılarının öngördüğü artış oranlarını aşmaması temin edilecektir. İstihdamın ve ücret politikalarındaki değişikliklerin daha etkin bir biçimde izlenmesi yoluyla personel harcamaları toplam kamu harcamaları içerisindeki payını azaltacak bir kamu personel reformu yapılacak. Elektrikte otomatik fiyatlandırma sistemi 1 Temmuz 2008 tarihinde yürürlüğe girecek. - Çeşitli banka varlıkları için belirlenen risk ağırlıkları yakın zamanda BDDK tarafından açıklanacak. Halkbank’ın yüzde 24’ü için ikincil halka arz yapılacak.
Ne güzel taahhütler değil mi? ATO geçenlerde bir açlık ve yoksulluk araştırması yaptırdı. Bu araştırmanın sonucuna göre ise nüfusu 70 milyon Türkiye’de 11 milyon kişi aç yaşıyor ve 53 milyon kişi yoksulluk sınırında yaşıyor. Durum böyleyken hükümetimiz hala IMF’ye verdiği sözler arasına zaten düşük olan maaşların düşürülmesi yönünde sözler veriyor. Halihazırda yüksek meblağlar halinde ödenmekte olan elektrik faturalarını otomatik zamma bağlıyor. Halkın olmazsa olmaz sağlık harcamalarını arttırıyor. Görünüşe göre artık muayene olmak isteyen vatandaş minimum 2 YTL’yi gözden çıkaracak. Aksi taktirde muayenesi bile yapılmayacak. Yani parası olmayan ölsün denilecek.
Bu tedbirleri ne güzel de halkınızı düşünerek hazırlamışsınız sevgili iktidarımız(!). Haklısınız! Türk halkının yarısından çoğu yoksulluk sınırında yaşıyormuş kime ne. İnsanlarımızın büyük bir çoğunluğu açmış kim takar. Hastalanmasın efendim. Eğer kazara hastalanırda muayene olmak isterse parasını hazırlasın efendim yada hiç gelmesin hastaneye. Ölüp gitsin evinde. Elbet bulunur cenazesini kaldıracak. Ne diyelim haklısınız sevgili hükümetimiz.
Yalnız bu kadar çok düşünceli olmayın sevgili hükümetimiz. Yazık size ki hergün oturup bu halk için daha ne yapabiliriz diye düşünüp kafa yorduğunuz için. Kıyamayız biz size(!). Siz hiç yorulmayın ve bırakın bu işleri en iyisi…
ARZU KÖK
Türkiye, IMF ile anlaşmayı; harcamaları kısma, personel alımını ve maaşları düşük tutma, özelleştirme yapma, elektriğe otomatik zam sözleri ile tamamladı. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz imzası ile IMF’ye sunulan niyet mektubunda yeni döneme ilişkin sözler verildi. Taahhütler ve taleplerden bazıları şöyle: - Ayakta tedavi hizmetlerinden, hizmet basamağına göre artan oranlarda farklılaştırılmış katkı payı alınmasına ilişkin duyuru yakın zamanda yapılacaktır. Katkı payları birinci basamak sağlık hizmetleri için 0 ila 2 YTL aralığında, ikinci basamak sağlık hizmetleri için 5 ila 10 YTL aralığında ve üçüncü basamak sağlık hizmetleri için de 8 ila 10 YTL aralığında olacaktır. - Sektörel vergi indirimlerinden ve kamu maliyesinin saydamlığına ve mali disipline zarar verecek bütçe dışı fon tesis edilmesi uygulamasından kaçınılacaktır. - Sosyal güvenlik reformu, ekim ayında yürürlüğe girecek. Yeni yasanın yürürlüğe girmesi öncesinde, emekli maaşlarında yapılacak ayarlamaların yeni Kanunda yer alan endeksleme katsayılarının öngördüğü artış oranlarını aşmaması temin edilecektir. İstihdamın ve ücret politikalarındaki değişikliklerin daha etkin bir biçimde izlenmesi yoluyla personel harcamaları toplam kamu harcamaları içerisindeki payını azaltacak bir kamu personel reformu yapılacak. Elektrikte otomatik fiyatlandırma sistemi 1 Temmuz 2008 tarihinde yürürlüğe girecek. - Çeşitli banka varlıkları için belirlenen risk ağırlıkları yakın zamanda BDDK tarafından açıklanacak. Halkbank’ın yüzde 24’ü için ikincil halka arz yapılacak.
Ne güzel taahhütler değil mi? ATO geçenlerde bir açlık ve yoksulluk araştırması yaptırdı. Bu araştırmanın sonucuna göre ise nüfusu 70 milyon Türkiye’de 11 milyon kişi aç yaşıyor ve 53 milyon kişi yoksulluk sınırında yaşıyor. Durum böyleyken hükümetimiz hala IMF’ye verdiği sözler arasına zaten düşük olan maaşların düşürülmesi yönünde sözler veriyor. Halihazırda yüksek meblağlar halinde ödenmekte olan elektrik faturalarını otomatik zamma bağlıyor. Halkın olmazsa olmaz sağlık harcamalarını arttırıyor. Görünüşe göre artık muayene olmak isteyen vatandaş minimum 2 YTL’yi gözden çıkaracak. Aksi taktirde muayenesi bile yapılmayacak. Yani parası olmayan ölsün denilecek.
Bu tedbirleri ne güzel de halkınızı düşünerek hazırlamışsınız sevgili iktidarımız(!). Haklısınız! Türk halkının yarısından çoğu yoksulluk sınırında yaşıyormuş kime ne. İnsanlarımızın büyük bir çoğunluğu açmış kim takar. Hastalanmasın efendim. Eğer kazara hastalanırda muayene olmak isterse parasını hazırlasın efendim yada hiç gelmesin hastaneye. Ölüp gitsin evinde. Elbet bulunur cenazesini kaldıracak. Ne diyelim haklısınız sevgili hükümetimiz.
Yalnız bu kadar çok düşünceli olmayın sevgili hükümetimiz. Yazık size ki hergün oturup bu halk için daha ne yapabiliriz diye düşünüp kafa yorduğunuz için. Kıyamayız biz size(!). Siz hiç yorulmayın ve bırakın bu işleri en iyisi…
ARZU KÖK
ERKEK EGEMEN POLİTİKALAR VE TECAVÜZ...
Danimarka' dan bisikletiyle tek başına yola çıkarak Türkiye'ye gelen ve Kapadokya' ya gitmeyi planlayan kadın turiste, Yozgat'ın Sorgun İlçesi yakınlarında mola verdiği bir çeşmenin başında tecavüz edildi. Tecavüz ettikleri iddia edilenler ise tutuklandı.
Bilindiği gibi bir süre önce de İtalyan sanatçı Pippa Bacca’ ya da önce tecavüz edilmiş, sonrada öldürülmüştü. Pippa “Gelinler Yolda” isimli bir projeyle dünyada barış için otostopla Beyrut’a kadar ulaşmayı hedeflemişti. Ancak bu yolculuğu Türkiye’de hem de acı bir sonla noktalandı. Gebze’de otostop yaparak bindiği kamyonun şoförü tarafından önce tecavüze uğradı sonra da öldürüldü ve ilginçtir ki fotoğraf makinesindeki son kare fotoğrafta tecavüzcüsünün resmi vardı. Pippa’ nın sonunu getirende, Danimarkalı turiste tecavüz edilmesinin altında da aslında asıl suç bu coğrafyada yerleşmiş bir zihniyet. Bir çok kamyonun üzerinde asılı duran, kadife kırmızı zeminin üzerine yazılı “ya benimsin ya kara toprağın” zihniyeti…
Tecavüzleri ve bu yolda ölümlerin sonunu hazırlayan, bu ülkedeki toplumsal cinsiyet politikaları, erkek egemen iktidarın ta kendisi. Bu sadece iktidarın bir tecavüzcü olarak vücut bulması… Pippa elbetteki bu riski bilerek çıktı yola üzerinde saflığı, barışı, masumiyeti simgeleyen gelinliğiyle… ancak üzerinden geçmeyi düşündüğü coğrafya tecavüzcüsüyle üstelik gelinlik giydirilerek evlendirildiği bir kadınların ülkesiydi.
Aile içi şiddetin meşru sayıldığı, kadının karakola kocasını şikayet etmek için gittiğinde tıpış tıpış polis tarafından evine gönderildiği, ailesi tarafından “kocandır,döver de, sever de” diye geri yollanıp kocası tarafından öldürüldüğü kadınların ülkesiydi. Sokakta gündüz vakti fiziksel ve cinsel tacize maruz kalan kadınların ülkesiydi.
Üzerinden geçmeyi düşündükleri coğrafya, amcasının oğlu tarafından tecavüze uğramış, bunun sonucunda da hamile kaldığında ağabeyleri tarafından öldürülen kadınların ülkesiydi. Başbakan’ının kadınlar gününde her kadının üç çocuk yapmasını öğütlediği, kadının eve kapatılma politikalarıyla, yeni sosyal güvenlik yasalarıyla kıstırıldığı, annelik ve karılık kavramlarıyla kutsandığı, namus kavramıyla da boğazlandıkları bir coğrafyaydı.
Üzerinden geçmeyi düşündükleri coğrafya, yılbaşında kameralar önünde, turist kadınları uluorta taciz eden erkekleri beş kuruş karşılığında serbest bırakan yetkililerin yaşadığı bir coğrafyaydı. Ülke sevgisini “ya sev ya terk et”, aşklarını tehdit, şiddet, mülkiyet ilişkileri üzerinden ifade eden, bebeklerden katil, tecavüzcü, işkenceci yaratan bir karanlığın olduğu bir coğrafyaydı.
Bir gelinlik giymişti Pippa. Ancak damatsız bir gelin, gerçekten bu ülkede masumiyet, saflık ve barış simgeleriyle mi yüklüydü? Damatsız gelin, “baba otoritesine, mahalle baskısına, koca iktidarına, zorla evlendirilmeye” kısacası “erk”e bir başkaldırış değil midir bu coğrafyada? Toplumsal cinsiyet politikaları evlenmeyi, baba, koca, amca, abi, mahalle ve devlet tarafından kadının sahiplenilmesini kutsarken, damatsız gelin bu coğrafyada tacizi hak eden olarak görülür. Gece sokağa çıkan, başı açık, baldırı açık, kadınlar, yılbaşı gecesi Taksim’e çıkma cesareti gösterenler, başka ülkelere turistik yada sanatsal niyetlerle seyahat edenler, okulda, pazarda, toplu taşım araçlarında, işyerlerinde, kısacası kamusal alanda varız deme cesareti gösteren tüm kadınlar tecavüzü hak etmiştir bu coğrafyada. Erkekliklerini ispata çalışanlarla dolu bir coğrafya burası.
Erkekliğin ise ispatı güçtür. Hem mecaz hem de gerçek anlamda. İspat etmek güç olunca da bunu cebirle ilan yoluna gidiyor. Sonuç düz bir vahşet, kuru gürültü ve suçluluk. Bu ise telafisi olmayan bir durum. Böyle giderse ülkemize hiçbir kadın ayak basmayacak. Ülkemizin adı sürekli bu tür çirkinliklerle lekelenecek. Artık ya bir şeylerin baştan değişmesi lazım yada her şeyi olduğu kabullenip oturmak. Tabii mümkünse…
Son yapılan araştırmalara göre erkek nesli tükenmeye başlamış. Ne dersiniz tüm bunların yaşandığı bir coğrafyada arkalarından ağlayan olur mu?...
ARZU KÖK
Bilindiği gibi bir süre önce de İtalyan sanatçı Pippa Bacca’ ya da önce tecavüz edilmiş, sonrada öldürülmüştü. Pippa “Gelinler Yolda” isimli bir projeyle dünyada barış için otostopla Beyrut’a kadar ulaşmayı hedeflemişti. Ancak bu yolculuğu Türkiye’de hem de acı bir sonla noktalandı. Gebze’de otostop yaparak bindiği kamyonun şoförü tarafından önce tecavüze uğradı sonra da öldürüldü ve ilginçtir ki fotoğraf makinesindeki son kare fotoğrafta tecavüzcüsünün resmi vardı. Pippa’ nın sonunu getirende, Danimarkalı turiste tecavüz edilmesinin altında da aslında asıl suç bu coğrafyada yerleşmiş bir zihniyet. Bir çok kamyonun üzerinde asılı duran, kadife kırmızı zeminin üzerine yazılı “ya benimsin ya kara toprağın” zihniyeti…
Tecavüzleri ve bu yolda ölümlerin sonunu hazırlayan, bu ülkedeki toplumsal cinsiyet politikaları, erkek egemen iktidarın ta kendisi. Bu sadece iktidarın bir tecavüzcü olarak vücut bulması… Pippa elbetteki bu riski bilerek çıktı yola üzerinde saflığı, barışı, masumiyeti simgeleyen gelinliğiyle… ancak üzerinden geçmeyi düşündüğü coğrafya tecavüzcüsüyle üstelik gelinlik giydirilerek evlendirildiği bir kadınların ülkesiydi.
Aile içi şiddetin meşru sayıldığı, kadının karakola kocasını şikayet etmek için gittiğinde tıpış tıpış polis tarafından evine gönderildiği, ailesi tarafından “kocandır,döver de, sever de” diye geri yollanıp kocası tarafından öldürüldüğü kadınların ülkesiydi. Sokakta gündüz vakti fiziksel ve cinsel tacize maruz kalan kadınların ülkesiydi.
Üzerinden geçmeyi düşündükleri coğrafya, amcasının oğlu tarafından tecavüze uğramış, bunun sonucunda da hamile kaldığında ağabeyleri tarafından öldürülen kadınların ülkesiydi. Başbakan’ının kadınlar gününde her kadının üç çocuk yapmasını öğütlediği, kadının eve kapatılma politikalarıyla, yeni sosyal güvenlik yasalarıyla kıstırıldığı, annelik ve karılık kavramlarıyla kutsandığı, namus kavramıyla da boğazlandıkları bir coğrafyaydı.
Üzerinden geçmeyi düşündükleri coğrafya, yılbaşında kameralar önünde, turist kadınları uluorta taciz eden erkekleri beş kuruş karşılığında serbest bırakan yetkililerin yaşadığı bir coğrafyaydı. Ülke sevgisini “ya sev ya terk et”, aşklarını tehdit, şiddet, mülkiyet ilişkileri üzerinden ifade eden, bebeklerden katil, tecavüzcü, işkenceci yaratan bir karanlığın olduğu bir coğrafyaydı.
Bir gelinlik giymişti Pippa. Ancak damatsız bir gelin, gerçekten bu ülkede masumiyet, saflık ve barış simgeleriyle mi yüklüydü? Damatsız gelin, “baba otoritesine, mahalle baskısına, koca iktidarına, zorla evlendirilmeye” kısacası “erk”e bir başkaldırış değil midir bu coğrafyada? Toplumsal cinsiyet politikaları evlenmeyi, baba, koca, amca, abi, mahalle ve devlet tarafından kadının sahiplenilmesini kutsarken, damatsız gelin bu coğrafyada tacizi hak eden olarak görülür. Gece sokağa çıkan, başı açık, baldırı açık, kadınlar, yılbaşı gecesi Taksim’e çıkma cesareti gösterenler, başka ülkelere turistik yada sanatsal niyetlerle seyahat edenler, okulda, pazarda, toplu taşım araçlarında, işyerlerinde, kısacası kamusal alanda varız deme cesareti gösteren tüm kadınlar tecavüzü hak etmiştir bu coğrafyada. Erkekliklerini ispata çalışanlarla dolu bir coğrafya burası.
Erkekliğin ise ispatı güçtür. Hem mecaz hem de gerçek anlamda. İspat etmek güç olunca da bunu cebirle ilan yoluna gidiyor. Sonuç düz bir vahşet, kuru gürültü ve suçluluk. Bu ise telafisi olmayan bir durum. Böyle giderse ülkemize hiçbir kadın ayak basmayacak. Ülkemizin adı sürekli bu tür çirkinliklerle lekelenecek. Artık ya bir şeylerin baştan değişmesi lazım yada her şeyi olduğu kabullenip oturmak. Tabii mümkünse…
Son yapılan araştırmalara göre erkek nesli tükenmeye başlamış. Ne dersiniz tüm bunların yaşandığı bir coğrafyada arkalarından ağlayan olur mu?...
ARZU KÖK
BUGÜN 19 MAYIS
BUGÜN 19 Mayıs... Mustafa Kemal'in Anadolu'da ihtilalin ateşini yaktığı gün…Eşsiz bir Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı'nın başladığı günün 89'uncu yıldönümü.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Nutuk'ta, ülkenin içinde bulunduğu durumu anlatırken sözlerine, ''Millet yorgun ve fakir bir halde... Ordunun elinden esliha (silahlar) ve cephanesi alınmış ve alınmakta...'' diyerek başladığı dönemin simge günü.
Aradan 89 yıl geçtikten sonra geriye dönüp, bu dönemin Cumhuriyet'le başlayan ilk 27 yılında yapılanlarla sonraki süreçte yapılanlara bakınca insan, o ilk dönemin kıymetini ve o dönemde ülkeyi yönetenlerin büyüklüğünü çok daha iyi anlayabiliyor doğrusu. Tabii iyi niyetli bir kişiyse ve hem Atatürk'e, hem de devrimlerine karşı önyargılı bir fikre sahip değilse.
İyi niyetten yoksun ve önyargılı olanlara bazı gerçekleri göstermek mümkün değildir. Örneğin Atatürk devrimlerinin hepsi de Türkiye'nin bugünkü ihtiyaçları ile tam bir uyumluluk göstermektedir. Nitekim Avrupa Birliği'ne girmek isteyen Türkiye'den istenenlerin birçoğu o devrimlerle, örneğin hukuk devrimi, kıyafet devrimi, harf devrimi, dil devrimi vb. ile hiçbir noktada çelişmemektedir. Ama bunun önemini kalkıp da o insanlara anlatamazsınız. Hele ki Türkiye bugün o devrimlerin gösterdiği yönde yeterince ilerlemediği -veya ilerlemesi kendi içindeki yobaz, ahlaksız ve hırsız sürüsü tarafından- engellendiği için sıkıntı çekmekte olduğunu anlatmanız ise daha da imkansızdır.
Yıllardır iktidara gelenler güya liberalliğe, özgürlükçülüğe soyundular. Fakat nedense bir türlü Türkiye’nin kuruluş döneminin gerçeklerini görmek istemediler. Yeri geldi Atatürk’e karşı olduklarını dillendirdiler bile. Ancak çoğu zaman sessiz kaldılarsa bu uyandıkları ve Atatürk’ün büyüklüğünü anladıkları için değil, onun eserleri ve yaptıkları karşısında duydukları kompleks yüzündendir.
O nedenledir ki Atatürk'e karşıtlıklarını açıkça dile getirmek yerine, Adnan Menderes gibi, Atatürk devrimlerini ‘‘millete mal olanlar, olmayanlar’’ diye ayıran, oy alabilmek uğruna Said Nursi'nin elini öpmeye giden, öpen; Alparslan Türkeş gibi, Atatürk'ü ‘‘pasif bir dış politika izleyerek Asya'daki Türkleri kaderlerine terk etmekle’’ suçlayan; Turgut Özal gibi, Atatürk'ün tüm yaptıklarını yıkmayı misyon edinmiş kişilere duydukları hayranlığı dile getirerek ortaya koymaya çalışırlar.
Zihinlerinde önyargılarla ve de bu önyargıları destekleyecek kendilerine uygun şahitlerin kitaplarından aktarılmış cümlelerle desteklemeye çalışan bir güruh Türkiye için yazık ki acı bir son hazırlama girişimindedir. Yazıktır ki aradan 89 yıl geçmesinin ardından Türkiye yeniden Nutuk’ta dile getirilen ülkenin durumu ile paralellik göstermektedir. Bu gidişe bir dur demek gerekmektedir.
Bizi, önümüzdeki 19 Mayıs'ları, ilk 19 Mayıs'ın ruhuna uygun bir anlayışla kutlamak ve değerlendirmek en ileri noktaya götürecektir. Bu nedenle de Türkiye’nin kuruluş dönemi gerçeklerini görmek ve Atatürk ilkeleri doğrultusunda hareket etmek esas olmalıdır.
Uyan Türkiye. Bu 19 Mayıs’ı sana yaraşır şekilde kutla ve kurtar yeniden ülkeni her türlü kötülükten….
ARZU KÖK
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Nutuk'ta, ülkenin içinde bulunduğu durumu anlatırken sözlerine, ''Millet yorgun ve fakir bir halde... Ordunun elinden esliha (silahlar) ve cephanesi alınmış ve alınmakta...'' diyerek başladığı dönemin simge günü.
Aradan 89 yıl geçtikten sonra geriye dönüp, bu dönemin Cumhuriyet'le başlayan ilk 27 yılında yapılanlarla sonraki süreçte yapılanlara bakınca insan, o ilk dönemin kıymetini ve o dönemde ülkeyi yönetenlerin büyüklüğünü çok daha iyi anlayabiliyor doğrusu. Tabii iyi niyetli bir kişiyse ve hem Atatürk'e, hem de devrimlerine karşı önyargılı bir fikre sahip değilse.
İyi niyetten yoksun ve önyargılı olanlara bazı gerçekleri göstermek mümkün değildir. Örneğin Atatürk devrimlerinin hepsi de Türkiye'nin bugünkü ihtiyaçları ile tam bir uyumluluk göstermektedir. Nitekim Avrupa Birliği'ne girmek isteyen Türkiye'den istenenlerin birçoğu o devrimlerle, örneğin hukuk devrimi, kıyafet devrimi, harf devrimi, dil devrimi vb. ile hiçbir noktada çelişmemektedir. Ama bunun önemini kalkıp da o insanlara anlatamazsınız. Hele ki Türkiye bugün o devrimlerin gösterdiği yönde yeterince ilerlemediği -veya ilerlemesi kendi içindeki yobaz, ahlaksız ve hırsız sürüsü tarafından- engellendiği için sıkıntı çekmekte olduğunu anlatmanız ise daha da imkansızdır.
Yıllardır iktidara gelenler güya liberalliğe, özgürlükçülüğe soyundular. Fakat nedense bir türlü Türkiye’nin kuruluş döneminin gerçeklerini görmek istemediler. Yeri geldi Atatürk’e karşı olduklarını dillendirdiler bile. Ancak çoğu zaman sessiz kaldılarsa bu uyandıkları ve Atatürk’ün büyüklüğünü anladıkları için değil, onun eserleri ve yaptıkları karşısında duydukları kompleks yüzündendir.
O nedenledir ki Atatürk'e karşıtlıklarını açıkça dile getirmek yerine, Adnan Menderes gibi, Atatürk devrimlerini ‘‘millete mal olanlar, olmayanlar’’ diye ayıran, oy alabilmek uğruna Said Nursi'nin elini öpmeye giden, öpen; Alparslan Türkeş gibi, Atatürk'ü ‘‘pasif bir dış politika izleyerek Asya'daki Türkleri kaderlerine terk etmekle’’ suçlayan; Turgut Özal gibi, Atatürk'ün tüm yaptıklarını yıkmayı misyon edinmiş kişilere duydukları hayranlığı dile getirerek ortaya koymaya çalışırlar.
Zihinlerinde önyargılarla ve de bu önyargıları destekleyecek kendilerine uygun şahitlerin kitaplarından aktarılmış cümlelerle desteklemeye çalışan bir güruh Türkiye için yazık ki acı bir son hazırlama girişimindedir. Yazıktır ki aradan 89 yıl geçmesinin ardından Türkiye yeniden Nutuk’ta dile getirilen ülkenin durumu ile paralellik göstermektedir. Bu gidişe bir dur demek gerekmektedir.
Bizi, önümüzdeki 19 Mayıs'ları, ilk 19 Mayıs'ın ruhuna uygun bir anlayışla kutlamak ve değerlendirmek en ileri noktaya götürecektir. Bu nedenle de Türkiye’nin kuruluş dönemi gerçeklerini görmek ve Atatürk ilkeleri doğrultusunda hareket etmek esas olmalıdır.
Uyan Türkiye. Bu 19 Mayıs’ı sana yaraşır şekilde kutla ve kurtar yeniden ülkeni her türlü kötülükten….
ARZU KÖK
16 Mayıs 2008 Cuma
KYOTO İMZALANACAKMIŞ!...
Küresel ısınmayla mücadeleyi öngören Kyoto Anlaşması, Birleşmiş Milletler'in 1997'de Japonya'da düzenlediği çevre toplantısında katılımcı hükümetler tarafından kabul edilen bir anlaşma...
Bu anlaşma, gelişmiş ülkelerin sera etkisi yaratan gazların salınımını 2008- 2012 yılları arasında yüzde 5.2 düşürmelerini öngörüyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre, 2001'den itibaren 84 ülke anlaşmayı imzaladı, 34 ülke onayladı. Ancak bu protokolün bir bağlayıcılığı olmadığı için bu anlaşma sonrasında dahi gaz salınımlarında küresel bir düşüş gözlenmedi. Çevreci örgütler, küresel ısınmanın önüne geçilebilmesi için başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerin Kyoto Anlaşması'na imza atmasını ve kurallarına uyması gerektiğini görüşündeler.
Rus bilim adamlarına göre, dünya 2055'de "Buz Devri"ne geri dönecek. Uzay bilimci Khabibullo Abdusamatov, şu anki küresel ısınmanın ardından küresel bir soğuma kuşağına gireceğimizi öne sürdü. "Dünyayı sera gazı etkisinden korumak için uygulanan Kyoto protokolleri şimdilik ertelenmeli. Çünkü şu anda Dünya, küresel sıcaklık anlamında en yüksek noktada ve bundan böyle sıcaklık kademeli olarak azalacak" diyen Abdusamatov, soğumanın birkaç yıl içinde başlayacağını kaydetti. Bunun önüne geçecek tek uygulama ise Kyoto Protokolü şartlarına tamamen uyulması olacaktır.
Kyoto Sözleşmesi ile devreye girecek önlemler son derece pahalı yatırımlar gerektiriyor. Ancak dünyanın geleceği açısından son derece önemli bu yatırımların yapılması. Kyoto Sözleşmesi neleri mi öngörüyor;”- Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5'e çekilecek.- Endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azaltmaya yönelik mevzuat yeniden düzenlenecek. - Daha az enerji ile ısınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerini endüstriye yerleştirme, ulaşımda, çöp depolamada çevrecilik, temel ilke olacak.- Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksit oranının düşürülmesi için alternatif enerji kaynaklarına yönelinecek. - Fosil yakıtlar yerine örneğin, bio dizel yakıt kullanılacak. - Çimento, demir çelik ve kireç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemleri yeniden düzenlenecek. - Termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye sokacak. - Güneş enerjisinin önü açılacak. Nükleer enerjide karbon oranı sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak. - Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak. “
Görüldüğü gibi öngörülen önlemler gerçek anlamda atılması gereken çok önemli önlemlerdir. Özellikle dünyayı çok kötü etkileyecek olan bu küresel ısınmanın etkilerini son yıllarda çok fazla hisseden Türkiye yıllardır -Amerika istemediği için kim bilir – imzalamadı bu sözleşmeyi. Yıllardır ülkemizdeki pek çok çevreci örgüt hükümetlere bu konuda baskı yapmalarına rağmen bu sözleşmeyi imzalatmayı başaramadılar. Sanki yaşanan onca gelişme görmezden gelindi. Kuraklık, orman yangınları, susuzluk,…..yaşandı ama hep hükümetler görmezler geldi. Zira ABD imzalamıyordu ve bazı ülkelerin de imzalamasını da istemiyordu. Tabii ki Türkiye de bu ülkelerden birisi.
