27 Temmuz 2008 Pazar

DEMOKRATİK MÜCADELE

Ergenekon davası, sadece bir örgüt davası gibi gösterilse de aslında çok daha büyük bir anlam taşıyor. Bu davanın temelinde “cumhuriyet mi demokrasi mi” tartışması bulunmakta ne yazık ki. Halkın 1946’dan bu yana cumhuriyetin kazanımlarını yıpratma ihtimali olan muhafazakâr partilere oy vermesi, “cumhuriyeti kurtarma” fikrinin canlı kalmasını sağlayan bir etken olmuştur. Ve cumhuriyeti demokrasi içinde korumaktan umudunu kesenler için askeri müdahaleler bir sığınma alanı konumuna geldi. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından demokratik ve ilerici bir anayasa yapılması, sol hareketlerin bu ihtilalin ardından güç kazanıp toplumu etkilemeleri söz konusu oldu. aslında oluşumları gereği askeri darbelere en fazla karşı olması gereken sol çevreler için de ihtilaller bir çıkış gibi görünür hale geldi. Zira bugün bile kendisini sol olarak niteleyen kimi çevrelerin “cumhuriyet için demokrasiden feragat etme” fikriyle bir kavram kargaşası etkisindedirler.
Öyle bir durum söz konusudur ki “Boş ver demokrasiyi, yeter ki vatanımız şeriatın eline düşmesin, bölünmesin” fikri neredeyse tüm bireylerin kafasında yer etmiş durumda. Oysa siyasi iktidardan kuşku duyduğumuz ama onu sandıkta yenemediğimiz zaman askeri göreve çağırmak demokrasiye duyulan inançsızlık değil de nedir? Her canımız yandığında "Asker göreve" diye bağırıyoruz bir çoğumuz. Ancak demokratik yollardan çözüm aramak, bu uğurda çalışan sivil toplum örgütleriyle iç içe çalışmaktan da imtina ediyoruz devamlı. Yani pek çoğumuz istiyoruz ki hem herşey istediğimiz gibi olsun hem de biz hiç yorulmayalım. Bir süreliğine demokrasiden de feragat ederiz, yeter ki olaylar bizim istediğimiz güzargaha girsin düşüncesi taşıyor birçogumuz. Ancak bu yaklaşım hem bize hem de ülkemize zarar verecektir.
Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği, muhafazakâr ve sağ partilerin sürekli olarak “dini” temalar ve cemaatlerle en azından dirsek temasında bulunduğu bir ortamda yaşıyor oluşumuz da aslında demokrasiyle ilgili kuşkuları besleyen bir başka etken durumundadır. AKP hükümeti ise toplumun kafasından bu kuşkuları gidermek adına çok güçlü imkanlara ve desteklere sahip olmasına rağmen ısrarla bunu yapmaktan kaçınmıştır. Israrla bir kargaşa ortamı yaratmaya çalışmıştır. Şimdi gerçek anlamda birşeyler yapmak isteyenlere düşen görev askeri göreve çağırmak değildir. Yapmaları gereken şey; AKP’nin “sahte demokrat”, “takıyyeci” olduğuna, “gizli bir gündemle ülkeyi geriye götürmek istediğine” inananların örgütlenmesi, siyasete girmesi, AKP ve devamı olan siyasetleri “sandıkta yenmek” için çalışması olacaktır. Bu yaklaşım ise “hem cumhuriyeti hem demokrasi” yi istemenin ve ikisinin de bir arada olabileceğine inanmanın da gösterdiği yoldur.
Sürekli demokrasiden dem vuranlar, Cumhuriyet kazanımlarının öneminden bahsedenler askeri göreve çağırmaya devam ededururlarken AKP eski Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener partisinden istifa etmiş ve "Yeni Oluşum Hareketi" adında bir parti kurmaya başlamıştı bile. yalnız bu olaylar olagelirken ilgimi çeken bazı noktalara da değinmeden geçmek istemiyorum açıkçası. Örneğin Şener AKP MYK üyeliğinden ayrılırken Başbakan tarafından bile medeni bir şekilde uğrlandı. Aslında özellikle yeni bir parti kurmak adına partisinden ayrılan için böylesine bir uğurlama görmedim, görmedik desem yeridir. Zira bu şekilde yolları ayrılanlar genelde kanlı bıçaklı olurlar. Ama burada tam tersi oldu.. Başbakan söz vermiş, Şener MYK toplantısında bir konuşma yaparak arkadaşlarına veda etmiş..Ne kadar güzel değil mi? Başbakan dert etmiyor, normal karşılıyor.. Peki diğer taraftan Şener'i karalamaya çalışan AKP'li demokrat(!) arkadaşlara ne oluyor?
Aslına bakarsanız Şener’in bu çıkışı, Türkiye'de oturtulmaya çalışılan yeni moda demokrasi anlayışıyla hiçbir uyuşma göstermiyor. Zira yeni anlayışımız demokrasinin sadece AKP için var olduğudur. Bu nedenledir ki AKP’yi destekleyenlere demokrat(!) deniliyor.. AKP’ye bir vesileyle karşı duruş sergilediğiniz anda da darbeci, otoriter rejim sevdalısı falan olarak damgalanıyorsunuz. Şener AKP'den neden ayrıldığını da açık yüreklilikle açıklamalıdır. AKP rotasından mı şaştı şaştıysa niye şaştı, anlatmalıdır. Ayrıca yeni oluşum dediği hareketin AKP’den temel farkını da ortaya koymalıdır. Sadece merkez sağda boşluk var, insanlar yeni bir hareket bekliyor demekle olmayacaktır bu işler. Zira açık olmaması pek çok yakıştırmayı da beraberinde getirecektir. Zira İlk gövde gösterisini Şener Milli Görüş’ün kalesi Konya’da yapması bile çok şeyin değişmeyeceğinin göstergesi olarak yansımaktadır.
Ancak her ne olursa demokratik bir mücadele yolunu seçmiştir Şener. Şimdi gerçek anlamda demokrasi isteyen, Cumhuriyet kazanımlarını elde tutmaya and içmiş kesimin de demokratik yollarla bir araya gelmesi ve mücadeleye başlaması gerekmektedir. Zira en büyük başarı demokratik yollarla ülkeyi tüm çirkinliklerden kurtarmak olacaktır....