Ancak TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Özdalga yaptığı açıklamada Türkiye’nin, kısa bir süre içinde Kyoto protokolünü imzalayacağını bildirdi. Terörle mücadeleden sonra, iklim değişikliği konusunun uluslararası diplomasinin gündemindeki en önemli konudan biri olduğuna işaret eden Özdalga, "Türkiye, iklim değişikliği mücadelesine kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır" dedi. Evet kalmamalıdır. Bu zamana kadar sessiz kalmış kalması bile aslında büyük bir suçtur. Hükümetlerin dünyaya ve Türkiye’ye ihanetleridir bu durum.
Özdalga ayrıca, "Eğer imzalamazsa Türkiye tamamen yalnız kalacak" dedi. Bu sözde yazıktır ki aslında çok acı bir taraf var. Zira hala bu sözleşmenin dünya geleceği açısından ne kadar önemli olduğunun ayırdına varılmadığını gösteriyor bu sözler. Yani Türkiye bu anlaşmayı şimdiye kadar ABD istemedi diye imzalamadı ise, bundan sonra AB istiyor, bu konuda baskı yapıyor diye kabul edecek. Ne acı bir durum. Çünkü hükümetler böyle bir adımı gerekliliğine inandıkları için atamayacak kadar acizler. Birileri istiyor diye kabul etmiyor yada birileri istiyor diye kabul ediyorlar. Nerede kaldı ülke iradesi?
Kyoto sözleşmesinin imzalanması bu vesile zorla da yapılsa güzel bir sonuçtur. Ancak yine de bunu Türkiye’nin yıllar önce yapmasını isterdik. Kendisi gerçektende istediği için, gerekliliğine inandığı için yapsın isterdik, AB kriterleri öyle gerektirdiği için değil.
Bu anlaşma, gelişmiş ülkelerin sera etkisi yaratan gazların salınımını 2008- 2012 yılları arasında yüzde 5.2 düşürmelerini öngörüyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre, 2001'den itibaren 84 ülke anlaşmayı imzaladı, 34 ülke onayladı. Ancak bu protokolün bir bağlayıcılığı olmadığı için bu anlaşma sonrasında dahi gaz salınımlarında küresel bir düşüş gözlenmedi. Çevreci örgütler, küresel ısınmanın önüne geçilebilmesi için başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerin Kyoto Anlaşması'na imza atmasını ve kurallarına uyması gerektiğini görüşündeler.
Rus bilim adamlarına göre, dünya 2055'de "Buz Devri"ne geri dönecek. Uzay bilimci Khabibullo Abdusamatov, şu anki küresel ısınmanın ardından küresel bir soğuma kuşağına gireceğimizi öne sürdü. "Dünyayı sera gazı etkisinden korumak için uygulanan Kyoto protokolleri şimdilik ertelenmeli. Çünkü şu anda Dünya, küresel sıcaklık anlamında en yüksek noktada ve bundan böyle sıcaklık kademeli olarak azalacak" diyen Abdusamatov, soğumanın birkaç yıl içinde başlayacağını kaydetti. Bunun önüne geçecek tek uygulama ise Kyoto Protokolü şartlarına tamamen uyulması olacaktır.
Kyoto Sözleşmesi ile devreye girecek önlemler son derece pahalı yatırımlar gerektiriyor. Ancak dünyanın geleceği açısından son derece önemli bu yatırımların yapılması. Kyoto Sözleşmesi neleri mi öngörüyor;”- Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5'e çekilecek.- Endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azaltmaya yönelik mevzuat yeniden düzenlenecek. - Daha az enerji ile ısınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerini endüstriye yerleştirme, ulaşımda, çöp depolamada çevrecilik, temel ilke olacak.- Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksit oranının düşürülmesi için alternatif enerji kaynaklarına yönelinecek. - Fosil yakıtlar yerine örneğin, bio dizel yakıt kullanılacak. - Çimento, demir çelik ve kireç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemleri yeniden düzenlenecek. - Termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye sokacak. - Güneş enerjisinin önü açılacak. Nükleer enerjide karbon oranı sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak. - Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak. “
Görüldüğü gibi öngörülen önlemler gerçek anlamda atılması gereken çok önemli önlemlerdir. Özellikle dünyayı çok kötü etkileyecek olan bu küresel ısınmanın etkilerini son yıllarda çok fazla hisseden Türkiye yıllardır -Amerika istemediği için kim bilir – imzalamadı bu sözleşmeyi. Yıllardır ülkemizdeki pek çok çevreci örgüt hükümetlere bu konuda baskı yapmalarına rağmen bu sözleşmeyi imzalatmayı başaramadılar. Sanki yaşanan onca gelişme görmezden gelindi. Kuraklık, orman yangınları, susuzluk,…..yaşandı ama hep hükümetler görmezler geldi. Zira ABD imzalamıyordu ve bazı ülkelerin de imzalamasını da istemiyordu. Tabii ki Türkiye de bu ülkelerden birisi.
Ancak TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Özdalga yaptığı açıklamada Türkiye’nin, kısa bir süre içinde Kyoto protokolünü imzalayacağını bildirdi. Terörle mücadeleden sonra, iklim değişikliği konusunun uluslararası diplomasinin gündemindeki en önemli konudan biri olduğuna işaret eden Özdalga, "Türkiye, iklim değişikliği mücadelesine kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır" dedi. Evet kalmamalıdır. Bu zamana kadar sessiz kalmış kalması bile aslında büyük bir suçtur. Hükümetlerin dünyaya ve Türkiye’ye ihanetleridir bu durum.
Özdalga ayrıca, "Eğer imzalamazsa Türkiye tamamen yalnız kalacak" dedi. Bu sözde yazıktır ki aslında çok acı bir taraf var. Zira hala bu sözleşmenin dünya geleceği açısından ne kadar önemli olduğunun ayırdına varılmadığını gösteriyor bu sözler. Yani Türkiye bu anlaşmayı şimdiye kadar ABD istemedi diye imzalamadı ise, bundan sonra AB istiyor, bu konuda baskı yapıyor diye kabul edecek. Ne acı bir durum. Çünkü hükümetler böyle bir adımı gerekliliğine inandıkları için atamayacak kadar acizler. Birileri istiyor diye kabul etmiyor yada birileri istiyor diye kabul ediyorlar. Nerede kaldı ülke iradesi?
Kyoto sözleşmesinin imzalanması bu vesile zorla da yapılsa güzel bir sonuçtur. Ancak yine de bunu Türkiye’nin yıllar önce yapmasını isterdik. Kendisi gerçektende istediği için, gerekliliğine inandığı için yapsın isterdik, AB kriterleri öyle gerektirdiği için değil.
AKP YOKSULDAN MI YOKSA ZENGİNDEN Mİ YANA?...
AKP iktidara geldiğinden beri dar gelirlinin yanında olduğu konusu üzerinde ısrarla duruyor. Peki acaba gerçekten de AKP dar gelirlinin yanında mı? Bence değil. Ama bunu sadece ben veya birkaç kişi söylemiyor. Yaşadığımız, gördüğümüz olaylar söylüyor.
Dar gelirlinin yiyebildiği yiyecekler ay çiçek yağı, pirinç, makarna, un, fasulye, nohut, bulgur, mercimek ve barbunya değil midir? Bunları daha çok tüketenler dar gelirli insanlarımız değil mi? Evet, bunlar fakir halkın yiyeceği. Peki fakir halktan yana olduğunu söyleyen AKP iktidarı samimiyse neden fiyatları düşürmek adına köklü tedbirler almıyor? Bu yiyeceklerin fiyatları 6 ayda iki katına çıkmış. Spekülatörler bayram ediyor. Yani dar gelirli vatandaşımız bu yiyeceklere artık iki kat fazla ödeme yapmak durumunda. Halbuki gelirlerinde bu tarz bir artış söz konusu dahi değil.Maaşlarında ki artış ise gıdada ki artışın yanında devede kulak kalıyor.
Gıda fiyatları nedeniyle ülkemizde yoksullar yüzde 5-6 kadar daha da fakirleştiler. Rakamlar ortada. Ülkemizde 2005 gelir dağılımı araştırmasına göre 620 bin aç insan var. Ama ölmediklerine göre, bir yerden borçla yiyecek buluyorlar. 11.7 milyon kişinin de ailesine (5 kişi) ayda 850 YTL’ den az para giriyor. Yani, kısaca, ülkemizde 13 milyona yakın kişi sıkıntı içinde. Gerçek gıda fiyatı artışının da son bir yılda yüzde 20’den fazla olduğu göz önüne alınırsa (kimilerine göre yüzde 50) ülkemizde yoksullar yüzde 10’a yakın hırpalandı. Açlık sınırında yaşayan insan sayısında büyük bir artış söz konusu artık.
Peki, bu şartlar altında, AKP fakirden yana, denir mi?
AKP iktidarının fakirden değil de zenginden yana olduğunu ise en iyi belki de şu haber gösteriyor. “Yelkenli ve motor yat vergileri düşürülüyor.” Neden düşürülüyor acaba? Yoksa dar gelirli vatandaşın teknesi mi var? Yoksa varlıklı, zengin insanlara yapılan bir kıyak mıdır bu? İşte görüldüğü gibi AKP böyle kişilerin vergilerini düşürürken yoksulları yerden yere vuruyor.
AKP’ nin düşük gelirlinin değil, zenginin partisi olduğunu, “Spor kulüplerinin vergi ve prim borçlarına 10 yıl erteleme ve taksit olanağı” getiren yasa tasarısına eklenen bir maddede de görmek mümkündür. Buna göre, aylık maaşı halihazırda 130 bin YTL olan Fatih Terim sadece yüzde 5 vergi ödeyecek. Yani yoksul vatandaş yüzde 19 vergi verirken Fatih Terim yüzde beş vergi verecek. Peki bu mudur fakirden yana olmak? Bu mudur kendini fakirlerin partisi diye çıkanlar?
Fakire kömür, gıda yardımı yapıyorlar diyeceksiniz. Evet yapıyorlar. Ama burada da insanın aklına “Adama, kömür,gıda yardımı yapacağınıza, 6 yılda kömürünü kendi parasıyla, kendi kazancıyla alacak hale getirseniz daha iyi olmaz mıydı?” sorusunu sormak geliyor hemen. Durum bizim sorumuzda sorduğumuz gibi olmayınca da o yardım, gösteriş, göz boyamadan başka bir şey değil de nedir? Hem öyle olmasaydı yeni kabul edilen yasayla yoksul halkın sağlık koşullarından yararlanabilme şansı düşürülürken AKP’ lilerin teklifiyle ve oyuyla milletvekiline sağlıkta gazi muafiyeti kabul edilir miydi? Peki “Milletvekilleri ve onların emeklileri bu toplumda fakir sayılabilirler mi” sorarım size. Ama onlar ve yakınları ilaçta katkı payından muaf tutulan gaziler gibi, bundan sonra avantajlı olacaklar. Yoksul halk ise bunları ödemek zorunda.
Bunlar gibi daha nice örnekler var önümüzde. Durum böyle olunca da sorarım size “AKP kendi söyledikleri gibi yoksuldan yana mı zenginden yana mı?” Açıkçası bu söylemin koca bir yalan olduğunu bu ve bu gibi eylemleriyle kanıtlamış oldular. Hala var mı acaba AKP’ nin yoksulun partisi olduğuna inanan?
Dar gelirlinin yiyebildiği yiyecekler ay çiçek yağı, pirinç, makarna, un, fasulye, nohut, bulgur, mercimek ve barbunya değil midir? Bunları daha çok tüketenler dar gelirli insanlarımız değil mi? Evet, bunlar fakir halkın yiyeceği. Peki fakir halktan yana olduğunu söyleyen AKP iktidarı samimiyse neden fiyatları düşürmek adına köklü tedbirler almıyor? Bu yiyeceklerin fiyatları 6 ayda iki katına çıkmış. Spekülatörler bayram ediyor. Yani dar gelirli vatandaşımız bu yiyeceklere artık iki kat fazla ödeme yapmak durumunda. Halbuki gelirlerinde bu tarz bir artış söz konusu dahi değil.Maaşlarında ki artış ise gıdada ki artışın yanında devede kulak kalıyor.
Gıda fiyatları nedeniyle ülkemizde yoksullar yüzde 5-6 kadar daha da fakirleştiler. Rakamlar ortada. Ülkemizde 2005 gelir dağılımı araştırmasına göre 620 bin aç insan var. Ama ölmediklerine göre, bir yerden borçla yiyecek buluyorlar. 11.7 milyon kişinin de ailesine (5 kişi) ayda 850 YTL’ den az para giriyor. Yani, kısaca, ülkemizde 13 milyona yakın kişi sıkıntı içinde. Gerçek gıda fiyatı artışının da son bir yılda yüzde 20’den fazla olduğu göz önüne alınırsa (kimilerine göre yüzde 50) ülkemizde yoksullar yüzde 10’a yakın hırpalandı. Açlık sınırında yaşayan insan sayısında büyük bir artış söz konusu artık.
Peki, bu şartlar altında, AKP fakirden yana, denir mi?
AKP iktidarının fakirden değil de zenginden yana olduğunu ise en iyi belki de şu haber gösteriyor. “Yelkenli ve motor yat vergileri düşürülüyor.” Neden düşürülüyor acaba? Yoksa dar gelirli vatandaşın teknesi mi var? Yoksa varlıklı, zengin insanlara yapılan bir kıyak mıdır bu? İşte görüldüğü gibi AKP böyle kişilerin vergilerini düşürürken yoksulları yerden yere vuruyor.
AKP’ nin düşük gelirlinin değil, zenginin partisi olduğunu, “Spor kulüplerinin vergi ve prim borçlarına 10 yıl erteleme ve taksit olanağı” getiren yasa tasarısına eklenen bir maddede de görmek mümkündür. Buna göre, aylık maaşı halihazırda 130 bin YTL olan Fatih Terim sadece yüzde 5 vergi ödeyecek. Yani yoksul vatandaş yüzde 19 vergi verirken Fatih Terim yüzde beş vergi verecek. Peki bu mudur fakirden yana olmak? Bu mudur kendini fakirlerin partisi diye çıkanlar?
Fakire kömür, gıda yardımı yapıyorlar diyeceksiniz. Evet yapıyorlar. Ama burada da insanın aklına “Adama, kömür,gıda yardımı yapacağınıza, 6 yılda kömürünü kendi parasıyla, kendi kazancıyla alacak hale getirseniz daha iyi olmaz mıydı?” sorusunu sormak geliyor hemen. Durum bizim sorumuzda sorduğumuz gibi olmayınca da o yardım, gösteriş, göz boyamadan başka bir şey değil de nedir? Hem öyle olmasaydı yeni kabul edilen yasayla yoksul halkın sağlık koşullarından yararlanabilme şansı düşürülürken AKP’ lilerin teklifiyle ve oyuyla milletvekiline sağlıkta gazi muafiyeti kabul edilir miydi? Peki “Milletvekilleri ve onların emeklileri bu toplumda fakir sayılabilirler mi” sorarım size. Ama onlar ve yakınları ilaçta katkı payından muaf tutulan gaziler gibi, bundan sonra avantajlı olacaklar. Yoksul halk ise bunları ödemek zorunda.
Bunlar gibi daha nice örnekler var önümüzde. Durum böyle olunca da sorarım size “AKP kendi söyledikleri gibi yoksuldan yana mı zenginden yana mı?” Açıkçası bu söylemin koca bir yalan olduğunu bu ve bu gibi eylemleriyle kanıtlamış oldular. Hala var mı acaba AKP’ nin yoksulun partisi olduğuna inanan?
10 Mayıs 2008 Cumartesi
ANNE
Korkunç bir mezarlığa dönmüş sokaklar
Ağaçlar son yaprağını döküyor anne
İşte kalabalık içinde yine yalnızım
Ankara’ya koyu bir akşam çöküyor anne
Üzülme uzakta diye yakınım sana
Ne zaman düşünürsen gelirim yanına
İçimde büyüyen binlerce hatırana
Kader ayrılıkları veriyor anne
Dışarıda hırçın ıslıkları rüzgarın
İçimde izleri geçen günlerin
Durmadan söyleyen “yavrum “diyen sözlerin
Hepsi bağrımı söküyor anne
Bugün yine yara oldu bana özlemin
Islık ıslık deliyor ufukları gözlerim
İşte anne sana uzanıyor titreyen ellerim
O kutsal ellerinden öpüyorum anne…
ARZU KÖK
Ağaçlar son yaprağını döküyor anne
İşte kalabalık içinde yine yalnızım
Ankara’ya koyu bir akşam çöküyor anne
Üzülme uzakta diye yakınım sana
Ne zaman düşünürsen gelirim yanına
İçimde büyüyen binlerce hatırana
Kader ayrılıkları veriyor anne
Dışarıda hırçın ıslıkları rüzgarın
İçimde izleri geçen günlerin
Durmadan söyleyen “yavrum “diyen sözlerin
Hepsi bağrımı söküyor anne
Bugün yine yara oldu bana özlemin
Islık ıslık deliyor ufukları gözlerim
İşte anne sana uzanıyor titreyen ellerim
O kutsal ellerinden öpüyorum anne…
ARZU KÖK
ANNEM'E
Yaşam gidilmesi gereken bir yol, yolculuk ise ben ortalarında sayılırım bu yolun. Ama hala çocuğum ben… Ve bu dünyanın tüm olumsuzluklarına çocukluğuma rağmen direnebiliyorsam bu senin sayendedir. Çünkü bu çocuk senin eserin…
Kendimi en zayıf, en çaresiz, en umutsuz hissettiğim anlarda aradığım tüm gücü senin ellerinde, senin gülümsemende, sımsıcak yüreğinde buluyorum. Bu nedenledir ki varlığın benim için çok değerli. Evet sen de bir insandın ve belki senin de zayıf olduğun anlar vardı, ama hiç hissettirmedin bana bunları. Her zaman ayakta, her zaman dimdik, onurlu ve her zaman güçlüydün. Bu nedenledir ki hep rahattım ben. Çünkü senin gibi sığınılacak bir limanım vardı. Her fırtına sonrasında yelkenlimle senin sakin sularına yanaşırken tüm yaralarımın sarılacağını, acılarımı dindireceğini biliyordum. Rahattım, özgürdüm sayende…
Duygularımı kelimelere rahatça dökebileceğime inanan ben, bu satırları yazarken aciz kalıyorum. Kelime haznem yetersiz kalıyor, ne yazacağımı şaşırıyorum. Belki de bir sevdayı, aşkı yazmak, anlatmak çok daha kolay olacaktı. Ama seni yazmak, seni anlatmak çok zor. Hem nasıl anlatabilirim ki seni? Mesela; yüreğinde benim için büyüttüğün sevgiyi tam olarak anlatabilecek kelime hangisidir bilemiyorum doğrusu. Ne yapsam aciz, yetersiz kalıyorum.
Düşünüyorum; “Acaba verdiklerinin karşılığı var mı?” diye. Yok…. Bulamıyorum… Mesela; dünyanın bütün çiçeklerini tek tek ellerimle toplayıp önüne yığsam, bana olan sevginin karşılığını verebilir miyim? Yada kesinlikle değer bile ölçülemeyecek kadar kıymetli elmas, yakut, pırlanta ile çıksam karşına bana verdiğin canın kıymeti ile ölçülebilir mi bu? Hayır….. Hiç bir şey verdiklerinin karşılığı olamaz.
Beni bilirsin. Bazen çok vurdumduymaz oluyorum. Hatta sen bile bazen bana “gamsız” dersin. Hiç düşündün mü belki de sen bu kadar çok gam çektiğin için aldırmaz olmuşumdur? Yanımda olmadığın zamanlarda sensizliğe direnmeyi, acıları içime gömüp başım dik gezmeyi hep senden öğrendim ben. Seni hep içimde taşıyorum. Sensizlik mi? Hayır……. Zira böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum.
Annem, canım benim. Seni o kadar çok seviyorum ki anlatamam. Zira kelime haznem yetmiyor. Biliyor musun dünyanın en şanslı insanıyım ben? Çünkü senin gibi bir annem var. Sen benim geçmişim, bugünüm, geleceğimsin.
Teşekkür ederim canım annem. Beni sevdiğin, beni özlediğin, beni koruduğun, beni sarıp sarmaladığın, beni var ettiğin, büyütüp bu günlere getirdiğin için teşekkür ederim anneciğim.…
“Anneler Günün Kutlu Olsun”
ARZU KÖK
Kendimi en zayıf, en çaresiz, en umutsuz hissettiğim anlarda aradığım tüm gücü senin ellerinde, senin gülümsemende, sımsıcak yüreğinde buluyorum. Bu nedenledir ki varlığın benim için çok değerli. Evet sen de bir insandın ve belki senin de zayıf olduğun anlar vardı, ama hiç hissettirmedin bana bunları. Her zaman ayakta, her zaman dimdik, onurlu ve her zaman güçlüydün. Bu nedenledir ki hep rahattım ben. Çünkü senin gibi sığınılacak bir limanım vardı. Her fırtına sonrasında yelkenlimle senin sakin sularına yanaşırken tüm yaralarımın sarılacağını, acılarımı dindireceğini biliyordum. Rahattım, özgürdüm sayende…
Duygularımı kelimelere rahatça dökebileceğime inanan ben, bu satırları yazarken aciz kalıyorum. Kelime haznem yetersiz kalıyor, ne yazacağımı şaşırıyorum. Belki de bir sevdayı, aşkı yazmak, anlatmak çok daha kolay olacaktı. Ama seni yazmak, seni anlatmak çok zor. Hem nasıl anlatabilirim ki seni? Mesela; yüreğinde benim için büyüttüğün sevgiyi tam olarak anlatabilecek kelime hangisidir bilemiyorum doğrusu. Ne yapsam aciz, yetersiz kalıyorum.
Düşünüyorum; “Acaba verdiklerinin karşılığı var mı?” diye. Yok…. Bulamıyorum… Mesela; dünyanın bütün çiçeklerini tek tek ellerimle toplayıp önüne yığsam, bana olan sevginin karşılığını verebilir miyim? Yada kesinlikle değer bile ölçülemeyecek kadar kıymetli elmas, yakut, pırlanta ile çıksam karşına bana verdiğin canın kıymeti ile ölçülebilir mi bu? Hayır….. Hiç bir şey verdiklerinin karşılığı olamaz.
Beni bilirsin. Bazen çok vurdumduymaz oluyorum. Hatta sen bile bazen bana “gamsız” dersin. Hiç düşündün mü belki de sen bu kadar çok gam çektiğin için aldırmaz olmuşumdur? Yanımda olmadığın zamanlarda sensizliğe direnmeyi, acıları içime gömüp başım dik gezmeyi hep senden öğrendim ben. Seni hep içimde taşıyorum. Sensizlik mi? Hayır……. Zira böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum.
Annem, canım benim. Seni o kadar çok seviyorum ki anlatamam. Zira kelime haznem yetmiyor. Biliyor musun dünyanın en şanslı insanıyım ben? Çünkü senin gibi bir annem var. Sen benim geçmişim, bugünüm, geleceğimsin.
Teşekkür ederim canım annem. Beni sevdiğin, beni özlediğin, beni koruduğun, beni sarıp sarmaladığın, beni var ettiğin, büyütüp bu günlere getirdiğin için teşekkür ederim anneciğim.…
“Anneler Günün Kutlu Olsun”
ARZU KÖK
AMAÇ BARIŞ MI NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ MÜ?...
41 yıldır İsrail ile Suriye arasında en büyük kavga nedeni Golan Tepeleri. Yıllardır pek çok ülke iki ülke arasında barış sağlamak adına girişimlerde bulundu. Ancak bir gelişme sağlamak mümkün olmadı. Olması da mümkün değil gibi görünüyor.
Zira İsrail için 1967'de işgal, 1981'de ilhak ettiği Golan stratejik açıdan önemli. Çünkü zaten kıt olan su kaynaklarının dörtte birini Golan'dan karşılıyor. Sırf bu nedenden ötürü dahi tamamını iadesi mümkün değil. Hatta ve hatta tarımsal üretim ihtiyaçlarının büyük bir kısmı da bu bölgeden sağlanıyor. 50 bine yakın Suriye’ linin kovulmasının ardından İsrail'in yerleşime açtığı bölgede bugün 33 yerleşim biriminde 18 bin Yahudi yaşıyor. Ancak bölgenin daha kalabalık sahipleri, özel Golan Yasası'yla vatandaşlık hakkı da tanınmış olan 20 bin Dürzi. Ve çoğu da Suriye vatandaşlığından vazgeçmiyor. Her fırsatta yeniden Suriye himayesinde olmak istediklerini dile getiriyorlar.,
İsrail'in her zaman şık bir koz olarak kullandığı Golan'ı kısmen iadesi, hadi imkânsız demeyelim ama hiç de kolay değil. Zira bunun karşılığında Şam'dan çok esaslı bir şeyler koparması gerekir. İsrail'in ünlü lideri Menahem Begin, Golan'ı ilhak kararı BM'de sorun olduğunda Knesset' teki soruları "Sizler ilhak kelimesini kullanıyorsunuz, bense kullanmıyorum" demişti. Olmert de bugün gizli kanallardan kozunu nasıl oynarsa oynasın kamuoyu önünde Golan' ın iadesini hiç ama hiç anmadı. Zira İsrail kendisi için bu kadar önem arz eden Golan' ı kontrolünden bir şey yitirmeden vermesi hiç kolay değil ve bunu bir arabulucunun başarabilmesi de mümkün değil.
İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri'nin iadesi odaklı müzakerelerin 2000'de çökmesinden beri tekrarlanıp duran bu sorun artık tüm dünya kamuoyunda bıkkınlık yarattı. Belki de tek farkı İsrailliler için dünün 'ancak kolaylaştırıcı rol üstlenebilir' dediği Türkiye'nin bugün arabulucu pozisyonuyla arz-ı endam etmesi. O vakit sormak lazım: Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?
Bu konuda Erdoğan’ın başarı sağlaması halinde böylesine kördüğüme dönmüş bir meseleyi çözdüğü gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü verilecek büyük bir ihtimalle. Ancak çok merak ediyoruz doğrusu acaba bu ABD’nin daha doğrusu George W. Bush' un Erdoğan için hazırladıkları son bir kıyak mıdır? Yada Golan Tepeleri’ ni vermesi halinde müthiş bir su krizine girecek olan İsrail’ e bu konuda Erdoğan nasıl bir öneri sundu? Daha doğrusu şunu soralım; Bu barış sağlandığı takdirde Türkiye ne kaybedecek?
Belki de çok kuşkucu olduk. Ancak yaşananlar ve ortadaki manzara yazıktır ki karamsar olmamıza neden oluyor. Bunun suçlusu da bizler değil, bizleri bu hale düşürenlerdir. Umarız Erdoğan Nobel Barış Ödülü adına ülkemizi felaketlere sürükleyecek anlaşmalara imza atmaz…..
ARZU KÖK
Zira İsrail için 1967'de işgal, 1981'de ilhak ettiği Golan stratejik açıdan önemli. Çünkü zaten kıt olan su kaynaklarının dörtte birini Golan'dan karşılıyor. Sırf bu nedenden ötürü dahi tamamını iadesi mümkün değil. Hatta ve hatta tarımsal üretim ihtiyaçlarının büyük bir kısmı da bu bölgeden sağlanıyor. 50 bine yakın Suriye’ linin kovulmasının ardından İsrail'in yerleşime açtığı bölgede bugün 33 yerleşim biriminde 18 bin Yahudi yaşıyor. Ancak bölgenin daha kalabalık sahipleri, özel Golan Yasası'yla vatandaşlık hakkı da tanınmış olan 20 bin Dürzi. Ve çoğu da Suriye vatandaşlığından vazgeçmiyor. Her fırsatta yeniden Suriye himayesinde olmak istediklerini dile getiriyorlar.,
İsrail'in her zaman şık bir koz olarak kullandığı Golan'ı kısmen iadesi, hadi imkânsız demeyelim ama hiç de kolay değil. Zira bunun karşılığında Şam'dan çok esaslı bir şeyler koparması gerekir. İsrail'in ünlü lideri Menahem Begin, Golan'ı ilhak kararı BM'de sorun olduğunda Knesset' teki soruları "Sizler ilhak kelimesini kullanıyorsunuz, bense kullanmıyorum" demişti. Olmert de bugün gizli kanallardan kozunu nasıl oynarsa oynasın kamuoyu önünde Golan' ın iadesini hiç ama hiç anmadı. Zira İsrail kendisi için bu kadar önem arz eden Golan' ı kontrolünden bir şey yitirmeden vermesi hiç kolay değil ve bunu bir arabulucunun başarabilmesi de mümkün değil.
İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri'nin iadesi odaklı müzakerelerin 2000'de çökmesinden beri tekrarlanıp duran bu sorun artık tüm dünya kamuoyunda bıkkınlık yarattı. Belki de tek farkı İsrailliler için dünün 'ancak kolaylaştırıcı rol üstlenebilir' dediği Türkiye'nin bugün arabulucu pozisyonuyla arz-ı endam etmesi. O vakit sormak lazım: Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?
Bu konuda Erdoğan’ın başarı sağlaması halinde böylesine kördüğüme dönmüş bir meseleyi çözdüğü gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü verilecek büyük bir ihtimalle. Ancak çok merak ediyoruz doğrusu acaba bu ABD’nin daha doğrusu George W. Bush' un Erdoğan için hazırladıkları son bir kıyak mıdır? Yada Golan Tepeleri’ ni vermesi halinde müthiş bir su krizine girecek olan İsrail’ e bu konuda Erdoğan nasıl bir öneri sundu? Daha doğrusu şunu soralım; Bu barış sağlandığı takdirde Türkiye ne kaybedecek?
Belki de çok kuşkucu olduk. Ancak yaşananlar ve ortadaki manzara yazıktır ki karamsar olmamıza neden oluyor. Bunun suçlusu da bizler değil, bizleri bu hale düşürenlerdir. Umarız Erdoğan Nobel Barış Ödülü adına ülkemizi felaketlere sürükleyecek anlaşmalara imza atmaz…..
ARZU KÖK
5 Mayıs 2008 Pazartesi
KİM SUÇLU?...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti Meclis Grubu'nda partili milletvekillerine sesleniyor. Erdoğan konuşmasında ATV- Sabah ihalesine yönelik eleştirilere de üstü kapalı yanıt verdi. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan RecepTayyip Erdoğan, Katar, Suriye, Suudi Arabistan, Kuveytli işadamlarının, dünyanın her tarafında yatırım yaptığını ancak bu yatırımlar Türkiye'ye yönelince, farklı tavırlar gösterildiğini belirterek, "Nedir bu hazımsızlık, neden bu alerji? Bu açıkça ayrımcılıktır, sermaye ırkçılığıdır" dedi.
Başbakan bu sözlerle kendini veya hükümetini savunuyor. Ancak Başbakan’ın gözden kaçırdığı bir nokta var. Herhangi bir ülkenin ülkemizde yatırım yapıyor olmasına değil, daha çok bu yatırımın yapılması için, Çalık Grubuna destek için Başbakan hatta Cumhurbaşkanı’nın devreye girmiş olması. Ama nedense bu tepkiyi anlamak istemiyorlar yada anlamak işlerine gelmiyor.
Bilindiği gibi Çalık Grubu Sabah ve ATV’ nin alımında kamu bankalarından almayacak durumda olmasına rağmen hatırlı kişilerin devreye girmesi sonucu Halkbank ve Vakıfbank’tan kredi sağladı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın da desteği ile Katar’dan bir de ortak buldular. İşte asıl mesele bu. Acaba Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız başka şirketler için de bu kadar uğraşırlar mıydı? Yoksa bu sadece Başbakanın damadının Ceo’ su olduğu şirkete yapılan bir kıyak mıydı? Nedense bizlere öyle gibi görünüyor.
Başbakan’ın en yakınındaki işadamlarından Ahmet Çalık’ın Sabah-ATV alımında kullanmak için kamu bankalarından sağladığı kredinin tek teminatı Turkuvaz. Bu kredi verilirken ne Ahmet Çalık’ın şahsi kefaleti ne de tek bir Çalık grubu şirketinin hissesi istenmedi. Üstelik bir süre önce uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, geçen hafta Çalık Grubu’nun kredi notunu düşürülmüştü. Fitch, bu not indirimi sırasında raporunun satır aralarında öyle ilginç tespitler yaptı ki... Ancak bir Allah’ın kulu bu tespitleri dikkate almadı. Beklide okumadılar bile… Ama yine de Çalık Grubuna kredi vermekten geri durmadılar.
Halkbank ve Vakıfbank’ ın tarihlerindeki en yüksek hacimli kredileri Çalık Grubu iştiraki Turkuvaz’a açarken nasıl bir iş bilmezlik yaptılar anlamıyorum. Bu durum karşısında “Halkbank esnafın bankasıdır. Özelleştirilmesine karşıyız. Kamuda kalmalı” diyenlerin bile içi sızladı. Çünkü Fitch; “Sağlanan kredi (375’şer milyon dolarlık Halkbank ve Vakıfbank kredisinden sözediliyor) grup teminatsızdır. Bu kredinin teminatı sadece Turkuvaz şirketinin varlıklarıyla sınırlıdır. Turkuvaz’ın kredi ödemesini gerçekleştirebilmesi sadece Turkuvaz’a bağlı (Sabah-ATV) şirketlerin kârlılığı ile bire bir bağlantılıdır.”
Aslında söylenenler çok açık ve net... Gerek Halkbank gerekse Vakıfbank, tarihlerindeki en büyük krediyi verirken Turkuvaz’ın varlıkları dışında Çalık Grubu’na ait hiçbir şirketten hisse istemediler. Ahmet Çalık’ın şahsi teminatına bile gerek görmediler. Bu ise tam bir bankacılık intiharı. Çünkü Sabah yada ATV kar getirmediği zaman kredi ödenemeyecek. Dolayısıyla banka büyük bir açıkla karşı karşıya kalacak. Ahmet Çalık ise böyle bir durumda, “Benim bir alakam yok“diyerek çıkacak işin içinden. Yani bankalar batarsa batsın, ama Çalık ve Grubuna hiçbir zarar gelmesin mantığıyla yapılan bir işlem olarak çıkıyor karşımıza bu durum.
Bu şekilde usulsüzce verilen bir kredi sonrasında bir de bu yetmezmiş gibi Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın devreye girerek Çalık’a Katar’dan bir ortak bulmaları insanlara “Yeter artık” dedirtti. Ancak nedense Başbakan bunu anlayamıyor. Kendilerini eleştirenleri sermaye ırkçılığı ile suçluyor. Acaba bu olanlara sessiz kalamayanlar mı, yoksa bir şirkete böylesine yardım edenler mi suçlu? Karar okurlarındır….
ARZU KÖK
Başbakan bu sözlerle kendini veya hükümetini savunuyor. Ancak Başbakan’ın gözden kaçırdığı bir nokta var. Herhangi bir ülkenin ülkemizde yatırım yapıyor olmasına değil, daha çok bu yatırımın yapılması için, Çalık Grubuna destek için Başbakan hatta Cumhurbaşkanı’nın devreye girmiş olması. Ama nedense bu tepkiyi anlamak istemiyorlar yada anlamak işlerine gelmiyor.
Bilindiği gibi Çalık Grubu Sabah ve ATV’ nin alımında kamu bankalarından almayacak durumda olmasına rağmen hatırlı kişilerin devreye girmesi sonucu Halkbank ve Vakıfbank’tan kredi sağladı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın da desteği ile Katar’dan bir de ortak buldular. İşte asıl mesele bu. Acaba Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız başka şirketler için de bu kadar uğraşırlar mıydı? Yoksa bu sadece Başbakanın damadının Ceo’ su olduğu şirkete yapılan bir kıyak mıydı? Nedense bizlere öyle gibi görünüyor.
Başbakan’ın en yakınındaki işadamlarından Ahmet Çalık’ın Sabah-ATV alımında kullanmak için kamu bankalarından sağladığı kredinin tek teminatı Turkuvaz. Bu kredi verilirken ne Ahmet Çalık’ın şahsi kefaleti ne de tek bir Çalık grubu şirketinin hissesi istenmedi. Üstelik bir süre önce uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, geçen hafta Çalık Grubu’nun kredi notunu düşürülmüştü. Fitch, bu not indirimi sırasında raporunun satır aralarında öyle ilginç tespitler yaptı ki... Ancak bir Allah’ın kulu bu tespitleri dikkate almadı. Beklide okumadılar bile… Ama yine de Çalık Grubuna kredi vermekten geri durmadılar.
Halkbank ve Vakıfbank’ ın tarihlerindeki en yüksek hacimli kredileri Çalık Grubu iştiraki Turkuvaz’a açarken nasıl bir iş bilmezlik yaptılar anlamıyorum. Bu durum karşısında “Halkbank esnafın bankasıdır. Özelleştirilmesine karşıyız. Kamuda kalmalı” diyenlerin bile içi sızladı. Çünkü Fitch; “Sağlanan kredi (375’şer milyon dolarlık Halkbank ve Vakıfbank kredisinden sözediliyor) grup teminatsızdır. Bu kredinin teminatı sadece Turkuvaz şirketinin varlıklarıyla sınırlıdır. Turkuvaz’ın kredi ödemesini gerçekleştirebilmesi sadece Turkuvaz’a bağlı (Sabah-ATV) şirketlerin kârlılığı ile bire bir bağlantılıdır.”
Aslında söylenenler çok açık ve net... Gerek Halkbank gerekse Vakıfbank, tarihlerindeki en büyük krediyi verirken Turkuvaz’ın varlıkları dışında Çalık Grubu’na ait hiçbir şirketten hisse istemediler. Ahmet Çalık’ın şahsi teminatına bile gerek görmediler. Bu ise tam bir bankacılık intiharı. Çünkü Sabah yada ATV kar getirmediği zaman kredi ödenemeyecek. Dolayısıyla banka büyük bir açıkla karşı karşıya kalacak. Ahmet Çalık ise böyle bir durumda, “Benim bir alakam yok“diyerek çıkacak işin içinden. Yani bankalar batarsa batsın, ama Çalık ve Grubuna hiçbir zarar gelmesin mantığıyla yapılan bir işlem olarak çıkıyor karşımıza bu durum.
Bu şekilde usulsüzce verilen bir kredi sonrasında bir de bu yetmezmiş gibi Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın devreye girerek Çalık’a Katar’dan bir ortak bulmaları insanlara “Yeter artık” dedirtti. Ancak nedense Başbakan bunu anlayamıyor. Kendilerini eleştirenleri sermaye ırkçılığı ile suçluyor. Acaba bu olanlara sessiz kalamayanlar mı, yoksa bir şirkete böylesine yardım edenler mi suçlu? Karar okurlarındır….
ARZU KÖK
2 Mayıs 2008 Cuma
23 NİSAN
Hani çocukların en kolay ezberlediği bir 23 Nisan şiiri vardır. O şiirin iki mısrası şöyledir; “Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan.” Çarşamba günü günü tüm yurtta ve KKTC'de bazı çocuklar müsamerelere, bazıları alanlara çıkacak, okul avluları sevinç ve coşkuyla dolup taşacak, şarkılar, şiirler birbirine karışacak... Ve bu şiir de mutlaka okunacak. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerle kutlanacak.
Pek tabidir ki kutlanmalıdır. Ama çocuklara kutlu olsun, büyüklere değil! Zira o büyüklerdir ki, çocukluktan nefret ettikleri için bir an önce büyüyüp büyük mevkilere makamlara gelmişlerdir, ne kendi çocukluklarını ne de başka çocukları sevmişlerdir! Bu nedenle de onların bayramını kutlama gereği duymuyorum. Zira ikiyüzlülük yapmış olmak istemem.
Şimdi onlar, çocukları da kendilerine benzetebilmek adına, bir günlüğüne koltuklarını çocuklara devredecek böylece de vali, belediye başkanı, emniyet müdürü, başbakan hatta cumhurbaşkanı olacak çocuklar! Ancak bu koltukların çocuklara verilmesine hiç de taraftar değiliz. Zira onların saflığını, iktidar, hırs, mevki, koltuk gibi bazılarının pek bayıldığı şeylerle bozulması taraftarı değiliz.
Çocukları sevmiyorlar. Çünkü, onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok mühim başka işleri var, kimi güya vatanı milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirmek peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacaklar belki ama, onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkum olacaklar.
Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar,bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, rögarlardan içeri peş peşe çocukların düşüp ölmesine izin vermezlerdi. Bir an geçmişe dalıp çocukluk günlerinizi hatırlayabilselerdi,geçen yıl bir gezi sırasında ölen 30 çocuk belki bu yıl da kutlayabileceklerdi 23 Nisan’ı coşkuyla. Yanmış bir çocuk hastane kapılarında parası yok diye ağlar vaziyette bekletilmezdi.
Büyüklerin veya kendilerini çok büyük görenlerin bu bayramı kutlamaya hakları yok. Bu anlamda da ikiyüzlülük yapmamaları ve biraz olsun utanmaları varsa gidip kendileri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Ancak hala tüm bunlar onları rahatsız etmiyor ki rahat koltuklarında güle güle, izzet ve ikbal ile oturuyorlar. Ne diyelim; “ Buyurun devletlim, makam da sizin koltuk da! “ kullanın dilediğiniz kadar. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Devran dönebilir birgün.
Bu bayram çocuklar yine "Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan" diye sevinçli şarkılarını söyleyecekler. Ancak lütfen büyük makam sahipleri; sakın ola ki onların şarkılarına katılmayın, hatta bayramlarını bile kutlamaya kalkışmayın! O sanki sonradan tutturulmuş iğreti gülüşlerinizle, o yapmacık sevgilerinizle ve yapmacık hareketlerinizle çocuklara yaklaşmayın Zira sizleri görünce değil bizlerin çocukların bile yüzü gülmüyor. Yani “Neşe dolmuyor insan.”
ARZU KÖK
Pek tabidir ki kutlanmalıdır. Ama çocuklara kutlu olsun, büyüklere değil! Zira o büyüklerdir ki, çocukluktan nefret ettikleri için bir an önce büyüyüp büyük mevkilere makamlara gelmişlerdir, ne kendi çocukluklarını ne de başka çocukları sevmişlerdir! Bu nedenle de onların bayramını kutlama gereği duymuyorum. Zira ikiyüzlülük yapmış olmak istemem.
Şimdi onlar, çocukları da kendilerine benzetebilmek adına, bir günlüğüne koltuklarını çocuklara devredecek böylece de vali, belediye başkanı, emniyet müdürü, başbakan hatta cumhurbaşkanı olacak çocuklar! Ancak bu koltukların çocuklara verilmesine hiç de taraftar değiliz. Zira onların saflığını, iktidar, hırs, mevki, koltuk gibi bazılarının pek bayıldığı şeylerle bozulması taraftarı değiliz.
Çocukları sevmiyorlar. Çünkü, onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok mühim başka işleri var, kimi güya vatanı milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirmek peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacaklar belki ama, onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkum olacaklar.
Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar,bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, rögarlardan içeri peş peşe çocukların düşüp ölmesine izin vermezlerdi. Bir an geçmişe dalıp çocukluk günlerinizi hatırlayabilselerdi,geçen yıl bir gezi sırasında ölen 30 çocuk belki bu yıl da kutlayabileceklerdi 23 Nisan’ı coşkuyla. Yanmış bir çocuk hastane kapılarında parası yok diye ağlar vaziyette bekletilmezdi.
Büyüklerin veya kendilerini çok büyük görenlerin bu bayramı kutlamaya hakları yok. Bu anlamda da ikiyüzlülük yapmamaları ve biraz olsun utanmaları varsa gidip kendileri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Ancak hala tüm bunlar onları rahatsız etmiyor ki rahat koltuklarında güle güle, izzet ve ikbal ile oturuyorlar. Ne diyelim; “ Buyurun devletlim, makam da sizin koltuk da! “ kullanın dilediğiniz kadar. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Devran dönebilir birgün.
Bu bayram çocuklar yine "Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan" diye sevinçli şarkılarını söyleyecekler. Ancak lütfen büyük makam sahipleri; sakın ola ki onların şarkılarına katılmayın, hatta bayramlarını bile kutlamaya kalkışmayın! O sanki sonradan tutturulmuş iğreti gülüşlerinizle, o yapmacık sevgilerinizle ve yapmacık hareketlerinizle çocuklara yaklaşmayın Zira sizleri görünce değil bizlerin çocukların bile yüzü gülmüyor. Yani “Neşe dolmuyor insan.”
ARZU KÖK
ÜNİVERSİTELER VE ÇATIŞAN GENÇLER...
Üniversite bir disiplin içinde evrensel gerçekliği açık bilimler açısından ve bunları da toplarsanız hayatın bütünü açısından araştırılıp, üretilmeye çalışıldığı bir kurumdur. Bunu yapanlar ise akademisyenler ve tabii ki de öğrencilerdir. Ancak bunu yaparken de özgür bir ortama gereksinim duyarlar. Zira gerçek anlamda bilim ve fikir adamları sadece özgür üniversitelerde yetiştirilir.
Üniversiteler bilgi ürettikleri için güç elde ederler. Bu gücü kullanmak isteyen çeşitli çevreler olabilir. Bu çevreler üniversite üzerinden insanın insana ve diğer varlıklara karşı hükmetmesi olup, insanın özünde olan iktidar gücünü elde etme arzusuyla hareket ederler. Durum böyle olunca da siyasi akımlar, siyasi iktidar, üniversite dışı güç odakları sürekli olarak da üniversite gücünü yanlarına alarak güçlerine güç katmaya çalışırlar. Ancak bu durum üniversiteyi evrensel davranış tarzından uzaklaştırıp bilimsel özerklikle bağdaşmayan bir iktidar aygıtı haline getirir. Böyle durumlarda ülkemizde olduğu gibi maalesef iktidarların çizdiği sınırların dışına çıkılamaması, çıkıldığı zaman da meşruiyet kaybıyla karşı karşıya kalacak olma korkusu üniversiteleri güdük bırakmaktadır. Dolayısıyla da vicdanı, birikimi ve düşünceleri arasında ikilem arasında kalan insanlar yetiştirmektedir.
Ülkemizdeki mevcut durum üniversite mensubunu memurluk ile entelektüellik arasında bir seçim yapmaya zorlamaktadır. Memurluk devlet nezdinde meşruiyet kazandırırken, siyasi açıdan da iyi bir pozisyon tutmanın yolunu açmaktadır. Entelektüel kaygılar ise iktidar ve çevresine eklemlenmemeyi ve otoriteye kafa tutmayı sağlarken, toplumsal gelişmenin de motor gücü olmaktadır. Bu nedenledir ki üniversitelerin güdük kalmasının sorumluluğu önce zorlamalar karşısında entelektüel duruş sergileyemeyen bilim insanlarının, sonra da üniversiteleri evrensel normların dışında zorlayan güç odaklarınındır.
Çoktan seçmeli sınavlarla üniversiteye başlıyor gençlerimiz. Sosyal hayatlarında karşılaştıkları sorunlar karşısında seçebilecekleri beş şıktan mahrumdular oysa ki. Yaşamın beş şıktan ibaret olmadığını onlara öğretebilecek en iyi yer üniversitelerdi. Kendilerini daha güzel ifade edebilecekleri, insanları, yaşamı daha iyi tahlil edebilecekleri mekanlardı üniversiteler. Doğruydu hayalleri. Ama bulamadılar umduklarını. Bir de üzerine başka sıkıntılar da eklenince üniversiteler patlamaya hazır birer bomba haline geliyor. Bu başka sıkıntılar neler mi;
- Üniversiteyi kazanabilmek adına harcanan büyük emek ve sermaye harcanmasına karşın bunun karşılığını üniversitede bulamanın yarattığı hayal kırıklığı,
- Ailelerinden gelen para çoğu öğrenciye yetecek seviyede değil. Dolayısıyla büyük bir ekonomik sıkıntı içindeler. Evet devlet kredi veriyor ama aylık 160 YTL yazıktır ki yetecek seviyede değil.
- Üniversitelerde ders dışında yapabilecekleri etkinlik sayısı çok az. Enerjilerini dışarı vurmalarını sağlayacak sosyal, spor ve kültürel etkinlikler yok denecek kadar az.
- Hükümet ile YÖK arasında yaşanan gerginlikler ister istemez onlara da yansıyor. Hükümetin kendilerini cezalandırdığına inanan öğrenci sayısı ise giderek artıyor. Bu yüzden AB ve ABD’den sonra en büyük tepki neredeyse hükümete.
- Siyasilerin hemen hepsine karşı tavır var. Marjinal gruplar dışında, siyasete ilgi duyan öğrenci sayısı çok fazla değil. İktidarıyla, muhalefetiyle siyasete ve siyasetçiye karşı genel bir soğukluk dikkat çekiyor.- 70’li, 80’li yılların sessiz çoğunluğu, şimdi konuşur oldu. Üniversite ve ülke sorunlarına karşı daha duyarlılar. Marjinal grupların karşısında daha dik durabiliyorlar.- Ve en büyük tedirginlik kaynağı, işsizlik. Mezun olmaktan adeta korkuyorlar.
Durum böyle olunca da öğrenciler çok gergin. Adeta patlamaya hazır bomba gibiler. En son Antalya Üniversitesi’nde yaşanan olaylarda bunun en büyük göstergesi niteliğindedir yazık ki. Zira zaten gergin olan öğrenciyi harekete geçirmek için tek bir kıvılcım dahi yetebiliyor. Bu da provakatörlerin işine gelen bir manzara çıkarıyor karşımıza.
Antalya Üniversitesi’nde yaşanan olaylar karşısında hepimiz dehşete düştük. Zira 70’li, 80’li yıllarda yaşanan üniversite olaylarını getirdi birçoğumuzun aklına ve yeniden acaba o günlere mi dönüyoruz şüphesiyle, korkusuyla doldurdu içimizi. Ancak şu sıralar yaşanan olayların çıkış nedeni o yıllardaki gibi de değil. “Devrimci”, “ülkücü” veya “sağcı”, “solcu” ayrışmasından farklı bir ayrışma yaşanıyor. Tıpkı toplumda olduğu gibi. Türkiye’deki siyasal çatışmanın eksenini, “Türk-Kürt” ve “laik-antilaik” ayrışması oluşturuyor. Doğal olarak üniversitelerdeki gerginlikler de bu eksen üzerinde gelişiyor. Toplumda baş gösteren kamplaşma, üniversitelerde çatışma biçiminde uç veriyor. En heyecanlı, en duygusal, kullanılmaya en elverişli olan üniversite gençliği provokasyona en uygun zemin olarak görülüyor.
Üniversitelerde tansiyonun düşmesi için herkes elinden geleni yapmalıdır. En başta da iktidar, YÖK ve rektörler. Hükümet, ebeveynlerin söz dinlemeyen çocuklarının harçlığını kestiği gibi, kendi kontrolüne girmeyen üniversiteleri parasızlıkla “ıslah” etme çalışmasından vazgeçmelidir. Rektörler de öğrencilerine daha çok vakit ayırmalıdırlar.
Henüz kuruluş aşamasını dahi tamamlayamadan üniversite etiketi verilen üniversitelerin yöneticileri tüm dikkatlerini inşaatlara veriyor. Rektörler, adeta şantiyede yatıp şantiyede kalkar hale geliyor. Yüz milyonlarca dolarlık yatırımlar yapıp, devasa kampuslar kuruyorlar. Bu yoğun tempoda ihmal ettikleri sadece öğrencileri olmadı. Yapmaları gereken bilimsel çalışmalarından uzak kaldılar. Kendi ailelerinin de çok uzağında kaldılar. Çocuklarının, torunlarının büyüdüğünü bile yakından göremediler.
Düşünülmesi gereken, üniversitelerdeki genel atmosferin nasıl yumuşatılacağı, gençler arasındaki kültür ve siyaset farklarının çatışmaya dönüşmesinin nasıl önleneceğidir. Bu ise ciddi bir araştırma ve inceleme konusudur aslında.
İktidardan muhalefete, üniversite yöneticilerinden emniyet güçlerine, medyadan felaket tellallarına kadar herkese düşen görev, gençleri olayların içerisine çekmek ya da itmek değil, onları kazanmaktır. Yangına körükle gitmekten vazgeçip provokatörlerin ekmeğine yağ sürülmezse bu başarılır. Üniversitelerdeki gerginlik yaygınlaşmadan ve sokağa taşmadan, bir an önce önlenmelidir. Bunun yolu da gençlere sıcak ilgiden geçmektedir.
ARZU KÖK
Üniversiteler bilgi ürettikleri için güç elde ederler. Bu gücü kullanmak isteyen çeşitli çevreler olabilir. Bu çevreler üniversite üzerinden insanın insana ve diğer varlıklara karşı hükmetmesi olup, insanın özünde olan iktidar gücünü elde etme arzusuyla hareket ederler. Durum böyle olunca da siyasi akımlar, siyasi iktidar, üniversite dışı güç odakları sürekli olarak da üniversite gücünü yanlarına alarak güçlerine güç katmaya çalışırlar. Ancak bu durum üniversiteyi evrensel davranış tarzından uzaklaştırıp bilimsel özerklikle bağdaşmayan bir iktidar aygıtı haline getirir. Böyle durumlarda ülkemizde olduğu gibi maalesef iktidarların çizdiği sınırların dışına çıkılamaması, çıkıldığı zaman da meşruiyet kaybıyla karşı karşıya kalacak olma korkusu üniversiteleri güdük bırakmaktadır. Dolayısıyla da vicdanı, birikimi ve düşünceleri arasında ikilem arasında kalan insanlar yetiştirmektedir.
Ülkemizdeki mevcut durum üniversite mensubunu memurluk ile entelektüellik arasında bir seçim yapmaya zorlamaktadır. Memurluk devlet nezdinde meşruiyet kazandırırken, siyasi açıdan da iyi bir pozisyon tutmanın yolunu açmaktadır. Entelektüel kaygılar ise iktidar ve çevresine eklemlenmemeyi ve otoriteye kafa tutmayı sağlarken, toplumsal gelişmenin de motor gücü olmaktadır. Bu nedenledir ki üniversitelerin güdük kalmasının sorumluluğu önce zorlamalar karşısında entelektüel duruş sergileyemeyen bilim insanlarının, sonra da üniversiteleri evrensel normların dışında zorlayan güç odaklarınındır.