ARZU KÖK

AYDIN OLMAK

‘Aydın olmak nedir?’ Aydın, entelektüel,……….v.b. türünde pek çok kavram var. Peki entelektüelin karşılığı aydın mıdır, yoksa ‘aydın’ a ayrı bir anlam mı yüklenmelidir. Hep ‘entel takılıyor’ yada ‘entellik etme’ sözleriyle insanlara aşağılayıcı bir tavır edasıyla yaklaşıyoruz da ‘aydın’ denildiğinde durup düşünüyoruz. Örneğin hiç kimseye ‘aydın takılıyor’ demiyoruz. Kimdir bu aydın?
Düşünce ve beyin çabası gösteren,zihinsel bir işle iştigal eden yada kafasıyla, fikirleriyle aydınlatma işlevini görev edinen midir? Yaygın tanım ‘aydın düşünce emekçisidir’ der. Peki tanım buysa bunun içerisine çok geniş bir kesim girmez mi? Mesela bilim, felsefe, edebiyat ve sanat yaratıcıları ve de tüm beyaz gömlekliler girer (bürokrat, mühendis, teknisyen, memur). Peki bunlar düşünce üretenler mi, yoksa üretilen düşüncenin yönetici ve yayıcıları mıdırlar?İkincisi demek daha uygun olacaktır. Zira bence aydın; düşüncelerini kendisi üretebildiği gibi, onları insanları aydınlatmak uğruna kullanan ve savaşandır. Tanımı böyle yaparsak ta bahsettiğimiz kesim daralır, küçülür. Bu durumda da aydın, kafası ve düşünceleriyle toplumu değiştirmeye çalışan insan olarak tanımlanacaktır. Yani ‘yenilikçi’ ve ‘aydınlatıcı’..
Barış ve insanlık düşmanı güçlerin sevinç çığlıkları attıkları bir dönemde, insanlığın geleceğine sahip çıkma sorumluluğunu üstlenen, onurlu, inatçı ve özverili bir insandır aydın. Ancak yaşamla mücadele ederken, bunu güç araçlarıyla değil, tartışarak yapar. Onun silahları; kişisel bilgileri, yetisi ve inançlarıdır. Aydın bütüne ait bir parça olmaya güçlükle razı olur ve bunu yaparken de hevesinden değil, sadece ve sadece zorunluluktan yapar. Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil. Ve kuşkusuz kendisini de bunlar arasına koyar… Olması gerekendir bu bir bakıma. Zira aydın, olayları ve düşüncelerini açıkça yazabilmek isteyendir, bu yolda mücadele verendir. ’Aydınlatma’ görevi onlara ayrı bir misyon yükler. Bu nedenle de siyasi iktidarların disiplin adı altında düşüncelerine sansür uygulamalarından hoşlanmazlar. Çünkü böyle bir durumda halka ulaşacak olanın, ’aydınlatma’ işlevinden uzak, siyasi iktidarın öğretilerinin dikte edilmesi olacağının bilincindedir. Bu nedenle disipline karşı çıkar, kişisel inançları için bunlara savaş açarlar. Sansüre uymaz, üzerlerindeki misyon gereği düşüncelerini olduğu gibi ifade ederler. Sonuç mu? Hapisler,gözaltılar….. Peki bunlardan sonra pes mi etmelidir aydın? Hayırrrr!...... Gerçek aydın, misyonuna duyduğu inançla bunlara boyun eğmemelidir. Ne olursa olsun… Aksi halde misyonunun yüklediği sorumlulukları yerine getirmeyen aydınlara gün gelecek halk cezasını en ağır şekilde verecektir.
‘Kah sevecen,kah korkunç maskelerle
Raksa çıkılan bir karnaval fikir hayatımız
Tanımıyoruz…
Nereden geliyorlar? Bilen yok
Firavunlara benziyorlar
Kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara
Ve aydınlarımız…
O meçhul için ehramlara taş taşıyan birer köle
Tarihse hep firavunlardan bahseder
Taşları taşıyanlar onlarmış gibi….’


ARZU KÖK

BAKALIMM NELER OLACAK

45 devlet üniversitesine yeni rektör atanacak. Ayrıca 10 kadar vakıf üniversitesine de yeni rektörler gelecek. Yani bir anlamda ülkemizde bulunan üniversitesitelerin bir çoğunun kaderi tayin edilmiş olacak. Neden mi kaderini tayin edecek? Çünkü rektör seçimi sadece üniversiteyi kimin yöneteceğinin yapıldığı bir seçim değildir. Türkiye’de rektörler yürürlükteki yasanın onlara çok geniş yetkiler vermesinin de getirdiği imkanla bu işlevlerinin dışında ve yaşam tarzımızı etkileyebilecek kadar önemli olabilir haldeler.
Yani yeni seçilecek rektörler, YÖK yasasının emrettiği gibi;
"ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı" kuşaklar yetiştirecek, böylece de ülkenin geleceğini Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip gençlere emanet edecek, yahut da siyasi yapının beklentilerine yanıt verme çabası içerisinde olacak.
Ancak yazıktır ki gelen sinyaller hiç de iç açıcı değil. YÖK tarihinde görülmedik siyasi baskıların söz konusu olduğu gündemde. YÖK tarihinde böyle bir duruma asla düşmemişti. Ancak izlediğimiz kadarıyla gelinen nokta bu. Daha önce bir yazımda yakında YÖK seçimlerinin yapılacağını bu anlamda da herkesin dikkatli olması gerektiğini ve üniversitelerin başına iktidara yakın isimlerin getirilmeye çalışıldığını ifade etmiştim. Ancak bazı eleştiriler oldu. Böyle bir şeye özellikle bu ortamda hükümetin cesater edemeyeceği savunuldu. ancak görünen manzara odur ki olanlar olmuş ve isimler YÖK'e tek tek dayatılmış. Neden mi böyle gözlemliyoruz olayı; gayet basit. Özellikle türbana karşı olan Uludağ ve Dicle Üniversitelerinde en çok oyu alan iki kadın rektör adayıyla, Gazi ve Cumhuriyet Üniversitelerinden ilk sıradaki adayların listede olmaması yeterli bir gözlem değil de nedir? Ki YÖK'ün bu isimleri veto etmesi bazı çevrelerce büyük memnuniyetle de karşılandı.
Yazık çok yazık. Zira gönül istiyor ki hiç değilse üniversite denilince akla bilim gelsin. Bilimin önceliği ile hareket edilsin. Ama nerdeeeeeeeeee!.... Türkiye öyle bir ülke durumuna geldi ki "Dağdaki çobanla benim oyum aynı mı olacak?" diyen bir manken hanım demokrasi adına eleştiriliyor ama üniversite öğretim üyelerinin yaptığı seçim hiçe sayılınca kimsenin sesi çıkmıyor. Nedense bu durum hakkında kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Yazık ki Türkiye öyle bir duruma getirildi ki bilimsel çalışmalarıyla öne çıkmış liyakatli rektör atamaktansa türbana izin verecek rektör atamayı destur ediniyor. Bu sayede YÖK’ten sonra Üniversitelerarası Kurul’da da çoğunluk açık ara iktidarın eline geçecek. geçecek de ne olacak? Başbakan Erdoğan’ın sık sık eleştirdiği tabloyu tersine çevirmek için mi? Yani Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi arasına daha çok Türk üniversitesi sokmak için mi? Keşke cevap EVET olabilseydi. Ama evet demek o kadar zor ki! Şu ana kadarki göstergeler, tek amacın kadrolaşma olduğunu gösteriyor. Hatta bu nedenledir ki zamanı geldiği halde dekan ve akademik personel atamaları bile uzun süredir yapılmıyor.
Eğer üniversitede akıl ve sağduyu, gözü kara bir kadrolaşmayı yenemeyecekse, nerede yenecek? Bilemiyoruz doğrusu. İşte bu nedenledir ki, YÖK’ün yaptığı yanlışın Çankaya’dan dönmesini umuyoruz. Zira "laik cumhuriyeti korumaya" yemin etmişti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Ve bu anlamda da tarafsızlığını yitirmemelidir. Aksi halde kokmayan bir tuzumuz kalmıştı, onu da kokutacaklar. Bakalım neler olacak?