Çoktan seçmeli sınavlarla üniversiteye başlıyor gençlerimiz. Sosyal hayatlarında karşılaştıkları sorunlar karşısında seçebilecekleri beş şıktan mahrumdular oysa ki. Yaşamın beş şıktan ibaret olmadığını onlara öğretebilecek en iyi yer üniversitelerdi. Kendilerini daha güzel ifade edebilecekleri, insanları, yaşamı daha iyi tahlil edebilecekleri mekanlardı üniversiteler. Doğruydu hayalleri. Ama bulamadılar umduklarını. Bir de üzerine başka sıkıntılar da eklenince üniversiteler patlamaya hazır birer bomba haline geliyor. Bu başka sıkıntılar neler mi;
- Üniversiteyi kazanabilmek adına harcanan büyük emek ve sermaye harcanmasına karşın bunun karşılığını üniversitede bulamanın yarattığı hayal kırıklığı,
- Ailelerinden gelen para çoğu öğrenciye yetecek seviyede değil. Dolayısıyla büyük bir ekonomik sıkıntı içindeler. Evet devlet kredi veriyor ama aylık 160 YTL yazıktır ki yetecek seviyede değil.
- Üniversitelerde ders dışında yapabilecekleri etkinlik sayısı çok az. Enerjilerini dışarı vurmalarını sağlayacak sosyal, spor ve kültürel etkinlikler yok denecek kadar az.
- Hükümet ile YÖK arasında yaşanan gerginlikler ister istemez onlara da yansıyor. Hükümetin kendilerini cezalandırdığına inanan öğrenci sayısı ise giderek artıyor. Bu yüzden AB ve ABD’den sonra en büyük tepki neredeyse hükümete.
- Siyasilerin hemen hepsine karşı tavır var. Marjinal gruplar dışında, siyasete ilgi duyan öğrenci sayısı çok fazla değil. İktidarıyla, muhalefetiyle siyasete ve siyasetçiye karşı genel bir soğukluk dikkat çekiyor.- 70’li, 80’li yılların sessiz çoğunluğu, şimdi konuşur oldu. Üniversite ve ülke sorunlarına karşı daha duyarlılar. Marjinal grupların karşısında daha dik durabiliyorlar.- Ve en büyük tedirginlik kaynağı, işsizlik. Mezun olmaktan adeta korkuyorlar.
Durum böyle olunca da öğrenciler çok gergin. Adeta patlamaya hazır bomba gibiler. En son Antalya Üniversitesi’nde yaşanan olaylarda bunun en büyük göstergesi niteliğindedir yazık ki. Zira zaten gergin olan öğrenciyi harekete geçirmek için tek bir kıvılcım dahi yetebiliyor. Bu da provakatörlerin işine gelen bir manzara çıkarıyor karşımıza.
Antalya Üniversitesi’nde yaşanan olaylar karşısında hepimiz dehşete düştük. Zira 70’li, 80’li yıllarda yaşanan üniversite olaylarını getirdi birçoğumuzun aklına ve yeniden acaba o günlere mi dönüyoruz şüphesiyle, korkusuyla doldurdu içimizi. Ancak şu sıralar yaşanan olayların çıkış nedeni o yıllardaki gibi de değil. “Devrimci”, “ülkücü” veya “sağcı”, “solcu” ayrışmasından farklı bir ayrışma yaşanıyor. Tıpkı toplumda olduğu gibi. Türkiye’deki siyasal çatışmanın eksenini, “Türk-Kürt” ve “laik-antilaik” ayrışması oluşturuyor. Doğal olarak üniversitelerdeki gerginlikler de bu eksen üzerinde gelişiyor. Toplumda baş gösteren kamplaşma, üniversitelerde çatışma biçiminde uç veriyor. En heyecanlı, en duygusal, kullanılmaya en elverişli olan üniversite gençliği provokasyona en uygun zemin olarak görülüyor.
Üniversitelerde tansiyonun düşmesi için herkes elinden geleni yapmalıdır. En başta da iktidar, YÖK ve rektörler. Hükümet, ebeveynlerin söz dinlemeyen çocuklarının harçlığını kestiği gibi, kendi kontrolüne girmeyen üniversiteleri parasızlıkla “ıslah” etme çalışmasından vazgeçmelidir. Rektörler de öğrencilerine daha çok vakit ayırmalıdırlar.
Henüz kuruluş aşamasını dahi tamamlayamadan üniversite etiketi verilen üniversitelerin yöneticileri tüm dikkatlerini inşaatlara veriyor. Rektörler, adeta şantiyede yatıp şantiyede kalkar hale geliyor. Yüz milyonlarca dolarlık yatırımlar yapıp, devasa kampuslar kuruyorlar. Bu yoğun tempoda ihmal ettikleri sadece öğrencileri olmadı. Yapmaları gereken bilimsel çalışmalarından uzak kaldılar. Kendi ailelerinin de çok uzağında kaldılar. Çocuklarının, torunlarının büyüdüğünü bile yakından göremediler.
Düşünülmesi gereken, üniversitelerdeki genel atmosferin nasıl yumuşatılacağı, gençler arasındaki kültür ve siyaset farklarının çatışmaya dönüşmesinin nasıl önleneceğidir. Bu ise ciddi bir araştırma ve inceleme konusudur aslında.
İktidardan muhalefete, üniversite yöneticilerinden emniyet güçlerine, medyadan felaket tellallarına kadar herkese düşen görev, gençleri olayların içerisine çekmek ya da itmek değil, onları kazanmaktır. Yangına körükle gitmekten vazgeçip provokatörlerin ekmeğine yağ sürülmezse bu başarılır. Üniversitelerdeki gerginlik yaygınlaşmadan ve sokağa taşmadan, bir an önce önlenmelidir. Bunun yolu da gençlere sıcak ilgiden geçmektedir.
ARZU KÖK
MAĞDURİYET VE MODA
Ülkemizde siyasi görüş maalesef ki babadan oğula geçen bir miras yada bir moda takibi şeklindedir. İnsanlarımızın bir çoğu neden o görüşte olduğunu bilmez bile. Sadece onlara göre olması gereken odur. Ya babadan miras kalmıştır yada o günlerde moda bunu gerektiriyordur. Siyasi görüşün modası olur mu demeyin. Türkiye’de olur.
Moda o sıralar en mazlum görünen kimseler ve partileri üzerinden yayılır. Eli yüzü düzgün, takım elbiseli efendi görünen ama illaki mazlum olan, haksızlığa uğramış sanılan birileri piyasaya çıktığı an tutulur. Hatta alınır, ezici bir üstünlükle devletin başına geçirilir. Seçilen o mazlum bile şaşırır bu duruma. Zira kendisi bile beklemiyordur bu durumu. Şaşırır. Ama görür ki mazlum politikası işe yaramaktadır. Bu nedenle de mazlum rolü takınarak kurtulmaya çalışır içinde bulunduğu her zor durumdan ki çoğu durumda da başarı sağlamayı başarmışlardır bu sayede.
Ülkemizde bu mağdur politikası sayesinde iktidara gelen AKP Hükümeti bunu kullanmayı çok iyi bilmiş durumdadır. En son ise kapatma davası sonrası yeniden canlandırdı AKP. Yargıtay Başsavcısı AKP’nin kapatılması talebiyle dava açmıştı. Tabii kaçmayacak bir fırsatla hemen mağdur politikasına başlandı. Kapatılması istenen mağdur bir partiydi artık. İddianame, bir dizi açıklamaların alt alta yazılmasından derlenmiş gibi görünüyor ve Başsavcının yetkilerini çok abartılı kullandığı ileri sürülüyordu. Toplumun diğer kesimi ise, bu davanın açılmış olmasını alkışlıyor ve ülkenin geleceğini yargının kurtaracağını düşünüyordu. Ancak olayın genelinde, mağduriyet etiketi AKP’ye takılmıştı. Zira bunu en güzel kullananlar onlardı. Moda rüzgarları onlardan yana esiyordu.
Genel seçimler öncesinde askerin 27 Nisan muhtırası ile başlayan, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararıyla devam eden mağduriyetler dizisi genel seçimlerde, AKP’ye çok büyük kazanç sağlamıştı. Parti sürekli bir yükselişe geçmişti.Şimdi ise yargı devredeydi. Bu sayede de mağduriyet etiketi yeniden AKP’nin yakasına iliştiriliyordu. Amaçları bu davayı kullanarak halka ne kadar mağdur olduklarını ispatlamak ve daha da yükseklere çıkmaktı.
Bu nedenle de Başsavcı’ya yüklenerek,eleştirerek mağduriyetlerini ispata çalıştılar. Evet eleştiri yapılabilir. Bu gayet doğaldır. Ancak ülkemizde yerleşen öyle bir görüş var ki son günlerde o bu olayda da karşımıza çıktı. Yani eleştiri ne kadar seviyesiz ve hakaret içeren sözcüklerden oluşuyorsa eleştiriyi yapanın demokratlığı o kadar kesinlik kazanıyor. Recep Tayip Erdoğan mazlum olacak, demokrat olacak, diğerleri ise zalim olacak. Bizler de Türk Halkı’nın gözünün içine baka baka dokunulmazlıkları kaldıracağım diyerek kaldırmayan, yani halkına yalan söylemiş olan Erdoğan’ın mazlum olduğuna inanacağız(!)…
Ahlak bekçiliğine soyunanlar demokrat olacak, “flört etmek fahişeliktir” diyen Cemil Çiçek ve partisi demokrat ve mazlum olacak. Savcı Yalçınkaya ise onların deyimiyle faşist, laikçi, demokrasi düşmanı olacak öyle mi?.... Kim inanır buna… Hele bir de bu olayların üzerinden bir hafta bile geçmeden İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu başta, 12 yeni gözaltı yaşandı. Özellikle de Selçuk ve Alemdaroğlu’nun gözaltına alınma koşulları Türk Halkını isyan ettirdi. Evet belki AKP’nin bunu yaptırdığı söylenemez ama kapatma davasının hemen ardından gerçekleşen bu durum faturanın AKP’ye kesilmesine neden oldu. Bu nedenle de AKP artık mağduriyetlikten çıktı. Yaşanan son olaylarla kendi yönünde olan mağduriyetlik etiketi yön değiştirmeye başladı. Artık mazlum olanlar onlar değil. Eleştirilenler, katil muamelesi gösterilerek gözaltına alınan ülkemin aydın insanlarıdır mağdur olanlar, mağdur edilenler….
Şimdi bakalım neler olacak. Mağduriyetliğini kendi yaptıkları sayesinde kaybeden AKP durumu nasıl kurtaracak acaba? Zira artık en büyük kozları olan mağduriyetlik yok ellerinde artık.
ARZU KÖK
Moda o sıralar en mazlum görünen kimseler ve partileri üzerinden yayılır. Eli yüzü düzgün, takım elbiseli efendi görünen ama illaki mazlum olan, haksızlığa uğramış sanılan birileri piyasaya çıktığı an tutulur. Hatta alınır, ezici bir üstünlükle devletin başına geçirilir. Seçilen o mazlum bile şaşırır bu duruma. Zira kendisi bile beklemiyordur bu durumu. Şaşırır. Ama görür ki mazlum politikası işe yaramaktadır. Bu nedenle de mazlum rolü takınarak kurtulmaya çalışır içinde bulunduğu her zor durumdan ki çoğu durumda da başarı sağlamayı başarmışlardır bu sayede.
Ülkemizde bu mağdur politikası sayesinde iktidara gelen AKP Hükümeti bunu kullanmayı çok iyi bilmiş durumdadır. En son ise kapatma davası sonrası yeniden canlandırdı AKP. Yargıtay Başsavcısı AKP’nin kapatılması talebiyle dava açmıştı. Tabii kaçmayacak bir fırsatla hemen mağdur politikasına başlandı. Kapatılması istenen mağdur bir partiydi artık. İddianame, bir dizi açıklamaların alt alta yazılmasından derlenmiş gibi görünüyor ve Başsavcının yetkilerini çok abartılı kullandığı ileri sürülüyordu. Toplumun diğer kesimi ise, bu davanın açılmış olmasını alkışlıyor ve ülkenin geleceğini yargının kurtaracağını düşünüyordu. Ancak olayın genelinde, mağduriyet etiketi AKP’ye takılmıştı. Zira bunu en güzel kullananlar onlardı. Moda rüzgarları onlardan yana esiyordu.
Genel seçimler öncesinde askerin 27 Nisan muhtırası ile başlayan, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararıyla devam eden mağduriyetler dizisi genel seçimlerde, AKP’ye çok büyük kazanç sağlamıştı. Parti sürekli bir yükselişe geçmişti.Şimdi ise yargı devredeydi. Bu sayede de mağduriyet etiketi yeniden AKP’nin yakasına iliştiriliyordu. Amaçları bu davayı kullanarak halka ne kadar mağdur olduklarını ispatlamak ve daha da yükseklere çıkmaktı.
Bu nedenle de Başsavcı’ya yüklenerek,eleştirerek mağduriyetlerini ispata çalıştılar. Evet eleştiri yapılabilir. Bu gayet doğaldır. Ancak ülkemizde yerleşen öyle bir görüş var ki son günlerde o bu olayda da karşımıza çıktı. Yani eleştiri ne kadar seviyesiz ve hakaret içeren sözcüklerden oluşuyorsa eleştiriyi yapanın demokratlığı o kadar kesinlik kazanıyor. Recep Tayip Erdoğan mazlum olacak, demokrat olacak, diğerleri ise zalim olacak. Bizler de Türk Halkı’nın gözünün içine baka baka dokunulmazlıkları kaldıracağım diyerek kaldırmayan, yani halkına yalan söylemiş olan Erdoğan’ın mazlum olduğuna inanacağız(!)…
Ahlak bekçiliğine soyunanlar demokrat olacak, “flört etmek fahişeliktir” diyen Cemil Çiçek ve partisi demokrat ve mazlum olacak. Savcı Yalçınkaya ise onların deyimiyle faşist, laikçi, demokrasi düşmanı olacak öyle mi?.... Kim inanır buna… Hele bir de bu olayların üzerinden bir hafta bile geçmeden İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu başta, 12 yeni gözaltı yaşandı. Özellikle de Selçuk ve Alemdaroğlu’nun gözaltına alınma koşulları Türk Halkını isyan ettirdi. Evet belki AKP’nin bunu yaptırdığı söylenemez ama kapatma davasının hemen ardından gerçekleşen bu durum faturanın AKP’ye kesilmesine neden oldu. Bu nedenle de AKP artık mağduriyetlikten çıktı. Yaşanan son olaylarla kendi yönünde olan mağduriyetlik etiketi yön değiştirmeye başladı. Artık mazlum olanlar onlar değil. Eleştirilenler, katil muamelesi gösterilerek gözaltına alınan ülkemin aydın insanlarıdır mağdur olanlar, mağdur edilenler….
Şimdi bakalım neler olacak. Mağduriyetliğini kendi yaptıkları sayesinde kaybeden AKP durumu nasıl kurtaracak acaba? Zira artık en büyük kozları olan mağduriyetlik yok ellerinde artık.
ARZU KÖK
ATEŞ ÇEMBERİ VE TÜRKİYE
Türkiye bir ateş çemberi içerisinden geçmekte bu günlerde. Gerçi biz Türkler ateşlerde yürümeye alışmış, bir çok kereler de “Ateşle İmtihan” edilmiş bir milletiz. Belki de bu nedenledir ki olaylar karşısında serin kanlı ve metin olabiliyoruz. Toplum her şeye rağmen soğukkanlılığını uzun süre muhafaza edebiliyor. Neyse ki öyle. Aksi halde bu ortamda ülkede toplumun da karıştığı büyük olayların çıkması içten bile değildi. Gerçi bu serin kanlılık biraz da tarihi tecrübelerden ve de atalarımızın bizlere bıraktığı kültürel zenginlikten kaynaklanıyor.
Bu toplum genel olarak devlete bağlıdır. Asırlardır sürekli idare edilegelmesine rağmen kendisini ülkenin sahibi, jandarması ve de kamunun vicdanı kabul eder. En büyük isteği ise ülke sınırları içince sakince yaşamak,kıt-kanaat da olsa kimseye muhtaç olmadan yaşamaktır. Ona göre kendi geleceği devletin geleceğine bağlıdır. Bu nedenledir ki devlet her zaman baki kalmalıdır.
Devletin memurlarından azar işitmiştir, kötü davranışlara maruz kalmıştır, yeri gelmiş polisten, askerden dayak yemiştir; fakat her şeye rağmen devlete bağlılıktan vazgeçmemiştir. Eğer bir şikayeti veya kırgınlığı varsa da bu devlete değil onu idare edenleredir. Devletin gerekliliğini yılların getirdiği bir birikimle bilir, inanır. Bu devlet içerisinde başına ne gelirse gelsin devlet itaat edilmesi gereken ancak nedenini bir türlü açıklayamadığı bir olmazsa olmazdır.
Köy odalarında, mahalle kahvelerinde, komşu ziyaretlerinde, iş molalarında en çok konuştukları mesele “Ne olacak bu memleketin hali?” dir. Üniversite okumuş çocuklarından bile önce kurulurlar akşam haberlerini izlemek için televizyonun karşısına. Tüm dikkatlerini vererek izlerler haberleri. O esnada izlediklerini anlayabilmek adına duyacakları tek bir sese dahi tahammülleri yoktur. Sosyologların dahi çözmekte zorlandıkları konularda bile onlara fikir danıştığınızda mutlaka bir fikirleri olduğunu görürsünüz. Zira her şey ve herkes hakkında bir fikirleri ve hükümleri vardır.
Bu bahsettiğim kesim genel olarak köylerde oturur. Büyük şehirlerde ise kenar mahallelere yerleşmişlerdir. Genelde de inşaat işçisi, fabrika işçisi, rençber….. olarak çalışırlar. Her zaman vatan için ölmeye hazırlardır. Üç-dört aylık askerken bile ateş çemberi içerisine gözünü kırpmadan atlar. Şehit olur. Fakat kimseden bir şikayetleri yoktur. Tek söyledikleri söz “Vatan Sağ Olsun” dur. Yani bu insanlardır ki Atatürk’ün de ifade ettiği gibi “Milletin gerçek efendileridir.”
Ancak görünen bir durum vardır ki bu kesim bile artık olaylar karşısındaki serin kanlılıklarını bırakacak duruma gelmeye başlamışlardır ki bu çok büyük bir tehlikedir. Zira bu kesimin harekete geçmesi demek ülkenin büyük tehlikelere kucak açması demek olacaktır ki şu sıralar böyle bir şeye hiç ama hiç ihtiyacımız yoktur. Ancak nedendir bilinmez ama AKP Hükümeti her fırsatta kargaşa ortamı yaratacak faaliyetlere imza atmaktadır. Sürekli insanları taraf olmaya yönlendirme çabası içerisinde görünmektedirler.
Elbetteki bir ülkede iç çekişmeler, siyasi tartışmalar olacaktır. Ancak bunların milli menfaatlerin önüne geçmesi asla doğru bir tavır değildir. Bu yıllardır süregelen devlet geleneğimize de aykırıdır. Yazıktır ki AKP Hükümeti o geleneği de adeta yerle bir etme sevdasıyla hareket hale gelmiştir ki ülkeye ne kadar zarar verdiğinin bu ülke insanlarını nasıl üzdüğünün hala farkında değildir.
Türkiye gerçek anlamda çok önemli iç ve dış sorunlarla uğraşmak zorundadır. Gerçek anlamda bir ateş çemberinin içerisindeyiz. Bu aşamada ise yapılası gereken halkı galeyana getirecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Zira bugün her zamankinden daha çok sorunlarımız karşısında serin kanlı ve ılımlı olmaya ihtiyacımız var. Olayları doğru yorumlamaya mecburuz.
Ve artık suçlu aramaya da vaktimiz yok. Olayları serin kanlılıkla düşünmeli, akıllı doğru adımlar atılmasını sağlamaya yönelik çalışılmalıdır. Aksi taktirde yani insanları kamplara bölerek, sokaklara dökerek daha öncekilerde bir şey elde edemediler şimdikilerde edemez. Olacak olan tek şey ülkeye bu ülkenin gerçek efendilerine zarar vermek olacaktır. Bunu sonu ise bir felakettir. İzin vermeyelim…..
ARZU KÖK
Bu toplum genel olarak devlete bağlıdır. Asırlardır sürekli idare edilegelmesine rağmen kendisini ülkenin sahibi, jandarması ve de kamunun vicdanı kabul eder. En büyük isteği ise ülke sınırları içince sakince yaşamak,kıt-kanaat da olsa kimseye muhtaç olmadan yaşamaktır. Ona göre kendi geleceği devletin geleceğine bağlıdır. Bu nedenledir ki devlet her zaman baki kalmalıdır.
Devletin memurlarından azar işitmiştir, kötü davranışlara maruz kalmıştır, yeri gelmiş polisten, askerden dayak yemiştir; fakat her şeye rağmen devlete bağlılıktan vazgeçmemiştir. Eğer bir şikayeti veya kırgınlığı varsa da bu devlete değil onu idare edenleredir. Devletin gerekliliğini yılların getirdiği bir birikimle bilir, inanır. Bu devlet içerisinde başına ne gelirse gelsin devlet itaat edilmesi gereken ancak nedenini bir türlü açıklayamadığı bir olmazsa olmazdır.
Köy odalarında, mahalle kahvelerinde, komşu ziyaretlerinde, iş molalarında en çok konuştukları mesele “Ne olacak bu memleketin hali?” dir. Üniversite okumuş çocuklarından bile önce kurulurlar akşam haberlerini izlemek için televizyonun karşısına. Tüm dikkatlerini vererek izlerler haberleri. O esnada izlediklerini anlayabilmek adına duyacakları tek bir sese dahi tahammülleri yoktur. Sosyologların dahi çözmekte zorlandıkları konularda bile onlara fikir danıştığınızda mutlaka bir fikirleri olduğunu görürsünüz. Zira her şey ve herkes hakkında bir fikirleri ve hükümleri vardır.
Bu bahsettiğim kesim genel olarak köylerde oturur. Büyük şehirlerde ise kenar mahallelere yerleşmişlerdir. Genelde de inşaat işçisi, fabrika işçisi, rençber….. olarak çalışırlar. Her zaman vatan için ölmeye hazırlardır. Üç-dört aylık askerken bile ateş çemberi içerisine gözünü kırpmadan atlar. Şehit olur. Fakat kimseden bir şikayetleri yoktur. Tek söyledikleri söz “Vatan Sağ Olsun” dur. Yani bu insanlardır ki Atatürk’ün de ifade ettiği gibi “Milletin gerçek efendileridir.”
Ancak görünen bir durum vardır ki bu kesim bile artık olaylar karşısındaki serin kanlılıklarını bırakacak duruma gelmeye başlamışlardır ki bu çok büyük bir tehlikedir. Zira bu kesimin harekete geçmesi demek ülkenin büyük tehlikelere kucak açması demek olacaktır ki şu sıralar böyle bir şeye hiç ama hiç ihtiyacımız yoktur. Ancak nedendir bilinmez ama AKP Hükümeti her fırsatta kargaşa ortamı yaratacak faaliyetlere imza atmaktadır. Sürekli insanları taraf olmaya yönlendirme çabası içerisinde görünmektedirler.
Elbetteki bir ülkede iç çekişmeler, siyasi tartışmalar olacaktır. Ancak bunların milli menfaatlerin önüne geçmesi asla doğru bir tavır değildir. Bu yıllardır süregelen devlet geleneğimize de aykırıdır. Yazıktır ki AKP Hükümeti o geleneği de adeta yerle bir etme sevdasıyla hareket hale gelmiştir ki ülkeye ne kadar zarar verdiğinin bu ülke insanlarını nasıl üzdüğünün hala farkında değildir.
Türkiye gerçek anlamda çok önemli iç ve dış sorunlarla uğraşmak zorundadır. Gerçek anlamda bir ateş çemberinin içerisindeyiz. Bu aşamada ise yapılası gereken halkı galeyana getirecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Zira bugün her zamankinden daha çok sorunlarımız karşısında serin kanlı ve ılımlı olmaya ihtiyacımız var. Olayları doğru yorumlamaya mecburuz.
Ve artık suçlu aramaya da vaktimiz yok. Olayları serin kanlılıkla düşünmeli, akıllı doğru adımlar atılmasını sağlamaya yönelik çalışılmalıdır. Aksi taktirde yani insanları kamplara bölerek, sokaklara dökerek daha öncekilerde bir şey elde edemediler şimdikilerde edemez. Olacak olan tek şey ülkeye bu ülkenin gerçek efendilerine zarar vermek olacaktır. Bunu sonu ise bir felakettir. İzin vermeyelim…..
ARZU KÖK
KATLEDİLEN ÇAM AĞAÇLARI
Marmaris’te çam balıyla ünlü Osmaniye Köyü’nü bilir misiniz bilmem. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki çam balı üretiminin büyük bölümü bu bölgede yapılmaktadır. Ancak bu günlerde manganez madeninin çıkarılması amacıyla büyük bir çam ağacı katliamı başlatıldı. Manganez madenine hayır diyen köylülerle görüşen AKP Muğla Milletvekili Mehmet Nil Hıdır, "Kesilecek 411 ağaçtan alacağınız bal 250 kilo. Firmaya okul yaptırtırız iyi düşünün" dedi.
OSMANİYE Köyü’nde yüzlerce çam ağacının kesilmesine neden olan çalışmalar, üç günlük durdurma karının süresinin bitmesiyle yeniden başladı. Bu sıralarda köye gelip köyün tek kıraathanesinde köylülerle konuşan AKP Muğla Milletvekili Nil Hıdır Neslişah adlı firmanın, toplam 411 çam ağacının kesilmesine neden olacak maden çalışmalarının yasal olduğunu belirtikten sonra şöyle konuştu:
"Osmaniye baldan yılda 12 milyon YTL gelir elde ediyor. Maden faaliyete geçerse, yılda 25 milyon YTL getiri sağlayacak. 411 ağaçtan 250 kilo balımız kaybolmuş olur, bunun da maliyeti yıllık 62 bin YTL. 25 milyonun yanında 62 bin YTL’nin lafı mı olur? Ayrıca biz bu şirketlere burada okul yaptırtırız, yollarımızı düzelttiririz, gerekirse köylülerimize maden ocağında çalışması için şart koşarız. 250 kişi madende çalışsa köyümüze büyük miktarda para girer."
Ancak bozulacak doğal dengeden, bitirilmeye çalışılan arıcılıktan hiç söz etmiyor. Evet belki büyük bir ekonomik getiri söz konusudur. Ancak sırf ekonomik çıkarlar adına bir gün balı da dış ülkelerden almaya başlarsak da hiç şaşırmayalım. Zira AKP ve Zihniyeti ve hükümetinin başa geldiğinden beri tek düşüncesi ekonomik çıkarlar olmuş, ülkenin milli değerleri ikinci hatta üçüncü sıralara kaydırılmıştır. Bu nedenledir ki bu konudaki fikir ve görüşleri de bizleri hiç şaşırtmadı.
Milletvekili sanırız ki maddi çıkarları duyan köylünün sakinleşeceğini ve eylemlere son vereceklerini düşünmüş olmalıdır. Zira aksi halde böyle konuşmazdı. Ancak bu sözler köylüleri teskin etmeye yetmedi. Çünkü çoğu milletvekilinin cahil olarak nitelendirdikleri köylü yurttaşlarımız onlardan akıllıdır. Yaşadıkları doğaya, mesleklerine dokunulmamasını istemek de en büyük hakları.
Köylüler ve çevreye duyarlı insanlar, turizmin, arıcılığın ve çevrenin zarar görmesine izin vermemek için yasal çerçevelerde mücadelelerini sürdürmektedirler. Ancak nedendir bilinmez bir iki gazete hariç hiçbiri bu doğa katliamından bahsetmedi. Üstelik küresel ısınma nedeniyle yaşanılan kuraklığa, kesilecek çam ağaçları nedeniyle hız kazandırılmış da olacaktır. Tabii bu kimsenin umurunda değildir. Ekomomik çıkarlar söz konusuyken kim takar kuraklığı, çölleşmeyi….
Not: Bal üretimini bu şekilde engelleme girişiminde bulunanlar şimdi mutlulardır sanırız. Zira artık Türkiye Arjantin’den bal ithal etmeye başladı. Zaten bir o kalmıştı ithal etmediğimiz… Ne diyelim buna sebep olanların gözü aydın….
ARZU KÖK
OSMANİYE Köyü’nde yüzlerce çam ağacının kesilmesine neden olan çalışmalar, üç günlük durdurma karının süresinin bitmesiyle yeniden başladı. Bu sıralarda köye gelip köyün tek kıraathanesinde köylülerle konuşan AKP Muğla Milletvekili Nil Hıdır Neslişah adlı firmanın, toplam 411 çam ağacının kesilmesine neden olacak maden çalışmalarının yasal olduğunu belirtikten sonra şöyle konuştu:
"Osmaniye baldan yılda 12 milyon YTL gelir elde ediyor. Maden faaliyete geçerse, yılda 25 milyon YTL getiri sağlayacak. 411 ağaçtan 250 kilo balımız kaybolmuş olur, bunun da maliyeti yıllık 62 bin YTL. 25 milyonun yanında 62 bin YTL’nin lafı mı olur? Ayrıca biz bu şirketlere burada okul yaptırtırız, yollarımızı düzelttiririz, gerekirse köylülerimize maden ocağında çalışması için şart koşarız. 250 kişi madende çalışsa köyümüze büyük miktarda para girer."
Ancak bozulacak doğal dengeden, bitirilmeye çalışılan arıcılıktan hiç söz etmiyor. Evet belki büyük bir ekonomik getiri söz konusudur. Ancak sırf ekonomik çıkarlar adına bir gün balı da dış ülkelerden almaya başlarsak da hiç şaşırmayalım. Zira AKP ve Zihniyeti ve hükümetinin başa geldiğinden beri tek düşüncesi ekonomik çıkarlar olmuş, ülkenin milli değerleri ikinci hatta üçüncü sıralara kaydırılmıştır. Bu nedenledir ki bu konudaki fikir ve görüşleri de bizleri hiç şaşırtmadı.
Milletvekili sanırız ki maddi çıkarları duyan köylünün sakinleşeceğini ve eylemlere son vereceklerini düşünmüş olmalıdır. Zira aksi halde böyle konuşmazdı. Ancak bu sözler köylüleri teskin etmeye yetmedi. Çünkü çoğu milletvekilinin cahil olarak nitelendirdikleri köylü yurttaşlarımız onlardan akıllıdır. Yaşadıkları doğaya, mesleklerine dokunulmamasını istemek de en büyük hakları.
Köylüler ve çevreye duyarlı insanlar, turizmin, arıcılığın ve çevrenin zarar görmesine izin vermemek için yasal çerçevelerde mücadelelerini sürdürmektedirler. Ancak nedendir bilinmez bir iki gazete hariç hiçbiri bu doğa katliamından bahsetmedi. Üstelik küresel ısınma nedeniyle yaşanılan kuraklığa, kesilecek çam ağaçları nedeniyle hız kazandırılmış da olacaktır. Tabii bu kimsenin umurunda değildir. Ekomomik çıkarlar söz konusuyken kim takar kuraklığı, çölleşmeyi….
Not: Bal üretimini bu şekilde engelleme girişiminde bulunanlar şimdi mutlulardır sanırız. Zira artık Türkiye Arjantin’den bal ithal etmeye başladı. Zaten bir o kalmıştı ithal etmediğimiz… Ne diyelim buna sebep olanların gözü aydın….
ARZU KÖK
BATAN GEMİ VE BİREYLER
Çocukken basittik hepimiz. Dünya komik bir gerçeklik, hayallerimiz ise oyunlarımızın bahanesiydi. Sokaklarda ağaçlar ve yollar, evlerde ise kahkahalar ve rüyalar yaşardı. Sonu olmayan masallar anlatırdık birbirimize hiç sıkılmadan. Zaman diye bir kavram yoktu bizler için. Herkes çok büyük, ölüm ise imkansızdı.
Sonra bir gün, korkular doldu evlerimizin odalarına. Yalnızlık, çaresizlik, sessizlik gibi kavramları da getirdi yanında. Bombalar düşlerimizin üzerine düştü, dinamitler ise tutkularımızı uçurdu. Yaşama nedenimiz mecburiyet oldu. Sanki bir anda her şey, herkes değişti. İkiyüzlülük kol gezer oldu etrafta.
Aslında çocukların masallara duyduğu ihtiyaç ne kadar büyükse, yetişkinlere anlatılmaya kalkışılan masalların tehlikesi de o kadar büyüktür. Ancak bu tehlike genelde görünmez olur. Ve bizlere süslü kelimelerle sarmaladıkları inançları, öğretileri, akımları pazarlamaya çalışırlar. Bu sayede de gerçekleri gözlerimizden kaçırmaya çalışırlar. Eğer bize bunları yapanlar kapsamlı bir projenin parçası olmasalar bile bizleri yanılttıkları için suçludurlar yada kendilerine zarar verecek ölçüde saftırlar… Tabii biz saf olduklarına nedense bir türlü ihtimal veremiyoruz.
Her inanış kendisine inanmayanları dışladı, her propaganda karşısındakinden nefret etti, her öğreti bir diğerini reddetti. Yani bu dünyada hiçbir din,ırk, futbol takımı, politik parti bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar onurlu olamadı yazık ki.
Bilmem fark ettiniz mi ama, seçilmemiş liderler milyonlarca insanı sadece dinleri ve ırkları yüzünden insanlıktan çıkardılar. Onları istedikleri gibi yaralayıp, işkence ettiler, hapse attılar…
Bilmem fark ettiniz mi ama, dünya buldukları bombalara kendi isimlerini veren aptallar ve bu bombaları geleceğe yatırım için kullanan aptallar tarafından yönetiliyor…
Bilmem fark ettiniz mi ama, artık herkes hayatını günü gününe yaşıyor ve fazladan birkaç gün için yeterli oluyor nefes almak için…
Bilmem fark ettiniz mi ama, hava ve su da dahil bütün kaynaklarımızı tüketmiş olarak ölüyoruz…
Bilmem fark ettiniz mi ama, böyle giderse artık bir yarın olmayacak…
Bilmem fark ettiniz mi ama, tanrı bugün yaşıyor olsaydı bu şartlar altında belki de ateist olmak zorunda kalırdı…
İşte tüm bunları gördükçe;
Parçalanmış bir bayrak gibi sallanıyor başım,
Yüreğime çakılmış bir mızrağın ucunda
Acılar, yenilgiler ve kuşatılmış insan sesleri;
Yükseliyor ha bire bu uçurumlar dolambacında
Dipçikle ezilmiş çığlıklar, Çiğnenmiş grev bildirileri
Bir toplu iğneyle boynuma asılan suçlu bilinç
Hayır tüm soruların yanıtın biliyorum aslında
Üzerime çevrili silahların namlusunda sallanıyor; tutku ve erinç
Bu zincir, bu kelepçe, bu zindan bana göre değil
Benim bu ölüm şenliğinde yerim yok
“Geri verin ülkemi” başka ne söyleyebilirim
Oysa ne az şey istiyorum kendime.
Kızgın bir sacın üzerinde yürür gibiyim,
Sessiz gökyüzü sesimi tanıyamıyor artık
Kime sorsam “susmak gerek” diyor
Kime sorsam bir türlü anlayamadığım şeyler söylüyor bana
Aklım kuşkuyu taşıyamıyor artık
İnci boncuktan yapılmış bir kolye gibi
Takıyorum boynuma hayatı.
Bu batan geminin son yolcusu ben değilim elbet….
ARZU KÖK
Sonra bir gün, korkular doldu evlerimizin odalarına. Yalnızlık, çaresizlik, sessizlik gibi kavramları da getirdi yanında. Bombalar düşlerimizin üzerine düştü, dinamitler ise tutkularımızı uçurdu. Yaşama nedenimiz mecburiyet oldu. Sanki bir anda her şey, herkes değişti. İkiyüzlülük kol gezer oldu etrafta.
Aslında çocukların masallara duyduğu ihtiyaç ne kadar büyükse, yetişkinlere anlatılmaya kalkışılan masalların tehlikesi de o kadar büyüktür. Ancak bu tehlike genelde görünmez olur. Ve bizlere süslü kelimelerle sarmaladıkları inançları, öğretileri, akımları pazarlamaya çalışırlar. Bu sayede de gerçekleri gözlerimizden kaçırmaya çalışırlar. Eğer bize bunları yapanlar kapsamlı bir projenin parçası olmasalar bile bizleri yanılttıkları için suçludurlar yada kendilerine zarar verecek ölçüde saftırlar… Tabii biz saf olduklarına nedense bir türlü ihtimal veremiyoruz.
Her inanış kendisine inanmayanları dışladı, her propaganda karşısındakinden nefret etti, her öğreti bir diğerini reddetti. Yani bu dünyada hiçbir din,ırk, futbol takımı, politik parti bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar onurlu olamadı yazık ki.
Bilmem fark ettiniz mi ama, seçilmemiş liderler milyonlarca insanı sadece dinleri ve ırkları yüzünden insanlıktan çıkardılar. Onları istedikleri gibi yaralayıp, işkence ettiler, hapse attılar…
Bilmem fark ettiniz mi ama, dünya buldukları bombalara kendi isimlerini veren aptallar ve bu bombaları geleceğe yatırım için kullanan aptallar tarafından yönetiliyor…
Bilmem fark ettiniz mi ama, artık herkes hayatını günü gününe yaşıyor ve fazladan birkaç gün için yeterli oluyor nefes almak için…
Bilmem fark ettiniz mi ama, hava ve su da dahil bütün kaynaklarımızı tüketmiş olarak ölüyoruz…
Bilmem fark ettiniz mi ama, böyle giderse artık bir yarın olmayacak…
Bilmem fark ettiniz mi ama, tanrı bugün yaşıyor olsaydı bu şartlar altında belki de ateist olmak zorunda kalırdı…
İşte tüm bunları gördükçe;
Parçalanmış bir bayrak gibi sallanıyor başım,
Yüreğime çakılmış bir mızrağın ucunda
Acılar, yenilgiler ve kuşatılmış insan sesleri;
Yükseliyor ha bire bu uçurumlar dolambacında
Dipçikle ezilmiş çığlıklar, Çiğnenmiş grev bildirileri
Bir toplu iğneyle boynuma asılan suçlu bilinç
Hayır tüm soruların yanıtın biliyorum aslında
Üzerime çevrili silahların namlusunda sallanıyor; tutku ve erinç
Bu zincir, bu kelepçe, bu zindan bana göre değil
Benim bu ölüm şenliğinde yerim yok
“Geri verin ülkemi” başka ne söyleyebilirim
Oysa ne az şey istiyorum kendime.
Kızgın bir sacın üzerinde yürür gibiyim,
Sessiz gökyüzü sesimi tanıyamıyor artık
Kime sorsam “susmak gerek” diyor
Kime sorsam bir türlü anlayamadığım şeyler söylüyor bana
Aklım kuşkuyu taşıyamıyor artık
İnci boncuktan yapılmış bir kolye gibi
Takıyorum boynuma hayatı.
Bu batan geminin son yolcusu ben değilim elbet….
ARZU KÖK
GAZZE ÇOCUKLARI'NA
Mini mini bebeler gördüm.
Açlıktan karınları şişmiş bebeler,
Hastalıklı, sakat bebeler
Kuşluk boyu devasız gezen,
Ciğerleri sökülmüş,
Ağu dökülmüş üzerlerine ıtırdan,
Ölüyorlar tek tek.
Avurtlarından değil, iliklerinden kopan çığlıklar geliyor kulaklarıma.
Duvarlara çarparak parçalanan kuş misali,
Bir türlü doğmak bilmeyen sabah yıldızına hasret.
Umursuzuz, umursuzuz.
Bu yangınlarda ne?
Neden koparılıyor çiçekler?
Neden ölüyor, öldürülüyor bebeler?
Neden ebedi bir ilkbahar içerisinde yaşatamıyoruz onları?
Ve neden onlara dünyanın bütün gecelerinin,
Üzerinde bir gelecek sunamıyoruz?
O sessizce konuşanlar da kim?
Bu rüzgara karşı kürek çekenler de kim?
Akıntısız ırmakta deniz kızları örmezmiş saçlarını,
Ölü denizlerdeyse avlanmazmış köpek balıkları..
Çocuklarımız ölüyor, ah ah
Ölüyor suçsuz, masum çocuklarımız….
Bir katliama, cinayete sessiz kalmak o cinayete ortak olmaktır. Gazze’de yüzlerce masum çocuk katlediliyor ve dünya sessizce izliyor. Tek suçlu katliamı yapan İsrail gibi gösteriliyor. Ancak bu gidişata dur diyemeyen tüm dünya halkları sorumludur bu katliamdan.
Artık bu katliama dur deme zamanı gelmedi mi?
ARZU KÖK
Açlıktan karınları şişmiş bebeler,
Hastalıklı, sakat bebeler
Kuşluk boyu devasız gezen,
Ciğerleri sökülmüş,
Ağu dökülmüş üzerlerine ıtırdan,
Ölüyorlar tek tek.
Avurtlarından değil, iliklerinden kopan çığlıklar geliyor kulaklarıma.
Duvarlara çarparak parçalanan kuş misali,
Bir türlü doğmak bilmeyen sabah yıldızına hasret.
Umursuzuz, umursuzuz.
Bu yangınlarda ne?
Neden koparılıyor çiçekler?
Neden ölüyor, öldürülüyor bebeler?
Neden ebedi bir ilkbahar içerisinde yaşatamıyoruz onları?
Ve neden onlara dünyanın bütün gecelerinin,
Üzerinde bir gelecek sunamıyoruz?
O sessizce konuşanlar da kim?
Bu rüzgara karşı kürek çekenler de kim?
Akıntısız ırmakta deniz kızları örmezmiş saçlarını,
Ölü denizlerdeyse avlanmazmış köpek balıkları..
Çocuklarımız ölüyor, ah ah
Ölüyor suçsuz, masum çocuklarımız….
Bir katliama, cinayete sessiz kalmak o cinayete ortak olmaktır. Gazze’de yüzlerce masum çocuk katlediliyor ve dünya sessizce izliyor. Tek suçlu katliamı yapan İsrail gibi gösteriliyor. Ancak bu gidişata dur diyemeyen tüm dünya halkları sorumludur bu katliamdan.
Artık bu katliama dur deme zamanı gelmedi mi?
ARZU KÖK
GEMİLER BİRER TABUT TUZLA'DA
Gün geçmeden ölüm haberi alıyoruz Tuzla tersanelerinden. Cephede ülkesi için savaşan civanmertlerimizin şehit haberlerini aldığımız gibi. Ölüm değil, seri cinayetler işleniyor artık Tuzla’da. Çalışma Bakanı’na göre ise bu durum sanayileşen her ülkenin sorunu. “Denetledim” diyor Bakan Bey. Hemen arkasından, denetlediğini söylediği tersaneden geliyor bir işçinin ölüm haberi. “Bu nedir peki?” demeye kalmadan bir yenisi daha... Daha nereye kadar sürecek bu zamansız ölümler, daha kaç işçi ölecek?
Ölümler devam ediyor, cinayetler devam ediyor. “Gemi patronları kusurluysa, hataları olursa, acırsam namerdim” diyor Bakan Bey, kabadayıca bir tavırla. Ve bu tavrın üzerine iki ölüm, yani iki cinayet daha.Buyrun Bakan Bey; acımayın bakalım, acırsanız namertsiniz! Sakın yanlış anlaşılmasın. 400 delegenin önünde haykırarak Bakan Bey kendisi söyledi bu sözleri. Ve artık son verilmesi gerekmiyor mu bu gidişe?
Altı üstü üç kuruş, altı üstü asgari ücret, bir kiraya bile yetmeyecek bir ücret için ölüyorlar. Sigorta yok, ölümler kayıt dışı, üç kuruş kan parası ödeniyor, almak zorunda kalıyor geridekiler çaresiz. Geridekilere ise bir ölüm, bir iş cinayeti miras kalıyor. Sayın Bakan konuşurken, ‘Ben Anadolu çocuğuyum’ diyor; o nedenle mi jöleli saçlarınız , pırıl pırıl parlıyor. Etrafınızda korumalar var, bilmem kaç bin YTL maaş alıyorlar; siz Sayın Bakanımızın maaşını hiç sormuyoruz bile. Koca bakana ne kadar maaş aldığını sormak mı ne mümkün?
Ama ölenler de Anadolu çocuğu, bırakın iyi ücret almayı, kafalarında baret bile yok, iskelede ise emniyet kemeri... Baret kaç para ya da emniyet kemeri kaça, yıpranmış elektrik kablosunun metresi kaça? Ancak almıyor patronlar iş güveni sağlayacak malzemeleri. Nasıl olsa, ölenin arkasından yenisi gelecek. Zorluk çekmiyorlar nasıl olsa, ölenin yerine yenisini bulmak için. Kapıda milyonlar aç ve açıkta dururken, işsizken, çok kolay yeni bir köle bulmak. O nasırlı ve hünerli ellerde şekillenen, çiçekler ve törenlerle medarı iftiharlarımız olarak denize indirilen, gemiler, yatlar, tekneler mezar oluyor genç bedenlere.
Başbakan ne düşünüyor, Bakan ne düşünüyor acaba? AKP ve MHP tersane patronu vekiller ne düşünüyorlar?.. Ölümler karşısında sessiz kalmasın savcılar, yargıçlar!.. Çünkü her ölüm bir cinayet, taammüden adam öldürüyor Tuzla’nın patronları. Yarın bir yenisi daha olmadan, dursun ölümler, dursun bu cinayetler!
Bizler bu haykırışı dile getirirken ilginç bir gelişme oluyor. Ölümleri protesto etmek isteyen işçiler, sokağa çıkınca "devlet" onlara engel oldu. İşçisinin ölümüne engel olamayan devlet, sesini duyurmasına, copla, yumrukla engel oldu. Aslında demokratik-kapitalist düzen böyle bir şey olsa gerek. Gerekli önlemi almadığı için onlarca işçinin ölümüne neden olan işverene göstermelik para cezası, ölmeyip de hayatta kalan işçiye sopa. Ve bir kez daha görüldü ki devlet, ölümlerden ziyade, ölümleri protesto edenlere öfkeli imiş. Böylece de Tuzla işçisi ölme hakkından sonra, dayak yeme hakkıyla da tanıştı.
AB yolundaki reform sürecimizde sağlam adımlarla ilerliyoruz. “Zaten ölen ölür, kalan sağlarla Avrupa'ya gireriz”, diye düşünüyor hükümet sanırız. Böylece de Avrupalıları ürküten nüfusumuzu da kontrol altına almış oluruz. Zaten "serbest piyasa ekonomisi" de bu değil mi efendim. Yeni slogan, "Bırakın ölsünler." Hatta sessiz sessiz ölsünler, seslerini çıkarırlarsa da copu kafalarına yesinler.
Tuzla tersaneleri ölüm kokuyor. Gemiler birer tabut. Bu gidişata dur diyemeyen devlet ölümler karşısında sesini çıkarmak isteyenlere dur diyor. Nasıl bir anlayış bu? Nasıl bir babalık. Öyle ya bu halk hep devleti baba olarak tanımlamadı mı? Şimdi, ya hemen dur denilmelidir bu ölümlere yada devleti temsil hakkını elinde bulunduran hükümet istifa etmelidir.
ARZU KÖK
Ölümler devam ediyor, cinayetler devam ediyor. “Gemi patronları kusurluysa, hataları olursa, acırsam namerdim” diyor Bakan Bey, kabadayıca bir tavırla. Ve bu tavrın üzerine iki ölüm, yani iki cinayet daha.Buyrun Bakan Bey; acımayın bakalım, acırsanız namertsiniz! Sakın yanlış anlaşılmasın. 400 delegenin önünde haykırarak Bakan Bey kendisi söyledi bu sözleri. Ve artık son verilmesi gerekmiyor mu bu gidişe?
Altı üstü üç kuruş, altı üstü asgari ücret, bir kiraya bile yetmeyecek bir ücret için ölüyorlar. Sigorta yok, ölümler kayıt dışı, üç kuruş kan parası ödeniyor, almak zorunda kalıyor geridekiler çaresiz. Geridekilere ise bir ölüm, bir iş cinayeti miras kalıyor. Sayın Bakan konuşurken, ‘Ben Anadolu çocuğuyum’ diyor; o nedenle mi jöleli saçlarınız , pırıl pırıl parlıyor. Etrafınızda korumalar var, bilmem kaç bin YTL maaş alıyorlar; siz Sayın Bakanımızın maaşını hiç sormuyoruz bile. Koca bakana ne kadar maaş aldığını sormak mı ne mümkün?
Ama ölenler de Anadolu çocuğu, bırakın iyi ücret almayı, kafalarında baret bile yok, iskelede ise emniyet kemeri... Baret kaç para ya da emniyet kemeri kaça, yıpranmış elektrik kablosunun metresi kaça? Ancak almıyor patronlar iş güveni sağlayacak malzemeleri. Nasıl olsa, ölenin arkasından yenisi gelecek. Zorluk çekmiyorlar nasıl olsa, ölenin yerine yenisini bulmak için. Kapıda milyonlar aç ve açıkta dururken, işsizken, çok kolay yeni bir köle bulmak. O nasırlı ve hünerli ellerde şekillenen, çiçekler ve törenlerle medarı iftiharlarımız olarak denize indirilen, gemiler, yatlar, tekneler mezar oluyor genç bedenlere.
Başbakan ne düşünüyor, Bakan ne düşünüyor acaba? AKP ve MHP tersane patronu vekiller ne düşünüyorlar?.. Ölümler karşısında sessiz kalmasın savcılar, yargıçlar!.. Çünkü her ölüm bir cinayet, taammüden adam öldürüyor Tuzla’nın patronları. Yarın bir yenisi daha olmadan, dursun ölümler, dursun bu cinayetler!
Bizler bu haykırışı dile getirirken ilginç bir gelişme oluyor. Ölümleri protesto etmek isteyen işçiler, sokağa çıkınca "devlet" onlara engel oldu. İşçisinin ölümüne engel olamayan devlet, sesini duyurmasına, copla, yumrukla engel oldu. Aslında demokratik-kapitalist düzen böyle bir şey olsa gerek. Gerekli önlemi almadığı için onlarca işçinin ölümüne neden olan işverene göstermelik para cezası, ölmeyip de hayatta kalan işçiye sopa. Ve bir kez daha görüldü ki devlet, ölümlerden ziyade, ölümleri protesto edenlere öfkeli imiş. Böylece de Tuzla işçisi ölme hakkından sonra, dayak yeme hakkıyla da tanıştı.
AB yolundaki reform sürecimizde sağlam adımlarla ilerliyoruz. “Zaten ölen ölür, kalan sağlarla Avrupa'ya gireriz”, diye düşünüyor hükümet sanırız. Böylece de Avrupalıları ürküten nüfusumuzu da kontrol altına almış oluruz. Zaten "serbest piyasa ekonomisi" de bu değil mi efendim. Yeni slogan, "Bırakın ölsünler." Hatta sessiz sessiz ölsünler, seslerini çıkarırlarsa da copu kafalarına yesinler.
Tuzla tersaneleri ölüm kokuyor. Gemiler birer tabut. Bu gidişata dur diyemeyen devlet ölümler karşısında sesini çıkarmak isteyenlere dur diyor. Nasıl bir anlayış bu? Nasıl bir babalık. Öyle ya bu halk hep devleti baba olarak tanımlamadı mı? Şimdi, ya hemen dur denilmelidir bu ölümlere yada devleti temsil hakkını elinde bulunduran hükümet istifa etmelidir.
ARZU KÖK
KAZANILMIŞ HAKLARA DOKUNULUR MU?
AKP ve Zihniyeti hükümetinin önde gelen isimleri, halen Meclis’te görüşülmekte olan 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu için “Kazanılmış haklara dokunmuyoruz” diyorlar ya sakın inanmayın. Zira bu kuyruklu bir yalan…
Çünkü özellikle SSK’lılar için geçmiş yıl kazançlarının güncelleştirilmesi sırasında kullanıla gelen “Güncelleme Katsayı” larında ciddi değişiklikler yapılıyormuş... Bu katsayı, SSK emeklilerinin aylıklarının güncellenmesinde kullanıldığından, kanun Meclis’ten geçtiğinde emekli maaşları en az yüzde 25 oranında düşüş gösterecek...
Daha açık söyleyelim mi? Yani bugün 800 YTL alan bir SSK emeklisinin maaşı 600 YTL’ye düşecek… Gündemi türbanla meşgul ederken, insanları yapay demokrasi tartışmalarının içine çekerken alttan alttan Sosyal Güvenlik Kurumları iflas ediyor gerekçesiyle hem de ülke tarihinde ilk defa emekli maaşlarını düşürmeye çalışıyorlar… Vekillerin emekli aylıklarını ise arttırma çabaları içerisindeler… Yani asil emekli 600 YTL maaşa talim ederken, vekil emekli 6000 YTL maaş alarak keyfine bakacak… Ne adil bir düzen değil mi?...
Ne o yapamazlar mı diyorsunuz? Yapıyorlar!... Hem de masum, mazlum rolleri takınarak yapıyorlar. Buna “Cesaret edemezler” de demeyin... Nasıl cesaret etmesinler? Arkalarında yüzde 47’ lik desteği bu halk vermedi mi? Tabii ki de cesaret ederler. Hem merak etmeyin bunları da sizlere, bizlere hissettirmeden yapıyorlar. Bizleri haklarla, özgürlüklerle uğraştırırken kendileri yorgan altından bu işleri hallediyorlar.
Ülkede 12 milyon yoksul varken, emekli maaşlarının yüzde 25 düşürülmesi ile ülkemizde yoksul sayısında müthiş bir patlama olacak. Bu patlamanın zenginleşme çerçevesinde olması gerekirken. Ama merak etmeyin… Bu arada AKP ve Zihniyetine sahip olanlar arasında yaşanıyor zenginleşme patlaması…. Yani ne olmuş halk yoksullaşmışsa… Onlar zenginleşiyorlar ya her geçen gün… Kimin umurunda ki gariban halk…Hem onlar giderek yoksullaşmalı ki “daha fazla sadaka verip sevaba girsinler değil mi?