ARZU KÖK

YIKIN ODTÜ'YÜ

"ODTÜ'yle sık sık sorunlar yaşayan Büyükşehir Belediyesi "uygulama imar planı, yapı ruhsatı ve iskan belgesi bulunmadığı" gerekçesiyle ODTÜ'ye 2 milyon YTL'ye yakın ceza kesti. "
Bilindiği gibi ODTÜ rektörü Ural Akbulut Ankara Büyükşehir Başkanı Melih Gökçek'i Eymir'in devri, amblem ve Kızılırmak suyu konusunda çok sert biçimde eleştirmişti. Doğruları olduğu gibi tüm yalınlığıyla ifade etmeyi, yanlışı eleştirmekten karkmamayı şiar edinmiş aydın bir Türk bilim insanıdır Ural Akbulut. Ancak yazıktır ki en değerli vasıflar olmasına karşın Türkiye'de bu vasıflar cezayı beraberinde getiren nedenlerin de başında geliyor. Zira öyle olmasaydı yukarıdaki gibi bir karar asla alınmazdı.ODTÜ'nün dev bir arazi üzerine kurulduğunu hatırlatan Akbulut şunları söylüyor: "ODTÜ kampüsü kaç yıldır şu an bulunduğu alanda, Melih Gökçek kaç yıldır belediye başkanlığı yapıyor. Sanki yeni bir yapı varmış gibi bu uygulamayı neden şimdi yapıyor Melih Bey'e sormak lazım. İmar çalışmalarını Çankaya Belediyesi'yle yaptığımız ve onlarla sorun yaşadığı için yapıyor olabilir. Melih Bey ODTÜ'nün imarı olmadığını dün mü öğrenmiş. TBMM'nin de yoktu imarı yakın zamana kadar. Ama temelde şöyle bir yanlışlık var. Biz bir kamu kurumuyuz ve imar yüzünden rant sağlamamız gibi bir durum söz konusu değil. 15 gün içinde nasıl imar alınabilir ki? Sanki aparman dairesinin penceresi eksik, pencere tak diyorsunuz. Türkiye bir hukuk devleti, biz de hakkımızı konuyu yargıya taşıyarak arayacağız."
Ural Bey aslında olaya Belediyeler arası kavga olarak bakmış. Ancak haberi duyan herkesin yaptığı ilk yorum şuydu: "Melih Gökçek Eymir'in devri, Ankara'nın anblemi ve Kızılırmak suyu konularında Ural Akbulut'un yaptığı açıklamalar dolayısıyla intikam alıyor." Aslında bu yorum nedense çok daha mantıklı gibi görünüyor. Zira Melih Gökçek dünkü Belediye Başkanı değil ki, kaç dönemdir bu görevi devam ettiren bir şahsiyet kendileri. Yaklaşık 15 yıllık Belediye Başkanlığı süresince ODTÜ'nün kaçak olduğunu anyamamış, görememiş de eleştiriler artınca mı, veya yerel seçimlere az bir zaman kala mı görebiliyor bunu?
Yılardır kimse anlayamamış, görememiş bunu. Yaaaaaaaaa.... Meğer ODTÜ kaçakmış? Gerekçe 45 binanın imar izninin olmaması. Hangi binalar mı? Mimarlık, Fen Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Eğitim Fakülteleri, Havacılık ve Uzay, Kimya, İnşaat, Bilgisayar, Elektrik ve Elektronik, Çevre, Gıda, Jeoloji, Endüstri, Makine daha onlarca mühendislik bölümü, yüksekokullar ve hatta rektörlük binası. Tabii ayrıca ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi, yemekhane, konukevi, yurtlar, spor merkezi, spor salonu, açık ve kapalı yüzme havuzu, kütüphane, rasathane... Bitti mi dersiniz? Hayır........... Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Büyükşehir kararında çok ciddi. "Ya 2 Trilyon lirayı ödeyin yada yıkacağız" diye diretiyor.
Ural Akbulut'un açıklamalarında değindiği gibi TBMM de bünyesindeki ruhsatsız binalarıyla daha önce gündeme geldi. Çankaya Köşkü de... Belediye Başkanı'nın, Başkanvekili'nin, politikacıların oturduğu Angora Evleri'nin ruhsatı, imarı günlerce tartışma konusu oldu. Kimse sesini çıkarmadı. Bunlar yetmiyormuş gibi bu evlere ekleme yapıldığı iddiaları ayyuka ulaştı yine ses yoktu. Geçenlerde TOKİ Başkanı yaptığı açıklamada: "Mevcut yapıların yarısı kaçak. Kaçak bina sayısı 10 Milyon" dedi. Gerçekten de öyle. Bir hatırlayalım mesela; Başbakan'ın eşiyle birlikte tatil yaptığı otel ruhsatsız, Atatürk'ün Florya Köşkü'ne yapılan milletvekili misafirhanesi ruhsatsız, MNG Holding denizi doldurarak otel yapmaya çalışıyor ses çıkaran yok, tarihi kaya mezarlarının üzerine villa inşa ediliyor sessizliğe devam... Neden? Oysa bunların hepsi de rant amacıyla yapılan kanuna uymayan işlemler. Ozellikle rant sağlayanlara karşı sessiz kalanlar yaklaşık yarım asırsır Başkent'in hatta Türkiye'nin medarı iftiharı olmuş bir üniversiteye karşı seslerini nasıl bu kadar yükseltebiliyorlar hayret doğrusu.
Yıkın ODTÜ' yü Melih Bey yıkın. Başında doğruları söylemekten çekinmeyen, korkmayan bir rektör olan üniversite dünya çapında gurur kaynağımız da olsa yıkın. Hem hiçbir rant sağlamayan kaçağın faydası ne ola ki değil mi? ODTÜ binalarının sağladığı bir rant, bireysel bir fayda var mı? ODTÜ'nün tek suçu yarım asırdır Başkent'in dünya çapında iftiharlarından birisi olması...
ARZU KÖK

8 Temmuz 2008 Salı

UYANMA ZAMANI

Büyük ulusların tarihinde o ulusları , hatta dünyanın kaderini değiştiren kahramanlar vardır. Bunlar daha çok kriz zamanlarında yaşadıkları uluslar tarafından yaratılırlar. Büyük kahramanlar, ulusların hayati dinamiklerini kendi benliklerinde toplayarak felaket anında yeniden doğuşun mucizesini gösterirler. Onlar adeta özel bir talihle doğmuş, ulusların kaderini yüklenmiş, bu kaderi, bir ‘ulusal sır’ gibi vicdanlarında taşıyan , ’misyon’ sahibi büyük adamlardı.
İşte Atatürk , son çağ Türk ve dünya tarihinde ortaya çıkmış, tarihin akışını değiştirmiş, bir devri kapatıp yenisini açmış bir liderdir. Hiç abartısız denilebilir ki müstesna bir kişiliktir.
Yola çıktığında karşısında parçalanmış bir vatan, yorgun uçurumun kenarında bir ulus vardı. Bu ulusun vicdanında bulunan hürriyet, vatanseverlik ve kahramanlık duygularını çok iyi sezmiş ve harekete geçirmiştir. Böylece de birlik ve beraberliği sağlamıştır. Çok zor şartlarda halkı bir araya getirmeyi başarmış ve mücadeleye başlamışlardır. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla tüm Türk halkını yanına almış, onlarla birlikte savaşmış ve sonunda yeni bir ‘ulusal devlet’ kurmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyeti. Ve bu Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli temel taşı Meclis açılmıştır önce.
Sivas Kongresi’ni yapmadan önce bile kafasında ulusal bir Meclis fikriyle hareket etmiştir. Özellikle İstanbul’un işgali ve 18 Mart 1920’de Osmanlı Parlamentosu çalışmalarını süresiz erteleyerek dağılınca bu fikir kesinlik kazanmıştır. Hemen ertesi gün Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, illere,bağımsız birliklere ve kolordu kumandanlarına bir tamim göndererek Ankara’da yeni meclisin toplanacağını duyurmuştur. Ve bir ay sonra 23 Nisan 1920’de daha sonra adına Türkiye Büyük Millet Meclisi denilecek meclisi toplamıştır.
Daha sonra kendisine ‘Milletvekilliğine aday olacak mısınız?’ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir. ’Ben sırf vatan ve ulusuma böyle bir an, her dakika bütünüyle bedenimi feda etmek amacıyla kutsal mesleğimden ayrılıp ulusun bağrına döndüm. Bunu yaparken sıradan bir ulus bireyi olarak elimden gelen her türlü fedakarlıktan geri kalmamak azmindeyim. Bununla birlikte tümüyle ulusumun genel iradesine boyun eğdim. Eğer ulus beni milletvekili seçme isteği gösterirse seve seve kabul ederim. Fakat kendiliğimden hiçbir fedakarlıkta bulunmam.’
‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.’ demiş ve halkın iradesi dışında hareket etmemiştir. Bu meclis ile birlikte Türk ulusunu daha da ilerilere götürmek, yıkılmış yakılmış ülkeyi yeniden inşa etmek mücadelesine girmiştir. İlke ve inkılaplarını tek tek gerçekleştirmiştir. Bunları yaparken de halktan uzaklaşmamıştır.
Atatürk sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla kalmamıştır.Türkiye Cumhuriyetine şekil veren, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da Türkiye’ yi yaşatan ve yaşatacak olan temel fikir ve prensiplerin sahibi olmuştur. Bu anlamda da büyük bir inkılapçıdır. İnkılapları doğru anlaşılır ise Türkiye Cumhuriyeti her zaman dimdik ayakta durmayı başaracaktır. Zira bir ülke için gerekli her konuda fikir sahibi olabilirsiniz bunlar sayesinde.
2005 yılında Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi ekonomi konusunda Türkiye’ye öneri sunarken şöyle diyor: ’Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk’ü örnek alsa yeter de artar bile. ’ Oysa bizim hükümetlerimiz Atatürk’ü örnek almak dururken, kendilerine dış mihraklardan akıl hocası buluyorlar. Onlar da bunu kaybetmemek adına -Hani Türk halkı uyanır da bizden fikir almayı keser de amaçlarımız yarım kalır- Türkiye’ye ve Türk halkına Atatürk’ü unutturma gayreti içerisine girdiler. Önünde böyle bir örnek varken yeniden ayaklanabilir bu ulus. Böylece de amaçlarına birkez daha ulaşamamış olurlar. Bu nedenle de halka Atatürk'ü unutturmak ve onun değer verdiği kurumları yıpratma çalışmaları hız kazanmış durumdadır. Bu uğurda hoş olmayan ortamlar yaratılmıştır. Ama Türk halkı buna izin vermeyecektir:
‘‘İzmir kurtulmuş, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler…
Trene binerler ve kompartımana çekilirler. Ertesi gün,yaveri Atatürk’ün kompartımanının kapısını çalar. Atatürk yorgun, bitkin bir halde kravatını yıkamaktadır. Yaveri; ’Paşam bu ne hal, hiç uyumadınız herhalde, neden böylesiniz?’ der.
‘Çocuk, kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz, kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık yaptım üşüdüm, uyuyamadım kalktım.’der. Yaveri:
‘Aman Paşam! Birimize haber verseydiniz, hemen size yastık ve battaniye getirirdik.’ der.
Ve bir ülke kurtarmakta yeni dönen tarihi komutan, tarihi bir cevap verir:
‘Geç fark ettim, hepiniz en az benim kadar yorgundunuz, hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyumasıdır.’ der.’’
Gerçekten de bugün rahat uyuyabiliyorsak onun sayesinde. Ülkeyi karanlığa sürüklemek istiyorlar. Atatürk resimlerini kaldırmaya, güneşimizi karartmaya çalışıyorlar. Ancak unuttukları bir şey var. ’Güneş balçıkla sıvanmaz.’ Hiç kolay değil.
Evet Atamız sayesinde bu kadar rahat uyuyoruz ama artık uyanmanın zamanı gelmedi mi? Zira yoksa çok şey kaybedilecek...
ARZU KÖK

YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR...