Bedava yemek dağıtan daha çok aşevi açacaklar... Daha çok alışveriş çeki dağıtacaklar... Daha fazla kömür torbasını kamyonlara yükletip, valileri de sert bir şekilde “Bizzat kendiniz dağıtın haaaa” diye uyaracaklar... Böylece de “vatandaşına sahip çıkan devlet adamı” rolüne bürünüp bu rolü layıkıyla oynayacaklar...
Kısacası elinizden maaşlarınızı alıp, sizleri sadaka almaya muhtaç hale getirecekler; sonra da siz onlara “Allah razı olsun, ya bunları da vermeselerdi ne olurdu halimiz” diyerek oy yağdıracaksınız... Ne güzel tezgah değil mi? Hem kendi amaçlarına ulaşacaklar hem de gariban halktan hiç ses çıkmayacak…
“Kazanılmış haklara dokunulur mu?” demeyin. Zira değil dokunmak onları tümden iptal için uğraşıyorlar…
ARZU KÖK
Çünkü özellikle SSK’lılar için geçmiş yıl kazançlarının güncelleştirilmesi sırasında kullanıla gelen “Güncelleme Katsayı” larında ciddi değişiklikler yapılıyormuş... Bu katsayı, SSK emeklilerinin aylıklarının güncellenmesinde kullanıldığından, kanun Meclis’ten geçtiğinde emekli maaşları en az yüzde 25 oranında düşüş gösterecek...
Daha açık söyleyelim mi? Yani bugün 800 YTL alan bir SSK emeklisinin maaşı 600 YTL’ye düşecek… Gündemi türbanla meşgul ederken, insanları yapay demokrasi tartışmalarının içine çekerken alttan alttan Sosyal Güvenlik Kurumları iflas ediyor gerekçesiyle hem de ülke tarihinde ilk defa emekli maaşlarını düşürmeye çalışıyorlar… Vekillerin emekli aylıklarını ise arttırma çabaları içerisindeler… Yani asil emekli 600 YTL maaşa talim ederken, vekil emekli 6000 YTL maaş alarak keyfine bakacak… Ne adil bir düzen değil mi?...
Ne o yapamazlar mı diyorsunuz? Yapıyorlar!... Hem de masum, mazlum rolleri takınarak yapıyorlar. Buna “Cesaret edemezler” de demeyin... Nasıl cesaret etmesinler? Arkalarında yüzde 47’ lik desteği bu halk vermedi mi? Tabii ki de cesaret ederler. Hem merak etmeyin bunları da sizlere, bizlere hissettirmeden yapıyorlar. Bizleri haklarla, özgürlüklerle uğraştırırken kendileri yorgan altından bu işleri hallediyorlar.
Ülkede 12 milyon yoksul varken, emekli maaşlarının yüzde 25 düşürülmesi ile ülkemizde yoksul sayısında müthiş bir patlama olacak. Bu patlamanın zenginleşme çerçevesinde olması gerekirken. Ama merak etmeyin… Bu arada AKP ve Zihniyetine sahip olanlar arasında yaşanıyor zenginleşme patlaması…. Yani ne olmuş halk yoksullaşmışsa… Onlar zenginleşiyorlar ya her geçen gün… Kimin umurunda ki gariban halk…Hem onlar giderek yoksullaşmalı ki “daha fazla sadaka verip sevaba girsinler değil mi?
Bedava yemek dağıtan daha çok aşevi açacaklar... Daha çok alışveriş çeki dağıtacaklar... Daha fazla kömür torbasını kamyonlara yükletip, valileri de sert bir şekilde “Bizzat kendiniz dağıtın haaaa” diye uyaracaklar... Böylece de “vatandaşına sahip çıkan devlet adamı” rolüne bürünüp bu rolü layıkıyla oynayacaklar...
Kısacası elinizden maaşlarınızı alıp, sizleri sadaka almaya muhtaç hale getirecekler; sonra da siz onlara “Allah razı olsun, ya bunları da vermeselerdi ne olurdu halimiz” diyerek oy yağdıracaksınız... Ne güzel tezgah değil mi? Hem kendi amaçlarına ulaşacaklar hem de gariban halktan hiç ses çıkmayacak…
“Kazanılmış haklara dokunulur mu?” demeyin. Zira değil dokunmak onları tümden iptal için uğraşıyorlar…
ARZU KÖK
ÜNİVERSİTELER VE KAOS
Türban konusu gündeme geldiğinden beri sürekli “Üniversitede kaos yaratacaksınız" diye uyarı üstüne uyarı yapıldı... Dinleyen olmadı. Ancak uyaranlar haklı çıktı. Üniversite kapılarında daha ilk gün kaos işareti geldi... Ama bu defa da kabahatli bulunanlar, "kaos uyarısı" yapanlar oldu!
RTE sürekli, "Laikliği çıkar kavgalarına alet ediyorlar" diyor... Laikliği, hukuku ve Anayasa'yı savunanların bundan çıkarı olduğunu iddia ediyor ki, herhalde tarihe geçmesi gereken bir cümledir bu...
İki üniversite haricinde diğer üniversitelerde kız öğrenciler türbanlarını çıkarıp girdiler... Demek ki türban istendiğinde çıkarılabiliyor. Bu kızlarımızdan hiçbiri de "Ben çıkarmam" demedi. Türbanlarını çıkardılar ve girdiler üniversitelerine.
Gelelim yarınlara... İktidarın, komisyondaki yeni 17. maddeyi yasalaştırmayacağı, uygulamayı rektörlere bırakarak yasağı zaman içinde gevşetme yolunu deneyeceği yolunda söylemler giderek artıyor... Bu durumda ise Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanı tarafından onaylandığı taktirde deyim yerinde ise üniversitelerde çıngar kopacak. Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç televizyonlardaki açıklamasında: "Yapılan Anayasa değişikliği türbana izin vermiyor, izin veren rektör kanunlara karşı suç işler..." dedi.
Hukuka bağlı kalan rektörler belli ki bu kaygı nedeniyle türbana izin vermeyecek. İktidara yakın olanlar veya onlara yaranmaya çalışanlar ise izin verecek türbana. Bu durumda da üniversite kapılarında kavgalar başlayacak. İşte size kaos. Bu uyarıyı yapan sadece basın mış gibi RTE sürekli basına yükleniyor. Bu uyarıyı sadece basın yapıyormuş gibi. Oysa Anayasa hocası Ergun Özbudun, 10 Şubat tarihli Milliyet'te aynı uyarıyı yapıyor: - 'Anayasa Mahkemesi kararı varken, türban serbestisini uygulamam' diyen rektörler çıkabilir. Kaotik bir durum doğabilir... Ama dinleyen kim?
Açıkçası asıl korkulan konu üniversitelerimizin yeniden 12 Eylül öncesi günlere dönme ihtimali… Bu ise herkesin tüylerini bile ürperten bir tablonun oluşması demek olacaktır. Ancak bu demek değildir ki, üniversiteli gençler, siyasetle ilgilenmesin, ülke sorunlarına sahip çıkmasın. Aksine bu ülkenin birer ferdi olarak tabii ki de fazlasıyla her konunun içinde olacaklar. Ancak, Ankara'da ya da farklı odaklarda tezgâhlanan bir siyasetin parçası haline geldiklerinde, neler olabileceğini yıllar öncesinden deneyimlerimizle biliyoruz. 12 Eylül öncesinde, normal zamanlarda güle oynaya şakalaşan gençler, dışarıdan kavga sesleri geldiğinde, dersi bırakıp birbirine girer, bir süre sonra olaylar yatıştığında ise kafaları, gözleri yarık şekilde derslere devam ederlerdi.
O dönemlerde Ecevit ve Demirel'in polemikleri nedeni ile ülke öyle bir noktaya gelmişti ki, en büyük acıyı üniversite öğrencileri çekti. Pek çoğu yaşamını yitirdi, pek çoğu hapishanelerde çürüdü. Pek çoğunun öğrenimi yarıda kaldı. Peki sonrasında ne oldu? Ecevit başbakan, Demirel de cumhurbaşkanı. Yani olan öğrencilerimize oldu. Yaratılan kaos sadece gençlerin geleceğini bitirdi. Diğerlerine hiçbir şey olmadı.
Şimdi yaratılan tartışma ortamının da onlardan hiçbir farkı yok aslında. Bu kaosun üniversitelere yansıması halinde ise fatura yine gençlere çıkacak. Bazı öğrencilerin eğitimleri yarıda kalırken yangını körükleyenlerin çocukları dünyanın en iyi üniversitelerinde öğrenim görmeye devam edecek.
YÖK'teki yeni yapılanma ise üniversitelerin siyasetin içine çekileceğine yönelik çok önemli sinyaller veriyor. Umarım ki yanılan biz olalım. Ancak görünen o ki, 60'lı, 70'li, 80'li yıllarda çok büyük acılar ve kayıplar yaşanmış olmasına rağmen, tarihten hiç ama hiç ders almamışız. Almamakta da kararlı görünüyoruz ne yazık ki.
Şunu da sormak istiyorum; “Neden tüm oyunlar gençler üzerinde oynanıyor? Neden ille de hep üniversiteler seçiliyor?” Kimler verecek bu soruların yanıtlarını? Gençler ise az çok kendi üzerlerine oynanan bu oyunun farkındalar. Ancak henüz çok gençler ve tecrübesizler. Hala büyüklerine güvenlerini yitirmediler. Yitirmemeleri de gerekiyor. Zira istenen şey de o değil mi?
Kısacası üniversiteler aklın ve sağduyunun, gençler de geleceğimizin teminatıdır. Onları kimse siyasi amaçları için kullanma hevesine girmesin. Zira bu gençlik kaybedilmemelidir...
ARZU KÖK
RTE sürekli, "Laikliği çıkar kavgalarına alet ediyorlar" diyor... Laikliği, hukuku ve Anayasa'yı savunanların bundan çıkarı olduğunu iddia ediyor ki, herhalde tarihe geçmesi gereken bir cümledir bu...
İki üniversite haricinde diğer üniversitelerde kız öğrenciler türbanlarını çıkarıp girdiler... Demek ki türban istendiğinde çıkarılabiliyor. Bu kızlarımızdan hiçbiri de "Ben çıkarmam" demedi. Türbanlarını çıkardılar ve girdiler üniversitelerine.
Gelelim yarınlara... İktidarın, komisyondaki yeni 17. maddeyi yasalaştırmayacağı, uygulamayı rektörlere bırakarak yasağı zaman içinde gevşetme yolunu deneyeceği yolunda söylemler giderek artıyor... Bu durumda ise Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanı tarafından onaylandığı taktirde deyim yerinde ise üniversitelerde çıngar kopacak. Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç televizyonlardaki açıklamasında: "Yapılan Anayasa değişikliği türbana izin vermiyor, izin veren rektör kanunlara karşı suç işler..." dedi.
Hukuka bağlı kalan rektörler belli ki bu kaygı nedeniyle türbana izin vermeyecek. İktidara yakın olanlar veya onlara yaranmaya çalışanlar ise izin verecek türbana. Bu durumda da üniversite kapılarında kavgalar başlayacak. İşte size kaos. Bu uyarıyı yapan sadece basın mış gibi RTE sürekli basına yükleniyor. Bu uyarıyı sadece basın yapıyormuş gibi. Oysa Anayasa hocası Ergun Özbudun, 10 Şubat tarihli Milliyet'te aynı uyarıyı yapıyor: - 'Anayasa Mahkemesi kararı varken, türban serbestisini uygulamam' diyen rektörler çıkabilir. Kaotik bir durum doğabilir... Ama dinleyen kim?
Açıkçası asıl korkulan konu üniversitelerimizin yeniden 12 Eylül öncesi günlere dönme ihtimali… Bu ise herkesin tüylerini bile ürperten bir tablonun oluşması demek olacaktır. Ancak bu demek değildir ki, üniversiteli gençler, siyasetle ilgilenmesin, ülke sorunlarına sahip çıkmasın. Aksine bu ülkenin birer ferdi olarak tabii ki de fazlasıyla her konunun içinde olacaklar. Ancak, Ankara'da ya da farklı odaklarda tezgâhlanan bir siyasetin parçası haline geldiklerinde, neler olabileceğini yıllar öncesinden deneyimlerimizle biliyoruz. 12 Eylül öncesinde, normal zamanlarda güle oynaya şakalaşan gençler, dışarıdan kavga sesleri geldiğinde, dersi bırakıp birbirine girer, bir süre sonra olaylar yatıştığında ise kafaları, gözleri yarık şekilde derslere devam ederlerdi.
O dönemlerde Ecevit ve Demirel'in polemikleri nedeni ile ülke öyle bir noktaya gelmişti ki, en büyük acıyı üniversite öğrencileri çekti. Pek çoğu yaşamını yitirdi, pek çoğu hapishanelerde çürüdü. Pek çoğunun öğrenimi yarıda kaldı. Peki sonrasında ne oldu? Ecevit başbakan, Demirel de cumhurbaşkanı. Yani olan öğrencilerimize oldu. Yaratılan kaos sadece gençlerin geleceğini bitirdi. Diğerlerine hiçbir şey olmadı.
Şimdi yaratılan tartışma ortamının da onlardan hiçbir farkı yok aslında. Bu kaosun üniversitelere yansıması halinde ise fatura yine gençlere çıkacak. Bazı öğrencilerin eğitimleri yarıda kalırken yangını körükleyenlerin çocukları dünyanın en iyi üniversitelerinde öğrenim görmeye devam edecek.
YÖK'teki yeni yapılanma ise üniversitelerin siyasetin içine çekileceğine yönelik çok önemli sinyaller veriyor. Umarım ki yanılan biz olalım. Ancak görünen o ki, 60'lı, 70'li, 80'li yıllarda çok büyük acılar ve kayıplar yaşanmış olmasına rağmen, tarihten hiç ama hiç ders almamışız. Almamakta da kararlı görünüyoruz ne yazık ki.
Şunu da sormak istiyorum; “Neden tüm oyunlar gençler üzerinde oynanıyor? Neden ille de hep üniversiteler seçiliyor?” Kimler verecek bu soruların yanıtlarını? Gençler ise az çok kendi üzerlerine oynanan bu oyunun farkındalar. Ancak henüz çok gençler ve tecrübesizler. Hala büyüklerine güvenlerini yitirmediler. Yitirmemeleri de gerekiyor. Zira istenen şey de o değil mi?
Kısacası üniversiteler aklın ve sağduyunun, gençler de geleceğimizin teminatıdır. Onları kimse siyasi amaçları için kullanma hevesine girmesin. Zira bu gençlik kaybedilmemelidir...
ARZU KÖK
NE HOŞGÖRÜLÜ BİR BAŞBAKAN!...
RTE’in bilinçaltına gizlenmiş fikir ve düşünceler son zamanlarda gün yüzüne çıkmaya başladı. Meğerse ne kadar lütufkar, hoşgörülü bir Başbakanımız varmış da haberimiz yokmuş. Aslında sürekli gazete ve diğer medya organlarında görülen mayolu kadın resimleri RTE’ in bir lütfuymuş aslında. Neden mi böyle söylüyorum? Ben cevap vermeyeyim de sadece konuşmasından bir pasaj vereyim o zaman: "Gazetelerinizin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz, affedersiniz ilavelerinde her şey tamamen ortada, ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı?" Arkasından ise ekliyor lütufkar RTE; "Bu konuda yasama, yürütme olarak yaptığımız, yapabileceğimiz bir şey mi var, yaptık mı? O zaman nedir bu feryat?" Yani yasa çıkarıp bunların önüne geçmediklerini ifade ediyorlar kendileri.
Ancak eminiz ki yapmayı çok hem de çok istiyorlar. Zira gazetelerin birinci sayfasında veya eklerinde mayolu bir kadın fotoğrafı gördükleri zaman muhtemelen akıllarından "Ya Rab! Şu güzelliğe insan hayran olmaz da ne yapar?" türü sözler geçerken nedense "şeytan görmüş" gibi tepki gösteriyor ve hemen kendilerini "ahlak zabıtası" olarak görmeye başlıyorlar. Bu nedenle de bu fotoğrafların yayınlanmadığı bir medya özlemlerini vurgulamaya başlıyorlar. Bu tavırların örneğini daha önce gördük. Nerede mi? Hava limanlarımızda. Mayolu kadın reklamlarını bir anda indittirip yasakladılar zira. Önümüzde böyle bir örnek varken medyanın kullandığı bu tarz resimleri ve cinsel konuları işleyen yazıları yasaklama fırsatını ele geçirdiklerinde tabii ki onu da yapacaklar. Bu durumda da her zaman yaptıkları gibi; "Yüzde 46.7’lik çoğunluğun ahlak anlayışı bizden bunu istiyor" diyerek yaptıklarını mazur gösterecekler. Ancak bu durumda da RTE’in aynı konuşmasında sürekli yinelediği ancak ne anlama geldiğini tam anlamıyla algılayamadığı çağdaş uygarlığın kapısının önünde bulacaklardır kendilerini. RTE ne kadar hoşgörülü olduğunu sadece "gazetelerin birinci sayfalarındaki mayolu kadın resimlerine ses çıkarmamakla" değil, "Allah aşkına kimin yaşam tarzına dokunduk?" şeklinde yönelttiği sorusuyla da ortaya koymaya çalışıyor. "İnsanların yaşam şekli değişmedi" demek kesinlikle doğru değil. Burada doğru olan şu: "İnsanların yaşam şekli sizin istediğiniz ölçülerde değişmedi." Zira AKP ve Zihniyetine sahip "1800 Belediye" nin ilk hedefi "o yöredeki içkili yerleri tedirgin etmek, ruhsat süresi biten yerlere yeni ruhsat vermemek, bitmeyenleri şehir dışına sürmek" değil miydi? Belediyelerin ve partinizin sözünün geçtiği yerlere alkollü içki sokmadığınızı, kimseyi rahatsız etmeden orada içki içme özgürlüğünü kullanmak isteyen vatandaşlara karşı ayırımcı bir politika izlediğiniz gerçeğini reddedebilir misiniz? Her apartmana bir mescit açma projesi, insanların yaşam şeklini değiştirme çabanızın bir örneği değil miydi? Bunu siz de biz de biliyoruz. Ve yine çok iyi biliyoruz ki asıl programınız henüz yapmaya cesaret edemediğiniz şeylere ulaşmaktır. Bu nedenle boşuna kendinizi sevimli ve hoşgörülü göstermeye çalışmayınız. Zira bu Ulus artık her şeyin farkında…
ARZU KÖK
Ancak eminiz ki yapmayı çok hem de çok istiyorlar. Zira gazetelerin birinci sayfasında veya eklerinde mayolu bir kadın fotoğrafı gördükleri zaman muhtemelen akıllarından "Ya Rab! Şu güzelliğe insan hayran olmaz da ne yapar?" türü sözler geçerken nedense "şeytan görmüş" gibi tepki gösteriyor ve hemen kendilerini "ahlak zabıtası" olarak görmeye başlıyorlar. Bu nedenle de bu fotoğrafların yayınlanmadığı bir medya özlemlerini vurgulamaya başlıyorlar. Bu tavırların örneğini daha önce gördük. Nerede mi? Hava limanlarımızda. Mayolu kadın reklamlarını bir anda indittirip yasakladılar zira. Önümüzde böyle bir örnek varken medyanın kullandığı bu tarz resimleri ve cinsel konuları işleyen yazıları yasaklama fırsatını ele geçirdiklerinde tabii ki onu da yapacaklar. Bu durumda da her zaman yaptıkları gibi; "Yüzde 46.7’lik çoğunluğun ahlak anlayışı bizden bunu istiyor" diyerek yaptıklarını mazur gösterecekler. Ancak bu durumda da RTE’in aynı konuşmasında sürekli yinelediği ancak ne anlama geldiğini tam anlamıyla algılayamadığı çağdaş uygarlığın kapısının önünde bulacaklardır kendilerini. RTE ne kadar hoşgörülü olduğunu sadece "gazetelerin birinci sayfalarındaki mayolu kadın resimlerine ses çıkarmamakla" değil, "Allah aşkına kimin yaşam tarzına dokunduk?" şeklinde yönelttiği sorusuyla da ortaya koymaya çalışıyor. "İnsanların yaşam şekli değişmedi" demek kesinlikle doğru değil. Burada doğru olan şu: "İnsanların yaşam şekli sizin istediğiniz ölçülerde değişmedi." Zira AKP ve Zihniyetine sahip "1800 Belediye" nin ilk hedefi "o yöredeki içkili yerleri tedirgin etmek, ruhsat süresi biten yerlere yeni ruhsat vermemek, bitmeyenleri şehir dışına sürmek" değil miydi? Belediyelerin ve partinizin sözünün geçtiği yerlere alkollü içki sokmadığınızı, kimseyi rahatsız etmeden orada içki içme özgürlüğünü kullanmak isteyen vatandaşlara karşı ayırımcı bir politika izlediğiniz gerçeğini reddedebilir misiniz? Her apartmana bir mescit açma projesi, insanların yaşam şeklini değiştirme çabanızın bir örneği değil miydi? Bunu siz de biz de biliyoruz. Ve yine çok iyi biliyoruz ki asıl programınız henüz yapmaya cesaret edemediğiniz şeylere ulaşmaktır. Bu nedenle boşuna kendinizi sevimli ve hoşgörülü göstermeye çalışmayınız. Zira bu Ulus artık her şeyin farkında…
ARZU KÖK
ÇENE ALTI
Sonunda üniversitelerde türbanın yolunu açma yolunu buldular. "Çene altı..." Komik bir şekilde sadece şekle bakılarak bir çözüm bulduklarını sanıyorlar.
Türbana serbestlik konusunda MHP ve Ak Parti anlaştılar. Anlaşmanın formülüne bir de isim taktılar: GATA formülü. Yani eşarbını türban formunda değil de, çene altından fiyonkla bağlarsan hiçbir sorun yok. Tamamdır.
Rejim tehlikesi de böylece bertaraf edilmiştir. Mesele kafanın içinde ne olduğunda değilmiş veya bazılarının başlarını siyasi bir mesaj amacıyla örtmeleri falan da değilmiş. Tüm sorun fiyonktaymış. Neden daha önce fark edememişler acaba?... Örtünün ucunu alttan çevirip, arkaya doğru atmadığın zaman Atatürk Devrimleri'ne bağlı, laikliğe inanmış, dini siyasallaştırmayan oluyorsun. Yooo eğer çene altından fiyonk atmamakta ısrar edersen işte o zaman tehlikelisin. Çözüm ne kadar da basitmiş değil mi?... Ne yaptılar böylece, Atatürk Devrimleri'ne karşı çıkanları ortadan kaldırdılar!...
Yıllardır ülkeyi gerilimden gerilime sürükleyenler nasıl da akıl edememişler acaba?... Yada AKP ve Zihniyetine yalakalık yapmak adına orada burada onlar lehine konuşan çenesi düşük bazı aydınlar yıllardır ekranlarda yırtındılar da nasıl oldu da böyle bir formülü akıl edemediler. Hayret doğrusu… Oysa bakın çözüm ne kadar da basitmiş. Çene altına bir fiyonk attılar ve herkesi laik Cumhuriyete bağladılar. İşte bu kadar. Alın size çözüm!...
AKP ve MHP bir çözüm yolunda anlaştıkları için sevinçliler. Neden olmasınlar ki? Türk Ulusunu salak yerine koyarak, devrim yasaları ile alay ederek, Anayasa’daki laiklik tanımı ile dalga geçerek bir formül bulmuşlar. Bu formüle sesini çıkaran da pek yok. Zira üçü beşi geçmiyorlar. Ki onları susturmak da kolay. Amaçlarına ulaşmalarına az kaldı. Amaç ne? Tabii ki yerel seçimler. Oylarını biraz daha arttırmak. Yoksa amaç Türk Ulusu veya sürekli söyledikleri gibi özgürlüklerin yaşanması değil. Zira amaç o olsaydı laik Cumhuriyetimize zarar verecek hiçbir şeye evet demezlerdi
Yıllardır ülkemizde iktidara gelen partiler ekonomiden sağlığa,depremden spora kadar her şeyi çeneleriyle çözegeldiler. Ancak ülkemizdeki rejimi tehdit eder hale gelen, RTE’nin de simge olduğunu kabul ettiği türban meselesini de çene ile çözecekleri aklımıza gelmemişti doğrusu. Ne kadar kolay değil mi? Tehlikeye giren rejim kimin umurunda. Her iki parti de kendisini düşünüyor.
Çenesi düşük aydınlarımıza da iki yol kalıyor. Ya çenelerini iyi çalıştırıp bu formüle övgüler düzecekler yada çenelerini kapatıp oturacaklar. Ancak şu ana kadar yalakalıkta sırayı kaptırmamaya çalışmalarından olsa gerek ilk yolu seçeceklerini düşünüyoruz. Zira eğer susarlarsa rant kapıları kapanacak. Yani onlarda kendilerini düşünecekler. Kısacası Türk Ulusunu ve Cumhuriyetini düşünen yok.
‘Çene Altı’ formülü laik Cumhuriyet rejimize atılmış en büyük darbedir. Bu halk atılan bu darbeyi hiç hak etmedi. Ancak elbet bir gün bunların hesabını sormasını da bilecektir…
ARZU KÖK
Türbana serbestlik konusunda MHP ve Ak Parti anlaştılar. Anlaşmanın formülüne bir de isim taktılar: GATA formülü. Yani eşarbını türban formunda değil de, çene altından fiyonkla bağlarsan hiçbir sorun yok. Tamamdır.
Rejim tehlikesi de böylece bertaraf edilmiştir. Mesele kafanın içinde ne olduğunda değilmiş veya bazılarının başlarını siyasi bir mesaj amacıyla örtmeleri falan da değilmiş. Tüm sorun fiyonktaymış. Neden daha önce fark edememişler acaba?... Örtünün ucunu alttan çevirip, arkaya doğru atmadığın zaman Atatürk Devrimleri'ne bağlı, laikliğe inanmış, dini siyasallaştırmayan oluyorsun. Yooo eğer çene altından fiyonk atmamakta ısrar edersen işte o zaman tehlikelisin. Çözüm ne kadar da basitmiş değil mi?... Ne yaptılar böylece, Atatürk Devrimleri'ne karşı çıkanları ortadan kaldırdılar!...
Yıllardır ülkeyi gerilimden gerilime sürükleyenler nasıl da akıl edememişler acaba?... Yada AKP ve Zihniyetine yalakalık yapmak adına orada burada onlar lehine konuşan çenesi düşük bazı aydınlar yıllardır ekranlarda yırtındılar da nasıl oldu da böyle bir formülü akıl edemediler. Hayret doğrusu… Oysa bakın çözüm ne kadar da basitmiş. Çene altına bir fiyonk attılar ve herkesi laik Cumhuriyete bağladılar. İşte bu kadar. Alın size çözüm!...