Kendimizi kaptırdık, Ergenekon soruşturması ve AKP’nin kapatılması davası ile tüm enerjimizi harcar hale geldik. Oysa tüm dünyada etkili olmaya başlayan ekonomik deprem bizi de vurmaya başladı. Önümüzdeki aylarda durum daha da ciddileşeceğe benziyor. Hem huzurumuzu bozmak, istikrarı yok etmek, hem de günlük yaşamımızı zehir etmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Sağolsun(!) iktidar da bunu böyle yapmamız için çok uğraşıyor. Gündemimizi sadece Ergenekon ve AKP’nin kapatılma davaları kaplıyor. Belki de yemeden içmeden bu iki konuyu tartışıyoruz. Tüm enerjimizi, Ergenekon söylentileri ve AKP’nin kapatılıp kapatılmayacağı hesaplarıyla harcıyoruz. Gözümüz başka hiçbir şey görmüyor. Oysa dünyada büyük bir ekonomik kriz yaşanıyor.
Uluslararası piyasalar birbirine giriyor. İflaslar devam ediyor. Dev şirketler ardı ardına çöküyor. Petrol 150 dolara vurmuş durumda. Gıda fiyatları giderek yükseliyor. Durum öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, Amerika’nın sembolü olan dev General Motors’un bile iflas edebileceği dahi konuşuluyor. Anlayacağınız önü alınamayan büyük bir ekonomik deprem söz konusu ve bu depremin sarsıntıları bizi de vurmaya başladı. Hele önümüzdeki aylarda durum daha da ciddileşecek. Birçok şirket şimdiden kemer sıkmaya, adam çıkarmaya başladı. 2008 yılının ilk 5 ayında kapanan işyeri sayısı 2007 yılına göre %100 artış göstermiş durumda.
Çoğu işyeri siftah bile yapamadan kapanıyor. Kiralar, ücretler, vergiler, SSK primleri ödenemiyor. Bonolar protestolu, çekler karşılıksız çıkıyor. Kısacası esnaf, sanatkar ve tüccar "Ben daha fazla dayanamayacağım" diyerek kepenk kapatıyor. Enflasyon tırmanışta, yıllık hedefteki %169 sapma ile bir anlamda dünya rekoru kırmış durumdayız. Faiz oranları giderek yükseliyor. Dünya da en yüksek faizin ödendiği ülke yine Türkiye. Yani bir dünya şampiyonluğu daha. Uygulanan yanlış para politikaları sayesinde ülke ekonomisi büyük bir kısır döngünün içine çekilmiş durumda. İşsizlik tırmanışta. Hatta son yirmi yılın en yüksek seviyesine çıkmış durumda.
Kapanan işyeri sayısı arttıkça, yalnızca o işyerinin sahibi değil çalışanları da işsiz kalıyor. Olay ister istemez ailelerini de etkiliyor. Kapanan işyerine mal satan ya da hizmet yapan firmaların da bu durumda işleri olumsuz yönde etkileniyor. Devletin Gelir Vergisi, KDV ve sigorta primi kaybı oluyor. Yani bu kapanışlar yalnız vatandaşı değil devleti de vuruyor. Bizler ise sanki tüm bunları görmezden geliyoruz. Bu kriz neticesinde, cebimizdeki para azalmayacakmış, gelirimiz düşmeyecekmiş gibi bir havaya girmişiz. Özellikle de maddi durumu iyi olanlar. Enflasyon canavarı (her ne kadar geçen ay az da olsa düşse bile) tekrar hortladı ne yazık ki. Ve bir çoğumuz bunu görmezden geliyoruz. zaten hükümet de bu durumun ayrımına varmamamız için elinden geleni yapıyor.
Ancak görünen manzara odur ki özellikle sonbahar aylarında ülkemiz ekonomizi büyük bir darboğaza girecek. Bu anlamda da başta devlet olmak üzere hepimizin ciddi önlemler alması gerekmektedir. Ergenekon ve AKP’yi tabii ki irdeleyeceğiz ancak “cebimizdeki parayı” da düşünme vakti gelmedi mi? Zira yarın çok geç olabilir...
ARZU KÖK

KIRK SATIR MI KIRK KATIR MI?...

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök askerlik yaşamı boyunca pek çok olay karşısında binlerce kez “dikkat” komutu çekmiştir... Ancak hiçbirisi de yada öyle demeyelim de pek azı Milliyet’te Fikret Bila’ya yaptığı açıklamalar kadar önem taşımamıştır. Paşa “durumu kontrol edilebilir seviyeye çekmek için özveri” çağrısı yaptı. Bu da demek oluyor ki Paşa' da durumun kontrolden çıkabileceği konusunda büyük korkulara sahip.
AKP hakkında yürütülen kapatma davası nedeniyle süren çatışmalar, diğer yandan Ergenekon soruşturması çerçevesinde gerçekleştirilen gözaltına almalarda çıtanın emekli orgeneral seviyesine yükselmesi, “Nereye gidiyoruz?” sorusunun her kesimce çok sık sorulmasına sebep olmuştur. Yazıktır ki toplum bir kutuplaşma içerisine çekiliyor ve adeta bir tercih yapmaya zorlanıyor. Öyle bir kutuplaşma ki, sanki yakın bir zaman sonra toplum “Kırk katır mı, kırk satır mı?” tercihine mecbur bırakılacak ve sorulacak: "Askeri darbe mi, kökten dinci darbe mi?" Darbelerden darbe, ölümlerden ölüm beğen! Seç seçebilirsen...
Hilmi Özkök Paşa “Resmi bir aktörün geç kalmadan ortaya çıkıp, ortalığa çekidüzen verecek bir hareketi, halkı da arkasına alarak gerçekleştirmesi” gerektiğini söylemiş Fikret Bila'ya. Acaba bu resmi aktör kim ola ki? Aslında bu aktör Anayasa’ya göre devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmekle görevli olan Cumhurbaşkanı olmalıdır. Ancak bu görevi yürütebilecek Cumhurbaşkanı tamamıyla tarafsız olmalıdır. Zira Gül kapatma davasında suçlananlardan biri olarak zaten taraf durumundadır. Peki ne olacak bu durumda? Hilmi Özkök bu durumu gördüğünden midir nedir şunu da eklemiş sözlerinin sonuna: “Bu görevin yerine getirilmesine katkıda bulunabilecek, halkın güvenini kazanmış, politik beklentileri olmayan diğer âkil adamların da davet beklemeksizin devreye girmesi bir zorunluluk haline gelmiştir!” Akil adamlar!... Bunlar da kimler olabilir ki?...
Emekli Orgeneral Özkök, demokrasinin olmazsa olmazlığına inanmış bir asker olduğu bilinen bir gerçektir. Onun gibi bir Paşa'nın yargı üzerinden karşı karşıya getirilen siyasal ve toplumsal güçlerin çatışmasıın önlenmediği takdirde ortaya çıkacak yıkımın sonuçlarını öngörme yeteneğine sahip olduğunu da bilinen bir gerçektir. O nedenle de endişelerine katılmamak mümkün değil. Paşa büyük bir iyi niyetle durumun tahlilini yapmış, kendince çözüm önerileri de getirmiştir. Ancak yazıktır ki önerdiği çözüm önerileri uygulanabilirlik özelliği taşımamaktadır ne yazık ki. Paşa'nın bahsettiği akil adamlar eski cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, yüksek yargı başkanları mıdır? Peki bunlarsa kimin çağrısı ile bir araya gelip hangi yasadan aldıkları yetkiyi kullanacaklardır? Sonra siz toplumu tahrik ediyorsunuz, çetesiniz diye hepsinin hapse atılma riski de var.
Özkök Paşa “Durum düzeltilemez hale gelirse olabileceklerin asıl sorumlusu hükümetimiz olmakla beraber yapabilecek bir şeyi olup da yapmayan herkes bu sorumluluktan pay alacaktır” diyor. Evet bu söyleminde de çok haklı. Ancak Özkök Paşa hükümet dışında kimlerden hizmet ve özveri bekliyor bunu söylemiyor. Yine bu özverinin sınırlarını çizmiyor. Zira şuan ülkmizdeki tüm kurumlar kendilerine göre çalışıyorlar. Çatışma aslında iktidarın kötü yönetiminden doğuyor maalesef. Yanlışın başlangıcı ise Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlıyor ne yazık ki. Ülkemizde şu sıralar yaşanan kaosun nedeni o yanlışın ürettiği diğer yanlışlardır.
Gerçi artık suçlu aramaya da vaktimiz yok. Olayları serin kanlılıkla düşünmeli, akıllı, doğru adımlar atılmasını sağlamaya yönelik çalışılmalar yapılmalıdır. Aksi taktirde yani insanları kamplara bölerek, sokaklara dökerek daha öncekilerde nasıl bir şey elde edemedilerse şimdikilerde edemez. Olacak olan tek şey ülkeye, bu ülkenin halkına zarar vermek olacaktır. Bunun sonu ise bir felakettir. İzin vermeyelim… Bu anlamda da Özkök Paşa'nın bildiği birşeyler varsa ortaya koyması ve de bahsettiği özveriyi yapmaya başlaması gerekmektedir. Zira yarın çok geç olabilir...