AKP ve MHP bir çözüm yolunda anlaştıkları için sevinçliler. Neden olmasınlar ki? Türk Ulusunu salak yerine koyarak, devrim yasaları ile alay ederek, Anayasa’daki laiklik tanımı ile dalga geçerek bir formül bulmuşlar. Bu formüle sesini çıkaran da pek yok. Zira üçü beşi geçmiyorlar. Ki onları susturmak da kolay. Amaçlarına ulaşmalarına az kaldı. Amaç ne? Tabii ki yerel seçimler. Oylarını biraz daha arttırmak. Yoksa amaç Türk Ulusu veya sürekli söyledikleri gibi özgürlüklerin yaşanması değil. Zira amaç o olsaydı laik Cumhuriyetimize zarar verecek hiçbir şeye evet demezlerdi
Yıllardır ülkemizde iktidara gelen partiler ekonomiden sağlığa,depremden spora kadar her şeyi çeneleriyle çözegeldiler. Ancak ülkemizdeki rejimi tehdit eder hale gelen, RTE’nin de simge olduğunu kabul ettiği türban meselesini de çene ile çözecekleri aklımıza gelmemişti doğrusu. Ne kadar kolay değil mi? Tehlikeye giren rejim kimin umurunda. Her iki parti de kendisini düşünüyor.
Çenesi düşük aydınlarımıza da iki yol kalıyor. Ya çenelerini iyi çalıştırıp bu formüle övgüler düzecekler yada çenelerini kapatıp oturacaklar. Ancak şu ana kadar yalakalıkta sırayı kaptırmamaya çalışmalarından olsa gerek ilk yolu seçeceklerini düşünüyoruz. Zira eğer susarlarsa rant kapıları kapanacak. Yani onlarda kendilerini düşünecekler. Kısacası Türk Ulusunu ve Cumhuriyetini düşünen yok.
‘Çene Altı’ formülü laik Cumhuriyet rejimize atılmış en büyük darbedir. Bu halk atılan bu darbeyi hiç hak etmedi. Ancak elbet bir gün bunların hesabını sormasını da bilecektir…
ARZU KÖK
ÜNİVERSİTELER,TÜRBAN VE ÜLKEMİZ
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, türban tartışmalarıyla ilgili olarak tuhaf bir çıkış yaparak, üniversitelerin "inançların özgürce yaşandığı yerler" olması gerektiğini söylüyor. Ancak, hepimizin malumu olduğu üzere, inançların özgürce yaşandığı yerler ibadethanelerdir, üniversiteler değil. Üniversiteler bilimin özgürce yaşandığı ve yapıldığı yerler olabilir ki bu da zaten tanımı gereği "inançların" işin içine karıştırılmadığı yer anlamına gelmektedir.
Eğer üniversiteler laik birer kurum olarak ortaya çıkmamış olsalardı, bugün hala dünyanın dönmediğine inanıyor olurduk. Zira Galileo bu yüzden öldü…Yine atom çekirdeğinin parçalanamayacağına inanır, bugünkü yaşantımızı borçlu olduğumuz bilimsel gelişmelerin büyük bir çoğunluğunu göremezdik bile. Zira din adamları, inanca aykırı buldukları konuların araştırılmasını yasaklarlar, konuşulmasına bile izin vermezlerdi.
Batı’da bilimin gelişmesini sağlayan şey kısaca "aydınlanma" dediğimiz süreçtir ve "ampüllerin yakılması" anlamına gelmiyordu. Bu süreç, dinin, bilime gölge etmemesi ve toplumsal yaşamı düzenleme iddiasından vazgeçirilmesine hizmet eden bir süreçti. RTE’nin kullanmaktan zevk duyduğu "Batı’nın bilim ve sanatı" dediği şey ise bu sürecin en önemli ürünü niteliğindedir. Müslüman ülkelerin "Batı’nın ilim ve sanatına" muhtaç olmalarının nedeni ise; dinin, ait olması gereken esas yerde tutulamaması ve günlük yaşamı yönetme iddiasında olma çabasından başka bir şey değildir.
Türkiye bu aydınlanma hareketini ATATÜRK sayesinde yaşadı. Şimdi ise bu aydınlığın üzerine güya ampül yakarak karartmaya çalışıyorlar. AKP ve Zihniyeti hükümeti ülkeyi “Karanlıklar Caddesine” doğru sürüklüyor. RTE batıdan bilim ve sanatı alamadığımızı sadece ahlaksızlıklarını aldığımız yolunda bir söylem geliştiriyor. Merak ediyorum doğrusu sözlerinden çıkmamaya özen gösterdikleri ABD ve AB’ye bu rahatsızlıklarını ifade ediyorlar mı? Zannetmiyorum. Ancak laik cumhuriyet Türkiye’siyle paylaşmakta bir çekince görmüyorlar. Peki var olduğunu iddia ettikleri dejenerasyon üniversitelere türbanın sokulmasıyla çözülecek mi? O zaman daha mı çok bilimle uğraşılacak. Daha mı çok gencimiz sanatçı olacak? Mümkün değil. Zira AKP ve Zihniyetine sahip olanlardan değil mi “Ben böyle sanata tükürürüm” diyenler?...
"Hiçbir şey eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç olamaz." Yazıktır ki Türkiye’de cehalet eyleme geçmiş durumda. Bu eylemin başını ise AKP ve Zihniyeti hükümeti çekiyor. Destekçileri mi? Önümüzdeki yerel seçimleri düşünerek üç beş tane başörtülü yandaşına yaranmaya çalışan MHP. Daha düne kadar sürekli çatışan bu iki parti bugün işbirliği yapmakta bir sakınca görmüyorlar. Ülkeyi büyük bir karanlığın içine atmaya çalışıyorlar.
Zira üniversitelerimiz Cumhurbaşkanımızın dediği gibi inançların özgürce yaşandığı yerler olacak, bilimin ve sanatın özgürce tartışıldıkları yerler yerine. Bu ise ülkemizi ortaçağ karanlığı içerisine atacaktır. Zira bilime vurulan bir darbe bir ülkenin geleceğine vurulan bir darbedir.
Susmak eyleme geçmiş cehalete bir madalya takmak değil midir? Ülkeyi karanlığa götürmek isteyenlerin amaçlarına hizmet etmek değil midir? Susup izleyecek miyiz? Ülkemizin karanlığa sürüklenmesine göz mü yumacağız?.....
ARZU KÖK
Eğer üniversiteler laik birer kurum olarak ortaya çıkmamış olsalardı, bugün hala dünyanın dönmediğine inanıyor olurduk. Zira Galileo bu yüzden öldü…Yine atom çekirdeğinin parçalanamayacağına inanır, bugünkü yaşantımızı borçlu olduğumuz bilimsel gelişmelerin büyük bir çoğunluğunu göremezdik bile. Zira din adamları, inanca aykırı buldukları konuların araştırılmasını yasaklarlar, konuşulmasına bile izin vermezlerdi.
Batı’da bilimin gelişmesini sağlayan şey kısaca "aydınlanma" dediğimiz süreçtir ve "ampüllerin yakılması" anlamına gelmiyordu. Bu süreç, dinin, bilime gölge etmemesi ve toplumsal yaşamı düzenleme iddiasından vazgeçirilmesine hizmet eden bir süreçti. RTE’nin kullanmaktan zevk duyduğu "Batı’nın bilim ve sanatı" dediği şey ise bu sürecin en önemli ürünü niteliğindedir. Müslüman ülkelerin "Batı’nın ilim ve sanatına" muhtaç olmalarının nedeni ise; dinin, ait olması gereken esas yerde tutulamaması ve günlük yaşamı yönetme iddiasında olma çabasından başka bir şey değildir.
Türkiye bu aydınlanma hareketini ATATÜRK sayesinde yaşadı. Şimdi ise bu aydınlığın üzerine güya ampül yakarak karartmaya çalışıyorlar. AKP ve Zihniyeti hükümeti ülkeyi “Karanlıklar Caddesine” doğru sürüklüyor. RTE batıdan bilim ve sanatı alamadığımızı sadece ahlaksızlıklarını aldığımız yolunda bir söylem geliştiriyor. Merak ediyorum doğrusu sözlerinden çıkmamaya özen gösterdikleri ABD ve AB’ye bu rahatsızlıklarını ifade ediyorlar mı? Zannetmiyorum. Ancak laik cumhuriyet Türkiye’siyle paylaşmakta bir çekince görmüyorlar. Peki var olduğunu iddia ettikleri dejenerasyon üniversitelere türbanın sokulmasıyla çözülecek mi? O zaman daha mı çok bilimle uğraşılacak. Daha mı çok gencimiz sanatçı olacak? Mümkün değil. Zira AKP ve Zihniyetine sahip olanlardan değil mi “Ben böyle sanata tükürürüm” diyenler?...
"Hiçbir şey eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç olamaz." Yazıktır ki Türkiye’de cehalet eyleme geçmiş durumda. Bu eylemin başını ise AKP ve Zihniyeti hükümeti çekiyor. Destekçileri mi? Önümüzdeki yerel seçimleri düşünerek üç beş tane başörtülü yandaşına yaranmaya çalışan MHP. Daha düne kadar sürekli çatışan bu iki parti bugün işbirliği yapmakta bir sakınca görmüyorlar. Ülkeyi büyük bir karanlığın içine atmaya çalışıyorlar.
Zira üniversitelerimiz Cumhurbaşkanımızın dediği gibi inançların özgürce yaşandığı yerler olacak, bilimin ve sanatın özgürce tartışıldıkları yerler yerine. Bu ise ülkemizi ortaçağ karanlığı içerisine atacaktır. Zira bilime vurulan bir darbe bir ülkenin geleceğine vurulan bir darbedir.
Susmak eyleme geçmiş cehalete bir madalya takmak değil midir? Ülkeyi karanlığa götürmek isteyenlerin amaçlarına hizmet etmek değil midir? Susup izleyecek miyiz? Ülkemizin karanlığa sürüklenmesine göz mü yumacağız?.....
ARZU KÖK
GENÇLERİ ELEŞTİRMEK
Birkaç orta yaşlı insan bir araya geldi mi başlıyorlar gençleri eleştirmeye. Gençleri eleştirmeye ne kadar çok meraklılar değil mi? Neler söylenmiyor ki?
” Gençler okumuyor, okusa da ciddi şeyler okumuyor, ciddi şeyler okusa da anlamıyor... İşleri güçleri bilgisayar başında oturmak, televizyon izlemek, internette chat yapmak, telefonda sürekli arkadaşlarıyla konuşmak. Hem de boş konuşmak… Politikayla ilgilenmiyorlar. Ne dünya sorunları, ne de ülke sorunları konusunda bilgileri yok... Derin ve sürekli ilişki kuramıyorlar, hep geçici ve yüzeysel ilişkiler kuruyorlar, çoğu da maddi çıkara dayanan türden ilişkiler.”
Bu eleştirilerde haklılık payı var mıdır? Varsa bu durumun tek sorumluları bu gençler midir? Şöyle bir durup düşünmek gerekmez mi? Günümüzde gençler ile ana babaları arasındaki farkın, şimdiye kadar hiçbir kuşakta görülmedik kadar derin ve sarsıcı olduğunu görmeliyiz ilk önce. Türkiye'de oldukça güçlü bir orta sınıfın oluşmasıyla birlikte toplumun yaşam biçimi de değişti. Otomobili olan, yazları tatile giden, çocuklarını özel okullara gönderen, eve bilgisayar ve internet hizmeti alabilen, bütün aile fertlerinin cep telefonu taşıdığı, eski kuşaklara göre daha liberal ilişkilerin olduğu aileler var oldu.Böylesine köklü şekilde değişen bir aile yapısının yeni kuşaklar üzerinde derin farklılıklar yaratması kadar doğal bir sonuç yoktur.
İkinci bir neden de, teknolojide meydana gelen değişikliklerdir. Günlük yaşamımızı büyük bir şekilde değiştiren cep telefonu ve internet o kadar çok yaygınlaştı ki. Tabii bir de buna uydu yayınlarını da ekleyebiliriz. Sınıf yapısında meydana gelen değişikliklerle beraber ortaya çıkan bu teknolojik yenilikler, yalnız yaşam kalitemizi etkilemekle kalmadı, aynı zamanda hayat anlayışımızı, dünyayı algılayışımızı, beklentilerimizi de değiştirdi.
Böylelikle de doğal olarak bir önceki kuşaktan çok farklı yeni bir insan modeli oluştu. 'Gençler okumuyor!' deniyor. Evet bir anlamda doğrudur. Zira, görsel kültür günümüzde o kadar çok ağır basıyor ki nedeni budur diye düşünüyorum. Yine önemli olan fark daha vardır ki, gençlerin bilgiye ulaşma kanallarının değişmiş olması. Birkaç dakikada internet sayesinde istedikleri bilgiye ulaşma olanaklarına sahipler artık.! Evet tüm bunlar disiplinli okumanın vereceği sistematik düşünme yeteneğini geliştirmelerinde onları zorlayacaktır ama yazıktır ki bunun da kolay ve hazır bir çözümü halihazırda bulunmuş değildir.
Gençlerin 'maddiyatçı', 'bireyci' olduğu, politikayla, ülke ve dünya sorunlarıyla pek ilgilenmedikleri eleştirisine gelince... 12 Eylül'ün ve aşırı liberal politikaların bir mirası değil midir bu sonuç? Üniversite örencilerinin siyasal partilere üye olmasını bile yasaklamadı mı bir ara? Aileler 'Aman yavrum, politika tehlikelidir, etliye sütlüye karışma' diye yetiştirmedi mi çocuklarını? 'Köşeyi dönmek' bir ideal olarak sunulmadı mı? Ne bekliyorduk ki? Aslında bir önceki kuşağın yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen az bir kesim bile olsalar gençlerin nasıl olup da hâlâ politikayla ilgilendiklerine şaşmalı aslında.
Onlar yepyeni bir dünyanın çocukları. Hem onları yetiştiren kuşak sizlersiniz. Bu nedenle çok da eleştirmeye hakkınız yok. Yada kim bilir, belki de biraz da kıskanıldığınız için mi eleştiriliyorsunuz onları bu kadar? Ne dersiniz?...
ARZU KÖK
” Gençler okumuyor, okusa da ciddi şeyler okumuyor, ciddi şeyler okusa da anlamıyor... İşleri güçleri bilgisayar başında oturmak, televizyon izlemek, internette chat yapmak, telefonda sürekli arkadaşlarıyla konuşmak. Hem de boş konuşmak… Politikayla ilgilenmiyorlar. Ne dünya sorunları, ne de ülke sorunları konusunda bilgileri yok... Derin ve sürekli ilişki kuramıyorlar, hep geçici ve yüzeysel ilişkiler kuruyorlar, çoğu da maddi çıkara dayanan türden ilişkiler.”
Bu eleştirilerde haklılık payı var mıdır? Varsa bu durumun tek sorumluları bu gençler midir? Şöyle bir durup düşünmek gerekmez mi? Günümüzde gençler ile ana babaları arasındaki farkın, şimdiye kadar hiçbir kuşakta görülmedik kadar derin ve sarsıcı olduğunu görmeliyiz ilk önce. Türkiye'de oldukça güçlü bir orta sınıfın oluşmasıyla birlikte toplumun yaşam biçimi de değişti. Otomobili olan, yazları tatile giden, çocuklarını özel okullara gönderen, eve bilgisayar ve internet hizmeti alabilen, bütün aile fertlerinin cep telefonu taşıdığı, eski kuşaklara göre daha liberal ilişkilerin olduğu aileler var oldu.Böylesine köklü şekilde değişen bir aile yapısının yeni kuşaklar üzerinde derin farklılıklar yaratması kadar doğal bir sonuç yoktur.
İkinci bir neden de, teknolojide meydana gelen değişikliklerdir. Günlük yaşamımızı büyük bir şekilde değiştiren cep telefonu ve internet o kadar çok yaygınlaştı ki. Tabii bir de buna uydu yayınlarını da ekleyebiliriz. Sınıf yapısında meydana gelen değişikliklerle beraber ortaya çıkan bu teknolojik yenilikler, yalnız yaşam kalitemizi etkilemekle kalmadı, aynı zamanda hayat anlayışımızı, dünyayı algılayışımızı, beklentilerimizi de değiştirdi.
Böylelikle de doğal olarak bir önceki kuşaktan çok farklı yeni bir insan modeli oluştu. 'Gençler okumuyor!' deniyor. Evet bir anlamda doğrudur. Zira, görsel kültür günümüzde o kadar çok ağır basıyor ki nedeni budur diye düşünüyorum. Yine önemli olan fark daha vardır ki, gençlerin bilgiye ulaşma kanallarının değişmiş olması. Birkaç dakikada internet sayesinde istedikleri bilgiye ulaşma olanaklarına sahipler artık.! Evet tüm bunlar disiplinli okumanın vereceği sistematik düşünme yeteneğini geliştirmelerinde onları zorlayacaktır ama yazıktır ki bunun da kolay ve hazır bir çözümü halihazırda bulunmuş değildir.
Gençlerin 'maddiyatçı', 'bireyci' olduğu, politikayla, ülke ve dünya sorunlarıyla pek ilgilenmedikleri eleştirisine gelince... 12 Eylül'ün ve aşırı liberal politikaların bir mirası değil midir bu sonuç? Üniversite örencilerinin siyasal partilere üye olmasını bile yasaklamadı mı bir ara? Aileler 'Aman yavrum, politika tehlikelidir, etliye sütlüye karışma' diye yetiştirmedi mi çocuklarını? 'Köşeyi dönmek' bir ideal olarak sunulmadı mı? Ne bekliyorduk ki? Aslında bir önceki kuşağın yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen az bir kesim bile olsalar gençlerin nasıl olup da hâlâ politikayla ilgilendiklerine şaşmalı aslında.
Onlar yepyeni bir dünyanın çocukları. Hem onları yetiştiren kuşak sizlersiniz. Bu nedenle çok da eleştirmeye hakkınız yok. Yada kim bilir, belki de biraz da kıskanıldığınız için mi eleştiriliyorsunuz onları bu kadar? Ne dersiniz?...
ARZU KÖK
EĞİTİM HAKKINI DA ALMAK İSTİYORLAR, UYANIN!...
Getirildiği makamın öneminin farkında olan Özcan, neden bu makama getirildiğini nihayet açık seçik bir dille ifade etti. Bir süredir "bütün yasaklar kalkacak", "ipimi çekerler" gibi açıklamalar yapan Özcan en son Milliyet gazetesi yazarı Fikret Bila ve gazeteci Yavuz Donat aracılığıyla "yeni projeleri" olduğunu ilan etmişti. şimdi ise tartışılmaması imkansız, akıllara ziyan bir projesini açıkladı..
Devlet üniversitelerini paralı yapmak istediklerini söyleyen Özcan; "Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. isteyene 8 - 10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu... ABD'de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, hiç kimseyi üniversiteye taşımamak. Sadece belli sayıda insanı taşımak. Diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var. İstihdam sorunu çözülür."
Ulusal Öğrenci Konseyi genel kurulu sonrasında yaptığı bu açıklamanın ardından ise öğrencilerin sorularını yanıtlayan Özcan'a sorulan sorular da alınan yanıtlar da ülkenin geldiği durumun ve Özcan'ın göreve ne maksatla getirildiğinin açıklaması niteliğinde doğrusu. Bu sorulara ve akıllara zarar cevaplara bir iki örnek verelim:
Bir öğrenci; "Herkes üniversite mezunu olmalı mı?" Özcan: "Hayır, olmamalı"
Bir öğrenci: "Neden, bu yöntemle başlama ihtiyacı duymadınız da üniversite sayısını artırma yolunu seçtiniz?" Özcan: "Çünkü, bunu söylersek daha geldik, üç haftada, herhalde beni oradan çabuk indirirler diye"
Tam bir kukla olduğunun, sadece amaçlanan hedef uğruna çalışacağının bir göstergesi niteliğinde. Özcan ilk göreve getirildiğinde bunun bir amaca hizmet amaçlı olduğunu ifade etmiştik. Zira YÖK Başkanı olmak için gerekli şartların birçoğunu sağlamayan bir kişi kalkıp da böylesine önemli bir kurumun başına getirilmezdi. Bu kurumun başına bir kukla gerekiyordu ve bulundu. şimdi de o kukla beceriksizlik mi, boşboğazlık mı dersiniz bir şekilde getiriliş amaçlarını açıklamaya başladı. Tabii bu söylemlere tepkiler de gecikmedi. Üniversite Öğretim Üyesi Dernekleri, "Ayrıcalıklı bir sınıf yaratılır, öğrenciler müşteri olur" diyerek tepki gösterdi. Gerçekten de durum budur. Bu sadece vahşi kapitalist sistemin getirip dayattığı bir projeden öte bir şey değildir. Zira örnek gösterilen ABD ile Türkiye’de yoksulluk diz boyu. İnsanlarımızın birçoğu açlık sınırı altında yaşamak zorunda. Böylesine gelir düzeyi düşük olan bir ülkede, üniversitelerin paralı hale getirilmesi ülkede sınıfsal bir ayrıma yol açar ki anlaşıldığı kadarıyla istenen de odur. Neden mi? Bu sayede türban sorunu aşılmış olacak çünkü. Zira özel üniversitelerde böyle bir sorun olmayacak.
Öğrencilere burs verelim diyorlar. Peki ülkenin durumu bu halde iken, yani ülkem insanının büyük bir kısmı açlık sınırında iken hangi vatandaşımıza burs verebilecek? Zira AKP ve Zihniyeti hükümeti bugün memurlarımıza bile doğru dürüst maaş veremiyorken nasıl olacak da burs verebilecekler şaşarım doğrusu. Tabii bu durumda da bursu kimlerin alabileceği de şimdiden açık ve seçik ortadadır. Elbette ki AKP ve zihniyetine sahip ve destek olanlar. Onların dışındakilere ise eğitim yolu kapatılacaktır. Dolayısıyla sadece belirli bir kesim faydalanabilecek böyle bir durumdan.Böylece de Türkiye’nin İslam Devleti olmasının önünde duran okumuş, aydın kesim ortadan kalkmış olacaktır.Onlar da amaçlarına ulaşmış olacaklardır. Peki nerede kaldı eğitim hakkı?
Sosyal devlet okuyandan para almaz. Eğitim ve sağlık sosyal devletin olmaz olmazlarıdır. Ancak AKP ve Zihniyeti bunların hepsine dokunabiliyor. Açıklaması da “ABD’yi örnek alıyoruz” şeklinde. Ama neden? Açıklama yok. Bir sistemi taklit etmeye çalışıyorlar ama iki ülkenin şartları eşit değil. Bu durumda nasıl başarı sağlanacak? Mümkün değil. Elde edilebilecek tek başarı, şeriatı getirmek olacaktır. Yani kendi amaçlarına hizmet dışında hiçbir getirisi olmayacak. Üniversiteleri paralı hale getirme projesi, aslında AKP ve Zihniyeti hükümetinin göreve geldiğinden beri uyguladığı, ülkeyi satma politikalarının bir parçasıdır.
Aslında Prof. Ünsal Oskay hocanın dediği gibi: “Bush ve Erdoğan arasındaki dünya görüşü, hayat anlayışı, politik felsefe açısından hiçbir fark yoktur. Biri retorikte ‘İsa, avangelistler’ falan diyor, diğeri ‘Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed.’ Hepsinin semantik yapısını kurcaladığınız zaman ne çıkacaktır? Para azizdir. Rıhtımı da satarım, Topkapı Sarayı’nı da satarım. Ha, içimi rahatlatmak için bayrakların ebadını büyütürüm. Cibali Karakolu’na 6 metrelik bayrak asarım. Ama karakol satılmış! Suudi Arabistan’dan adamlar geliyor. ‘Buraya 80 katlı modern karakol yapacağım’ diyor. ’Al toprağı’ diyor. Bu arada milleti ve kendi vicdanını rahatlatmak için bayraklar yakında 20 metreye çıkacak. Özal’ın mezarını da satacaklar. Hatta eğer uyanmazsak Anıtkabir’i de”
Nereden başladılar? Öncelikle olmazsa olmaz kitlerimizin satışıyla başladılar. Şimdi ise eğitim ve sağlık gibi sosyal devletin olmazsa olmazlarını satmaya başladılar. Şimdi ülkenin vekilleri sıfatıyla mecliste oturanlar unutmasınlar ki üniversiteler parasız olduğu için okuyup gelmişler buralara. Şimdi hangi hakla gelecek kuşakların eğitim haklarını alacaklar, sorarım?
Ey Türk Ulusu! Uyan artık uyan! Dar gelirli ve işsiz, yoksulluğa mahkûm edilmiş insanlarımız uyanın. Unutmayın ki sizin işsizliğiniz, yoksulluğunuz kader değil, sizi yönetenlerin beceriksizliğidir. Sizi saf, geleceğini göremeyen kara cahil insanlar olarak görenler gözlerinizi boyamaya çalışmaktadırlar. Aldanmayın bunlara! Bakın şimdi de eğitim hakkınızı elinizden almaya çalışıyorlar. Vatanın her parçasını para uğruna satıyorlar. Yakında para uğruna Anıtkabir’ i de satmaya kalkarlarsa şaşırmayın yada uyanın artık. Bu gidişata bir dur diyin. Yoksa çok şey kaybedeceğiz.
ARZU KÖK
Devlet üniversitelerini paralı yapmak istediklerini söyleyen Özcan; "Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. isteyene 8 - 10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu... ABD'de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, hiç kimseyi üniversiteye taşımamak. Sadece belli sayıda insanı taşımak. Diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var. İstihdam sorunu çözülür."
Ulusal Öğrenci Konseyi genel kurulu sonrasında yaptığı bu açıklamanın ardından ise öğrencilerin sorularını yanıtlayan Özcan'a sorulan sorular da alınan yanıtlar da ülkenin geldiği durumun ve Özcan'ın göreve ne maksatla getirildiğinin açıklaması niteliğinde doğrusu. Bu sorulara ve akıllara zarar cevaplara bir iki örnek verelim:
Bir öğrenci; "Herkes üniversite mezunu olmalı mı?" Özcan: "Hayır, olmamalı"
Bir öğrenci: "Neden, bu yöntemle başlama ihtiyacı duymadınız da üniversite sayısını artırma yolunu seçtiniz?" Özcan: "Çünkü, bunu söylersek daha geldik, üç haftada, herhalde beni oradan çabuk indirirler diye"
Tam bir kukla olduğunun, sadece amaçlanan hedef uğruna çalışacağının bir göstergesi niteliğinde. Özcan ilk göreve getirildiğinde bunun bir amaca hizmet amaçlı olduğunu ifade etmiştik. Zira YÖK Başkanı olmak için gerekli şartların birçoğunu sağlamayan bir kişi kalkıp da böylesine önemli bir kurumun başına getirilmezdi. Bu kurumun başına bir kukla gerekiyordu ve bulundu. şimdi de o kukla beceriksizlik mi, boşboğazlık mı dersiniz bir şekilde getiriliş amaçlarını açıklamaya başladı. Tabii bu söylemlere tepkiler de gecikmedi. Üniversite Öğretim Üyesi Dernekleri, "Ayrıcalıklı bir sınıf yaratılır, öğrenciler müşteri olur" diyerek tepki gösterdi. Gerçekten de durum budur. Bu sadece vahşi kapitalist sistemin getirip dayattığı bir projeden öte bir şey değildir. Zira örnek gösterilen ABD ile Türkiye’de yoksulluk diz boyu. İnsanlarımızın birçoğu açlık sınırı altında yaşamak zorunda. Böylesine gelir düzeyi düşük olan bir ülkede, üniversitelerin paralı hale getirilmesi ülkede sınıfsal bir ayrıma yol açar ki anlaşıldığı kadarıyla istenen de odur. Neden mi? Bu sayede türban sorunu aşılmış olacak çünkü. Zira özel üniversitelerde böyle bir sorun olmayacak.
Öğrencilere burs verelim diyorlar. Peki ülkenin durumu bu halde iken, yani ülkem insanının büyük bir kısmı açlık sınırında iken hangi vatandaşımıza burs verebilecek? Zira AKP ve Zihniyeti hükümeti bugün memurlarımıza bile doğru dürüst maaş veremiyorken nasıl olacak da burs verebilecekler şaşarım doğrusu. Tabii bu durumda da bursu kimlerin alabileceği de şimdiden açık ve seçik ortadadır. Elbette ki AKP ve zihniyetine sahip ve destek olanlar. Onların dışındakilere ise eğitim yolu kapatılacaktır. Dolayısıyla sadece belirli bir kesim faydalanabilecek böyle bir durumdan.Böylece de Türkiye’nin İslam Devleti olmasının önünde duran okumuş, aydın kesim ortadan kalkmış olacaktır.Onlar da amaçlarına ulaşmış olacaklardır. Peki nerede kaldı eğitim hakkı?
Sosyal devlet okuyandan para almaz. Eğitim ve sağlık sosyal devletin olmaz olmazlarıdır. Ancak AKP ve Zihniyeti bunların hepsine dokunabiliyor. Açıklaması da “ABD’yi örnek alıyoruz” şeklinde. Ama neden? Açıklama yok. Bir sistemi taklit etmeye çalışıyorlar ama iki ülkenin şartları eşit değil. Bu durumda nasıl başarı sağlanacak? Mümkün değil. Elde edilebilecek tek başarı, şeriatı getirmek olacaktır. Yani kendi amaçlarına hizmet dışında hiçbir getirisi olmayacak. Üniversiteleri paralı hale getirme projesi, aslında AKP ve Zihniyeti hükümetinin göreve geldiğinden beri uyguladığı, ülkeyi satma politikalarının bir parçasıdır.
Aslında Prof. Ünsal Oskay hocanın dediği gibi: “Bush ve Erdoğan arasındaki dünya görüşü, hayat anlayışı, politik felsefe açısından hiçbir fark yoktur. Biri retorikte ‘İsa, avangelistler’ falan diyor, diğeri ‘Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed.’ Hepsinin semantik yapısını kurcaladığınız zaman ne çıkacaktır? Para azizdir. Rıhtımı da satarım, Topkapı Sarayı’nı da satarım. Ha, içimi rahatlatmak için bayrakların ebadını büyütürüm. Cibali Karakolu’na 6 metrelik bayrak asarım. Ama karakol satılmış! Suudi Arabistan’dan adamlar geliyor. ‘Buraya 80 katlı modern karakol yapacağım’ diyor. ’Al toprağı’ diyor. Bu arada milleti ve kendi vicdanını rahatlatmak için bayraklar yakında 20 metreye çıkacak. Özal’ın mezarını da satacaklar. Hatta eğer uyanmazsak Anıtkabir’i de”
Nereden başladılar? Öncelikle olmazsa olmaz kitlerimizin satışıyla başladılar. Şimdi ise eğitim ve sağlık gibi sosyal devletin olmazsa olmazlarını satmaya başladılar. Şimdi ülkenin vekilleri sıfatıyla mecliste oturanlar unutmasınlar ki üniversiteler parasız olduğu için okuyup gelmişler buralara. Şimdi hangi hakla gelecek kuşakların eğitim haklarını alacaklar, sorarım?
Ey Türk Ulusu! Uyan artık uyan! Dar gelirli ve işsiz, yoksulluğa mahkûm edilmiş insanlarımız uyanın. Unutmayın ki sizin işsizliğiniz, yoksulluğunuz kader değil, sizi yönetenlerin beceriksizliğidir. Sizi saf, geleceğini göremeyen kara cahil insanlar olarak görenler gözlerinizi boyamaya çalışmaktadırlar. Aldanmayın bunlara! Bakın şimdi de eğitim hakkınızı elinizden almaya çalışıyorlar. Vatanın her parçasını para uğruna satıyorlar. Yakında para uğruna Anıtkabir’ i de satmaya kalkarlarsa şaşırmayın yada uyanın artık. Bu gidişata bir dur diyin. Yoksa çok şey kaybedeceğiz.
ARZU KÖK
ELEKTRİK ÜZERİNE ÇİRKİN OYUNLAR
AKP ve Zihniyeti hükümeti yılbaşından itibaren elektrik fiyatlarına konutta yüzde 15, sanayide yüzde 10 zam kararı aldı. Aslında; çok daha önce,yani seçimlerin hemen ardından,seçim savurganlığını bir nebze kapatabilmek için elektrik zammı düşünülmüştü… Ancak;gelen tepkiler üzerine, RTE, “ben böyle bir talimat vermedim…” türünden açıklamalar yaparak, Enerji Bakanı ile Hükümet Sözcüsü’nü oldukça zorda bırakmıştı. Ama onların ikisinden de,liderlerinin bu manevrası neticesinde ses gelmedi… Gelemezdi de!
O zaman yapılacak zam oranı öğrendiğimiz kadarıyla yüzde 3 civarında idi. Şimdi ise; ne değiştiyse zam oranında büyük bir artış söz konusu. Açıklar dürüst vatandaşımızın sırtından kapatılacak. Bu net olarak anlaşıldı…
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; kişi başına düşen ulusal gelire göre elektrik fiyatları karşılaştırıldığında, değil AB ülkeleri arasında, dünya ülkeleri arasında elektrik fiyatlarının en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir. Üstelik de elektrik üretiminde çok daha iyi imkanlara sahip olmasına rağmen. Ama ne yazık ki;toplumdan tepki gelmeyince; hükümet de istediği gibi at koşturuyor.Muhalefet derseniz; zaten bugünlerde onları gören de nerede olduklarını bilen de yok…
Hükümet seçim ertesi zam yapılacağını duyurduğunda büyük bir tepki almıştı. Zira seçim döneminde devletin imkanlarını sonuna kadar kullanan AKP ve Zihniyeti’nin bu açıkları kapatma yolu olarak görülmüştü bu zam. Bir anlamda da doğruydu. Zira seçim yardımı olarak Hazine’den alınan yardımların dışında, gerek doğrudan, gerekse yandaş Belediyeler aracılığıyla devletin imkanları resmen heba edilmişti. Dolayısıyla da Hazine tam takır, kuru bakır hesabı boşalmıştı. Devlet tekelinde bulunan bir çok hizmet alanı ile birlikte elektriğe zam yapmak; bir anlamda Hazine’yi yeniden doldurmanın yollarından biriydi. Ancak bu medya tarafından deşifre edildikten sonra geri adım atılmış ve zamdan vazgeçilmişti.
AKP ve Zihniyeti hükümetinin beceriksizliği dolayısıyla başarısızlıkları öyle tavan yaptı ki;bütçede meydana gelen açık gitgide artmış ve içinden çıkılamaz bir hal almıştı.
Üretimin yapılamadığı ortamlarda zam yapmak,hükümetin tek çıkar yolu.konunun gelip de özellikle elektriğe dayanmasının altında yatan gerçekler, ilk bakışta dikkatlerden kaçmıyor. Zira başkalarına peşkeş çekilen elektriğin kullanımından doğan açık da git gide çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun için tedbir almak AKP ve Zihniyeti iktidarının işine gelmemektedir. Çünkü alınacak tedbirlerin, öncelikle bağımlı oldukları dış güçlere, sonra da önemli desteğini aldıkları yandaş kesimlere dayanacaktır. Bunu yapmaktansa; tam aksini yapıp, açığı oluşturanları bir şekilde koruyup, faturayı dürüst vatandaşa çıkarmak şimdilik en zararsız yöntem. Çünkü, Türk Ulusu tepki vermekte pek mahir değildir maalesef. Bu da, hükümetin arayıp da bulamadığıdır…
Elektrik konusunun neden böylesine yüklenildi? Nasıl mı oluştu bu açıklar? Dilimizin döndüğünce kısaca anlatalım;
Bilindiği üzere elektriğin en çok tüketildiği ve sanayinin ağırlıkta olduğu Marmara Bölgesi’dir. Bu bölgede kullanılan kaçak elektriğin haddi hesabı yoktur. Ancak Hükümet pek tabii ki bu bölgedeki sanayicinin üzerine gidemez. Nasıl gitsin ki? Zira adamların hemen bütün çoğunluğu, örgütlü bir şekilde ve özellikle TÜSİAD aracılığıyla AKP ve Zihniyeti hükümetine olan desteklerini açıkça ifade ediyorlar. Bu durumda AKP ve Zihniyeti nasıl olurda bunlara müdahale edebilir ki? Hem siz olsaydınız bindiğiniz dalı keser miydiniz?
Yine, konutlarda kaçak elektriğin en çok kullanıldığı bölgeler Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri’dir. Fakat ne yazık ki buralara da dokunulamaz. Zira bunlara izin verilmesinin kökeninde AKP ve Zihniyeti’nin Kuzey Irak politikası yatmaktadır. Bu sayede oy oranlarını arttırmadılar mı o bölgelerde. Hatta birinci parti olarak çıkmadılar mı sandıktan. Şimdi nasıl olur da bu yörelerde ki kaçak kullanımın önünü kesebilirler ki? Katiyen olmaz. Zira hem oradaki halkın hem de ABD emperyalizminin ve güdümündeki AB’nin maşalarının ve yerli işbirlikçilerinin huzuru kaçar ki bunu RTE asla kabul edemez…
Ayrıca Kuzey Irak’a verilen elektriğin durumu da söz konusu. Zira o bölgeye verilen elektrik Türk insanının kullandığı fiyatın neredeyse yarısı bir fiyata verilmektedir. Yani Türk insanı kendi topraklarında üretilen elektriği, kendisine ve ülkesine kin besleyen, askerlerimizin şehit olmasına göz yuman, teröristleri vatandaşları olarak kabul edip, savunan bir ülke insanından daha pahalıya kullanıyor. Tabii doğal olarak AKP ve Zihniyeti hükümeti buna da bir dur diyemez. Zira bu da Kuzey Irak politikalarının bir parçası. Yani ABD ve AB’nin dayatmaları. Bu satışa veya buralara verilecek elektriğe yapılacak zamma RTE asla müsaade edemez. Çünkü, ABD ve güdümündeki AB’yi kızdırmak bu hükümet için istenebilecek en son şeydir.
Tabii bir de sokak lambalarının faturasını ödemeyen AKP ve Zihniyetine sahip belediyeler var. Bu faturaları onlara ödetmek olur mu hiç? O belediyeler ki, RTE’nin sözünden çıkmıyor, halka kömür ve gıda yardımı yapıyorlar. Yani bu iyilikleri karşılıksız mı kalsın? Mümkün değil. Tabii ki faturaları ödemezlerse de olur. Nasılsa hükümet ödetecek birilerini bulur.
Yukarıda anlattıklarımız ışığında buralara ve ilgililere dokunulamayacağı çok açıktır. Bu durumda ihtiyacın karşılanabileceği en uygun alan, dürüst vatandaşlardır. Bunların, nasıl olsa sesleri çıkmıyor, örgütlü de değiller. Arkalarında dışarıdan talimatlı işbirlikçiler de yok. O halde; vurun bunlara. Zam oranını da istedikleri gibi, hatta tüm açıkları kapatacak ölçüde de tutabilirler. Üç-beş mırıltı duyulur. Sadece o kadar!
IMF de son raporunu bu yönde vermiştir. Üstelik elektrik zammının otomatiğe bağlanması bile konuşulmuştur. Bağlarlar tabii. Zira amaç bir anlamda halkı bezdirerek elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin önünü açmak değil midir? Nasılsa dürüst vatandaşın ağzı var dili yok. Onlar Hazine’nin içini boşaltsınlar halk doldursun. Bir de” Ben halkımı düşünüyorum, kömür ve gıda yardımları yapıyorum “diyerek ortalığa çıkıp bir iki duygu sömürüsü yaparlarsa zaten bu halk onları affeder. Sistemi ne güzel kurmuşlar değil mi? Ve yazıktır ki dürüst fakat örgütlenme fakiri olan halkımızı kullanmayı çok iyi biliyorlar.
Boşaltan boşalttı Hazine’yi. Şimdi ise yeniden doldurma zamanı. Nasıl mı? Elbette ki her şeye zam yaparak… Para kimden mi çıkacak? Tabii ki vatandaştan….
ARZU KÖK
O zaman yapılacak zam oranı öğrendiğimiz kadarıyla yüzde 3 civarında idi. Şimdi ise; ne değiştiyse zam oranında büyük bir artış söz konusu. Açıklar dürüst vatandaşımızın sırtından kapatılacak. Bu net olarak anlaşıldı…
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; kişi başına düşen ulusal gelire göre elektrik fiyatları karşılaştırıldığında, değil AB ülkeleri arasında, dünya ülkeleri arasında elektrik fiyatlarının en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir. Üstelik de elektrik üretiminde çok daha iyi imkanlara sahip olmasına rağmen. Ama ne yazık ki;toplumdan tepki gelmeyince; hükümet de istediği gibi at koşturuyor.Muhalefet derseniz; zaten bugünlerde onları gören de nerede olduklarını bilen de yok…
Hükümet seçim ertesi zam yapılacağını duyurduğunda büyük bir tepki almıştı. Zira seçim döneminde devletin imkanlarını sonuna kadar kullanan AKP ve Zihniyeti’nin bu açıkları kapatma yolu olarak görülmüştü bu zam. Bir anlamda da doğruydu. Zira seçim yardımı olarak Hazine’den alınan yardımların dışında, gerek doğrudan, gerekse yandaş Belediyeler aracılığıyla devletin imkanları resmen heba edilmişti. Dolayısıyla da Hazine tam takır, kuru bakır hesabı boşalmıştı. Devlet tekelinde bulunan bir çok hizmet alanı ile birlikte elektriğe zam yapmak; bir anlamda Hazine’yi yeniden doldurmanın yollarından biriydi. Ancak bu medya tarafından deşifre edildikten sonra geri adım atılmış ve zamdan vazgeçilmişti.
AKP ve Zihniyeti hükümetinin beceriksizliği dolayısıyla başarısızlıkları öyle tavan yaptı ki;bütçede meydana gelen açık gitgide artmış ve içinden çıkılamaz bir hal almıştı.
Üretimin yapılamadığı ortamlarda zam yapmak,hükümetin tek çıkar yolu.konunun gelip de özellikle elektriğe dayanmasının altında yatan gerçekler, ilk bakışta dikkatlerden kaçmıyor. Zira başkalarına peşkeş çekilen elektriğin kullanımından doğan açık da git gide çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun için tedbir almak AKP ve Zihniyeti iktidarının işine gelmemektedir. Çünkü alınacak tedbirlerin, öncelikle bağımlı oldukları dış güçlere, sonra da önemli desteğini aldıkları yandaş kesimlere dayanacaktır. Bunu yapmaktansa; tam aksini yapıp, açığı oluşturanları bir şekilde koruyup, faturayı dürüst vatandaşa çıkarmak şimdilik en zararsız yöntem. Çünkü, Türk Ulusu tepki vermekte pek mahir değildir maalesef. Bu da, hükümetin arayıp da bulamadığıdır…
Elektrik konusunun neden böylesine yüklenildi? Nasıl mı oluştu bu açıklar? Dilimizin döndüğünce kısaca anlatalım;
Bilindiği üzere elektriğin en çok tüketildiği ve sanayinin ağırlıkta olduğu Marmara Bölgesi’dir. Bu bölgede kullanılan kaçak elektriğin haddi hesabı yoktur. Ancak Hükümet pek tabii ki bu bölgedeki sanayicinin üzerine gidemez. Nasıl gitsin ki? Zira adamların hemen bütün çoğunluğu, örgütlü bir şekilde ve özellikle TÜSİAD aracılığıyla AKP ve Zihniyeti hükümetine olan desteklerini açıkça ifade ediyorlar. Bu durumda AKP ve Zihniyeti nasıl olurda bunlara müdahale edebilir ki? Hem siz olsaydınız bindiğiniz dalı keser miydiniz?
Yine, konutlarda kaçak elektriğin en çok kullanıldığı bölgeler Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri’dir. Fakat ne yazık ki buralara da dokunulamaz. Zira bunlara izin verilmesinin kökeninde AKP ve Zihniyeti’nin Kuzey Irak politikası yatmaktadır. Bu sayede oy oranlarını arttırmadılar mı o bölgelerde. Hatta birinci parti olarak çıkmadılar mı sandıktan. Şimdi nasıl olur da bu yörelerde ki kaçak kullanımın önünü kesebilirler ki? Katiyen olmaz. Zira hem oradaki halkın hem de ABD emperyalizminin ve güdümündeki AB’nin maşalarının ve yerli işbirlikçilerinin huzuru kaçar ki bunu RTE asla kabul edemez…
Ayrıca Kuzey Irak’a verilen elektriğin durumu da söz konusu. Zira o bölgeye verilen elektrik Türk insanının kullandığı fiyatın neredeyse yarısı bir fiyata verilmektedir. Yani Türk insanı kendi topraklarında üretilen elektriği, kendisine ve ülkesine kin besleyen, askerlerimizin şehit olmasına göz yuman, teröristleri vatandaşları olarak kabul edip, savunan bir ülke insanından daha pahalıya kullanıyor. Tabii doğal olarak AKP ve Zihniyeti hükümeti buna da bir dur diyemez. Zira bu da Kuzey Irak politikalarının bir parçası. Yani ABD ve AB’nin dayatmaları. Bu satışa veya buralara verilecek elektriğe yapılacak zamma RTE asla müsaade edemez. Çünkü, ABD ve güdümündeki AB’yi kızdırmak bu hükümet için istenebilecek en son şeydir.
Tabii bir de sokak lambalarının faturasını ödemeyen AKP ve Zihniyetine sahip belediyeler var. Bu faturaları onlara ödetmek olur mu hiç? O belediyeler ki, RTE’nin sözünden çıkmıyor, halka kömür ve gıda yardımı yapıyorlar. Yani bu iyilikleri karşılıksız mı kalsın? Mümkün değil. Tabii ki faturaları ödemezlerse de olur. Nasılsa hükümet ödetecek birilerini bulur.
Yukarıda anlattıklarımız ışığında buralara ve ilgililere dokunulamayacağı çok açıktır. Bu durumda ihtiyacın karşılanabileceği en uygun alan, dürüst vatandaşlardır. Bunların, nasıl olsa sesleri çıkmıyor, örgütlü de değiller. Arkalarında dışarıdan talimatlı işbirlikçiler de yok. O halde; vurun bunlara. Zam oranını da istedikleri gibi, hatta tüm açıkları kapatacak ölçüde de tutabilirler. Üç-beş mırıltı duyulur. Sadece o kadar!
IMF de son raporunu bu yönde vermiştir. Üstelik elektrik zammının otomatiğe bağlanması bile konuşulmuştur. Bağlarlar tabii. Zira amaç bir anlamda halkı bezdirerek elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin önünü açmak değil midir? Nasılsa dürüst vatandaşın ağzı var dili yok. Onlar Hazine’nin içini boşaltsınlar halk doldursun. Bir de” Ben halkımı düşünüyorum, kömür ve gıda yardımları yapıyorum “diyerek ortalığa çıkıp bir iki duygu sömürüsü yaparlarsa zaten bu halk onları affeder. Sistemi ne güzel kurmuşlar değil mi? Ve yazıktır ki dürüst fakat örgütlenme fakiri olan halkımızı kullanmayı çok iyi biliyorlar.
Boşaltan boşalttı Hazine’yi. Şimdi ise yeniden doldurma zamanı. Nasıl mı? Elbette ki her şeye zam yaparak… Para kimden mi çıkacak? Tabii ki vatandaştan….
ARZU KÖK
PEMBE GÖZLÜKLER KIRILDI
Hükümet övünüp duruyor kaç zamandır; ”Büyümede görülmemiş bir rekora erişmişiz. İhracatta rekor bir patlama gerçekleşmiş durumda. Memurumuzu, işçimizi enflasyon altında ezdirmiyoruz.” diyerek. Yabancı sermaye girişi, özelleştirme ve tekmili, nurlu ufuklara yelken açmış ekonominin grafiğini AKP iktidarı çiziyor, nazar boncuğunu ise büyük sermayeler takıyor. "Aman her şey ne kadar iyi, ne kadar güzel, hiç bu kadar iyi olmamıştı."
Sonra ne mi oluyor? Devreye kara gün dostumuz, can kurtarıcımız IMF giriyor. Bir rapor yazıyor. Ama nasıl olur. Bu yapılan kardeşliğe, kara gün dostluğuna sığar mı? Bize bunu nasıl yapar dedirtiyor hükümete. IMF aralarında Türkiye, Brezilya, Rusya, Macaristan, Güney Afrika, Polonya’nın da yer aldığı sekiz ülkeyi sıralıyor ve diyor ki bu ülkeler krize en yakın ülkeler. AKP iktidara geldiğinden beri üzerine titrediği, sürekli pohpohladığı IMF, Türkiye’yi şimdi en kırılgan ülkeler arasına katıyor.
Neden mi? Aslında nedeni çok açık değil mi? Neden tabii ki ekonomik gerçekler. Döviz rezervlerinin kısa dönemli borçlara oranı, cari işlemler açığının milli gelire oranı, kamu borçlarının milli gelire oranı, özel sektöre açılan kredilerin milli gelire oranı…. Bunların hepsi çok ama çok yüksek. Bunlar ise hastalıklı bir ekonominin göstergeleri. Bunları ve daha başka gerekçeleri sıraladıktan sonra, dünyaya dönüyor ve “Türkiye’ye dikkat edin” diyor.
Peki nasıl oldu bu? Yaklaşık yedi yıldır zaten ülke ekonomimizi bir anlamda yönlendiren IMF değil miydi? AKP zaten IMF’nin sözünüzden çıkmadan hareket etmiyor. Bir önceki raporda göklere çıkardıkları ülke nasıl oldu da bu hale geldi? Yoksa bunların hepsi birer yalan, büyük birer uydurmaca mıydı? Ne oldu? Ama, rapor ortada. Gerçek acı. Yedi yıldır al takke, ver külah devam eden ilişkide şimdi tehlike çanları çalıyor. Bu bir IMF ihaneti mi yoksa ülke iktidarının ihaneti mi?
Bu durumda AKP ne yapıyor? AKP bu raporu görmezden geliyor. AKP hepimize hala pembe gözlük takmaya uğraşıyor. Oysa, pembe gözlük çoktan kırıldı. Kıran ise yedi yıldır ekonomiyi yöneten, sizi pohpohlayan IMF.
Fiyat artışı, büyüme hızındaki düşüş haberleri, bu rapor sonrasında geliyor. Pembe solmaya yüz tutuyor. Elektrik zammı otomatiğe bağlanıyor. Kemerler sıkılmalı deniyor 2008 de. Ama nereye kadar. AKP ve sermaye belki farkında değil ama bu halk zaten yıllardır kemer sıkıyor. Sizin çizdiğiniz pembe tablonun ardında açlıktan, yoksulluktan kırılıyor. Halkımızın büyük bir çoğunluğu açlık sınırının altında yaşıyor. Şimdi de kalkmış “Kemerleri sıkacağız” diyorlar. Sanırım asıl amaçlanan halkı tümden öldürüp tüm sorunlardan kökten kurtulmak.
Tüm halkımıza seslenmek istiyorum. Belki sizin için çizilen pembe tabloya inanmak istediniz. Ancak o tablo çoktan yandı. Sıra o gözlükleri çıkartıp, gerçekle yüzleşmekte. Kararımızı ve tavrımızı ortaya net olarak koymakta.
ARZU KÖK
Sonra ne mi oluyor? Devreye kara gün dostumuz, can kurtarıcımız IMF giriyor. Bir rapor yazıyor. Ama nasıl olur. Bu yapılan kardeşliğe, kara gün dostluğuna sığar mı? Bize bunu nasıl yapar dedirtiyor hükümete. IMF aralarında Türkiye, Brezilya, Rusya, Macaristan, Güney Afrika, Polonya’nın da yer aldığı sekiz ülkeyi sıralıyor ve diyor ki bu ülkeler krize en yakın ülkeler. AKP iktidara geldiğinden beri üzerine titrediği, sürekli pohpohladığı IMF, Türkiye’yi şimdi en kırılgan ülkeler arasına katıyor.
Neden mi? Aslında nedeni çok açık değil mi? Neden tabii ki ekonomik gerçekler. Döviz rezervlerinin kısa dönemli borçlara oranı, cari işlemler açığının milli gelire oranı, kamu borçlarının milli gelire oranı, özel sektöre açılan kredilerin milli gelire oranı…. Bunların hepsi çok ama çok yüksek. Bunlar ise hastalıklı bir ekonominin göstergeleri. Bunları ve daha başka gerekçeleri sıraladıktan sonra, dünyaya dönüyor ve “Türkiye’ye dikkat edin” diyor.
Peki nasıl oldu bu? Yaklaşık yedi yıldır zaten ülke ekonomimizi bir anlamda yönlendiren IMF değil miydi? AKP zaten IMF’nin sözünüzden çıkmadan hareket etmiyor. Bir önceki raporda göklere çıkardıkları ülke nasıl oldu da bu hale geldi? Yoksa bunların hepsi birer yalan, büyük birer uydurmaca mıydı? Ne oldu? Ama, rapor ortada. Gerçek acı. Yedi yıldır al takke, ver külah devam eden ilişkide şimdi tehlike çanları çalıyor. Bu bir IMF ihaneti mi yoksa ülke iktidarının ihaneti mi?
Bu durumda AKP ne yapıyor? AKP bu raporu görmezden geliyor. AKP hepimize hala pembe gözlük takmaya uğraşıyor. Oysa, pembe gözlük çoktan kırıldı. Kıran ise yedi yıldır ekonomiyi yöneten, sizi pohpohlayan IMF.
Fiyat artışı, büyüme hızındaki düşüş haberleri, bu rapor sonrasında geliyor. Pembe solmaya yüz tutuyor. Elektrik zammı otomatiğe bağlanıyor. Kemerler sıkılmalı deniyor 2008 de. Ama nereye kadar. AKP ve sermaye belki farkında değil ama bu halk zaten yıllardır kemer sıkıyor. Sizin çizdiğiniz pembe tablonun ardında açlıktan, yoksulluktan kırılıyor. Halkımızın büyük bir çoğunluğu açlık sınırının altında yaşıyor. Şimdi de kalkmış “Kemerleri sıkacağız” diyorlar. Sanırım asıl amaçlanan halkı tümden öldürüp tüm sorunlardan kökten kurtulmak.
Tüm halkımıza seslenmek istiyorum. Belki sizin için çizilen pembe tabloya inanmak istediniz. Ancak o tablo çoktan yandı. Sıra o gözlükleri çıkartıp, gerçekle yüzleşmekte. Kararımızı ve tavrımızı ortaya net olarak koymakta.
ARZU KÖK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)