ARZU KÖK

4 Temmuz 2008 Cuma

GÜLMEK YAŞAMAKSA...

-Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce köyün mezarlığına girdi. Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki sayılara takıldı. Mezar taşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 gibi birbiriyle hiçbir bağlantısı olmayan sayılar yazıyordu. Uzun uzun düşündü, fakat bu sayıların anlamını bir türlü çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, sordu; “Nedir bu sayıların sırrı Allah aşkına?” dedi. “Bu sayıların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir?”
Gülümsedi bilge kişi; “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız. Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra o düğümleri sayar, düğümün sayısını yazarız mezar taşına.” Bilge kişi karşısındakinin hiçbir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü; “Böylece onun ne kadar yaşamış olduğunu anlarız.”-
Bu kısa yaşanmış öyküyü duyduğumda bir an durup düşündüm. Acaba böyle bir gelenek bizim yaşadığımız topraklarda olsaydı mezar taşlarına yazılan sayılar ne olurdu diye. Sonra kendim cevapladım soruyu yine. Zira bu topraklarda gözlerini dünyaya açanlarının çoğunun kaderi hemen hemen benzerdi ve çoğu bir kere bile doyasıya gülemeden çekip gidiyordu bu dünyadan.
Yoksulluk, hele de beyin yoksulluğu, acı, zevksizlik, kendi anadilini bile doğru dürüst yazıp çizememek, ezilmek, horlanmak, kandırılmak girdabında gelip geçer ömürlerimiz bu topraklarda. Çoğu güzellikleri yaşayamadan göçüp gideriz.
Milyonlarca insanımız hayatı boyunca bir kitap bile okumadan, farklı bir yaşamı tanımadan teslim ediyor ruhunu. Korkusuzca, içten gelen kahkahaları atamadan veriyor son nefesini. Devletin karşısında tümüyle savunmasız, yarınından endişelidir çoğu insanımız.
Şöyle bir akşam vakti hareketli bir caddede, deniz kenarında, salaş bir meyhanede sevdikleriyle hayatı ve kendilerini konuşmadan konuşamadan göçüp giderler. Yoksulluk bir gölge gibi sürekli takip eder onları, gittikleri her yerde adım adım. Çaresizlik diz boyudur bu topraklarda. Hükümetler de çare olmaz, belki de olmak istemez bu topraklarda.
Beyin yoksulu olarak yaşamak zorunda bırakılan milyonlar, sırtlarını dönerler sanata, sanatçıya. Bir şeyi yaratmanın nasıl bir süreç olduğunu bilmez bizim insanımız. Milyonlarca anne, baba asla anlayamaz çocuğunun neden ressam, edebiyatçı, müzisyen olmak istediğini. Zira bu ülkede sanata tükürenler vardır.
Daha çok küçük yaşlarda yalan hayatın bir gerçeği olarak sokulur maalesef çocukların hayatına. Ve hayat yalansız yaşanamaz hale gelirler büyüdükçe çocuklar. Kadın erkeği elinde tutabilmek için hileye, erkek kadını elinde tutabilmek için güce ve paranın kudretine başvurur. Böylece birliktelikler bile adi birer şirkete dönüşür bu ülkede.
Kendisini tanıma zahmetine katlanamayan insanımız, zamanla ustalaşır tanımadığı başkalarının hayatını karartma sanatında. Beyin zenginliği, ruh güzelliği ve kendine güvenin yerini markalar ve para alır bu topraklarda.
Yeteneklerinin geliştirilmesine izin verilmeyen milyonlar, akılları yerine daha çok dürtüleriyle olaylara tavır alıp sayısız dramların kahramanı olup çıkıverirler. Hayatın nasıl yaşanması gerektiği öğretilmediği için, ölüm korkusuyla geçer yaşamları. Bu korku yüzünden de hata üstüne hata yaparlar.
Durum böyle olunca da birkaç akıllıya kalır meydan. Ortamı nasıl kullanabileceğini bilenlere kalır. Ve o insanlar milyonları yoksulluğa mahkum ederler bu topraklarda. Böylece de milyonlar sefalet içinde bir kere bile gülemeden sonlandırırlar yaşamlarını. Yani o köyün bilgesinin deyimiyle hiç yaşamadan ölürler. Yani gülmek yaşamaksa bu ülkede milyonlar yaşamadan ölürler.
ARZU KÖK

HÜZÜN

Yürüdüm,
Dünyanın ucuna
Kıyısında denizin,
Aysız ışıkta şehir,
Daldım.
Rüzgara dökmüştü çocuklar,
Dünyanın öbür ucundan,
Barış türkülerini
Yüreğimi doldurdum.
Sularda hüzün vardı.
Kaçtım kıyıdan,
Ardımdaydı rüzgar...

ARZU KÖK

ÜCRET ÖDENMİŞTİR

Kaldırdım bakışlarımı gökyüzüne
Bir umuttu benim ki,
Bir iz aradım, insan emeğine
Sevgiyle bakan gözlerden
Umut dağıtıyordu bir seyyah
“Yaşamak eksiklik,
ölüm hiçlik ise
kalmaya gelmez ölümün
siyah gölgesinde.
‘ö’ sünü dahi yakaladıysan
özgürlüğün booşşveeerrr”
Gülümsedim.
“Ederi?” diye sordum.
“Ücret ödenmiştir.” dedi.

ARZU KÖK

CADI KAZANI

Yüz metre koşucularını dahi kıskandıracak süratte değişen bir ülke gündemimiz var. Gündem oluşturma konusunda adeta bir müshil kullanıyormuşuz gibi bir izlenim var. Bekler olduk. Gündemi bir anda değiştirecek nasıl bir bomba patlayacak diye. “Gerilimin tarafı olmayacağız” diye bağıranların ağızlarından çıkan her söz başlı başına gündem kaynağı oluyor.
Yer demir, gök bakır derler ya işte öyle bir durum sözkonusu… Hava kurşun gibi ağır… Konu deseniz binlerce… Haber deseniz ohoooooooo… Komplolar, planlar, korkular, acılar iç içe… Umut mu dediniz? Gerçi bu milletin umudu hiçbir zaman tükenmez. Ama onun da tükenmesine az kaldı… Ve bu konuda yazılacak çok ama çook şey var “ama…”
Bir ülkede “Biz asılız. Bu ülkede ‘bizim’ istemediğimiz hiçbir şey olmaz.” zihniyetine sahip bir kesim varsa ve bu kesim, sayı bakımından azınlık teşkil etmesine rağmen, devlet içindeki etkinliği bakımından belirleyici bir rol oynamaya başlıyorsa işte o zaman iş ‘ama’lara kalıyor ne yazık ki. Birileri çıkıp istediği kadar samimi çözümler üretiyor olsun. Kendi çıkarlarını hiçe sayıp vatanı milleti için çalışsın. Alacakları tepki çok açık: “Kimsiniz ki kalkıp koskoca hükümete çözüm önerisi getiriyorsunuz? Bir de utanmadan fedakarlıktan bahsediyorsunuz?” denir önce. Sonra da ilgili yargı organlarında kesilir cezanız. Bir de yalaka basın size yerinizi gösterir tarzda bir kaç makale, yorum yazısı yazıp sizi bir de toplum önünde yerin dibine sokar.

Tam bir cadı kazanı kaynatılıyor ülkemizde. Bilinmeyen, nedense açıklanmayan gerekçelerle bir sürü insan gözaltına alınıyor, cezaevlerine atılıyor. Ortada bir iddianame bile yok. Bu gözaltıların, "Ergenekon" adı verilen ve bir yıldan daha fazla süredir yürütülen, sürekli genişletilen ama bir türlü sonucuna varılamayan bir soruşturma kapsamında olduğu biliniyor. Ancak savcının gözaltına alınmasını istediği isimlerin hepsinin AKP karşıtları olması, ortada bir başka iş olduğunun ipuçlarını veriyor bizlere.
Yazıktır ki yaklaşık bir yıldır yaşadığımız gelişmeler Amerika Birleşik Devletleri’nde 1950’de Senatör McCarty’nin başlattığı insan avına dönüşmüş durumda. O dönemde hukuk arka plana itilmiş, McCarty önüne geleni sorgulamaya almış, ABD toplumuna büyük bir korku salmıştı. O dönemde arkadaşlarını ihbar etmeyenler işlerinden güçlerinden edilmiş, aileler dağılmış, insanlar perişan olmuştu. 1954 yılında iş o kadar çığırından çıkmıştı ki siyasetçiler, askerler, bürokratlar, gazeteciler ve sanatçılar McCarty’nin hedefi oldu. Sonunda çizmeyi aşan McCarty suçlu bulunarak görevden alındı ve kapkara utanç dönemi sona erdi.İşte yazıktır ki bu olaylar şimdi de ülkemizde yaşanıyor.
Sanki gözaltına alınanlar bu ülkede yaşamıyor yada kaçma ihtimalleri yüksek insanlarmış gibi, sürekli gündemde olan insanlar sabahın köründe gözaltına alınıyorlar. Bu durumda soruşturmayı yürüten savcının McCarty dönemini bile geride bırakmaya başlamış olduğu da gözlerden kaçmayan bir gerçektir. Gözaltına alınanların evleri didik didik aranıyor önce. Sonra işyerlerinde başlıyor aramalar. 20 den fazla insan gözaltına alınıyor. Tabii daha öncesinde gözaltına alınanlar hariç. Daha önce gözaltına alınanlarla birlikte yüz kişiden fazla insan kaynatılmaya çalışılan cadı kazanının içerisine atılmış durumda. Hiçbiri tam anlamıyla neden suçlandığını bilmiyor.
Bir hukuk devletinde olmaması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Zira bir hukuk devletinde devletin savcısı ucu açık bir soruşturma yapma yetkisine asla sahip değildir, sahip de olamaz. Aralarında çok önemli kişilerin de olduğu bir sürü insanı gözaltına almaya cesaret edemez. Bir savcı kendisine verilen yetkiyi bu şekilde kullanma hakkına sahip değildir. Zira bir hukuk devletinde insanlar suçlarını dahi bilmeden aylarca cezaevlerine kapatılamazlar. Durum ciddi anlamda çığırından çıkmıştır.
Şimdi herkes aynı soruyu soruyor. Nereye gidiyoruz? Bundan sonra neler yaşanacak ? Kimselerin doğru dürüst bir tahmini yok. Ancak, tutuklamalar arasında bulunan emekli Orgenerallerin sayılarının artışı, acaba bir şeylerin işareti mi sayılmalı? Acaba “Bu iş "TSK’ya kadar uzanacaktır” demek mi isteniyor? Sanki “Siz AKP’yi kapatın, bizim de ne yapacağımızı görün” deniyormuş gibi bir hava estiriliyor.
Açıkçası tüm Türk ulusu korku içinde. Zira gelişmeler tırmanıyor ve kontrolden çıkmış gibi bir görüntü veriyor. Ancak böyle filmleri biz eskiden de gördük. İktidar kendince başlatır birşeyleri. Ama olaylar öyle bir gelişmeye başlar ki olayın kontrolünü kaçırıverir elinden İş içinden çıkılmaz noktalara gelir… Aynı şekilde, muhalefet ayaklanır ve öylesine bir fırtına estirir ki, olayın kontrolü kaçıverir. Nerde duracağı belli olmayan bir ortam oluşur...
Yazıktır ki bugünlerde işte böyle bir ortamdayız. birileri çıkıp da oyunu tatil etmeye kalkarsa kimse şaşırmasın. işte o zaman nasıl ayıklayacaklar acaba pirincin taşını? Çok ince bir ipin üzerinde yürüyoruz şimdilik. Kimseler yerinden kıpırdamıyor. Herkes sessiz. Her birimiz, film seyreder gibi olayların seyrine dalmışız. Ancak Şu da bilinmelidir ki, bir süre sonra duvara çarptığımız zaman, iş işten geçmiş olacak… Demokrat(!) AKP iktidarının son altı yılda ülkeyi getirdiği nokta bu ... Ancak şu da bir gerçektir ki yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz...
ARZU KÖK

ÇOCUKLAR NEDEN DERSHANEYE GİDERLER Kİ? HAYRET!...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan üniversite hazırlık kurslarını kaldırma sinyali geldi. En güçlü liselerden mezun olanların bile kurslara gittiğini belirten Erdoğan, fen lisesinden ve Anadolu lisesinden mezun olanların bile hazırlık kursuna gittiğini, bunun bir "garabet" olduğunu ifade ederek, "Niçin acaba öğrenciler üniversite hazırlık kurslarına giderler? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Anlıyorum da, bu sistem nasıl oluşturulmuş, bunu kaldırmaya kalktığınız zaman acaba hangi bariyerle karşı karşıya kalacaksınız?" dedi.
Bir hafta kadar önce de kendi çocuğunun da takviye ders aldığını itiraf eden Milli Eğitim Bakanı’nın ağzından duyduk bu söylemi. Çocukların dershanelere neden gittiğini, velilerin bu kadar parayı neden harcadığını anlamadığını söylüyordu. Önce kendi çocuğuna neden takviye ders aldırdığını anlatması gerekmez miydi?
Aslında bu söylemler gayet ilginç söylemler. Zira bu sözleri söyleyen muhalefet partisi lideri değil, bir Başbakan. Ve hiç istatistiklere bakmamış mı acaba? Zira dershaneye giden öğrenci sayısı AKP iktidarı sırasında ikiye katlandı. Üstelik bir dönem Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in adı Dershaneler Bakanı’na çıkmadı mı?
Başbakan bu söylemi geliştirmiş olmakla ya bizleri enayi yerine koyuyor yada gerçekten olandan bitenden haberdar değil. Ancak ikincisine inanmak pek de mantıklı görünmüyor. Başbakan Erdoğan, Hüseyin Çelik’i çağırıp da bir sorsa; ”Öğrenciler daha önce kaç yaşında dershaneye başlıyordu, şimdi kaç yaşında gidiyorlar? Veliler daha önce dershanelere ne kadar para ödüyordu, şimdi ne kadar harcıyorlar? En önemlisi de ortada düzeltilecek bir garabet vardı da son beş-altı yılda dershaneleri daha da güçlendirmenin ötesinde ne yaptılar?..” Hiç bir şey. Başbakan ya bizimle kafa buluyor. Yada kendisi eğitimin çok uzağında. Yada masum bir durum tespiti yapılırsa: Çelik, toplumu olduğu gibi, Başbakan’ını da ayakta uyutuyor!..
“Eğitim sorunu” denildiğinde akıllarına türban ve imam hatip okullarından başka bir şey gelmemesinden kaynaklanıyor olabilir miydi acaba bunun nedeni? İktidarda oldukları süresince meslek eğitimini imam hatip liselerinin sorunlarına kilitlemeselerdi, pek çok eğitim sorunu çözülebilirdi beklide. Dershanelere her yıl harcanan milyarlarca dolar, modern bir eğitim sisteminin en başından inşa edilmesi için yönlendirilebilirdi. Bir yandan üniversite eğitiminin kalitesi artırılırken, diğer yandan çocuklara hiçbir beceri kazandırmayan lise eğitimi günün ihtiyaçlarına göre meslek eğitimine dönüştürülebilirdi.
Eğitim gerçek anlamıyla yapılır dershaneler rahatlıkla kapatılabilirdi. Dershanelere olan bağımlılık ortadan kaldırılabilirdi. Ama zaman içerisinde. AKP, 5-6 yıl önce bu işe el atsaydı, bugünkü yakınmaların belki de hiçbiri olmazdı. Ama tam aksini yaptı. Dershanelere tam gaz destek verdi.
Dershane sektörüne kimilerine göre her yıl 8-10 milyar dolar para akıyor. Sonuçta da ne eğitimin kalitesi yükseliyor ne de fazladan bir öğrenci Anadolu liselerine yada üniversiteye giriyor. Yani kazanan hep dershaneler oluyor. Oysa aynı kaynaklar eğitimin iyileştirilmesi ve yeni okullar açılması için harcansaydı, muhtemeldir ki bu sınavlara, dershanelere ve bu eziyete hiç gerek kalmazdı.Dershaneler, istihdam olanağı sağlayan, vergi veren, öğrencileri sokaktan kurtaran önemli eğitim kurumları. Ama sağladıkları yarar, götürdüklerinin yanında devede kulak kalmaktadır. Ama eğitim sistemi böyle olduğu sürece de dershanelere ilgi azalmadan hatta katlanarak devam edecektir. Zira eğitim biraz da onların sayesinde ayakta kalıyor.
Hükümet ne yaptı, dershaneler bu kadar kökleşirken ülkemizde? Sadece konuştu. İmam Hatip Liselerine avantaj yaratmaya çabalamaktan başka bir şey yapmadılar, yapamadılar. Böylece de ne eğitimin kalitesini arttırabildiler, ne de İmam Hatiplilere bir fayda sağlayabildiler. Şimdi ise hayretle bakıyorlar insanlar çocuklarını neden dershanelere yolluyorlar diye. Yazık…..
ARZU KÖK

ÇİRKİN BİR OYUN VE SESSİZ HÜKÜMET...

Askeri Şura’nın başlamasına az bir zaman kala askeri ve özellikle Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilmesi muhtemel Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’u yıpratma çalışmaları hız kazandı.
Özellikle boyalı basın bu işin şakşakçılığına soyunmuş durumda. Neymiş İlker Başbuğ ile, Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt görüşmüşler.Bunun ne zararı var doğrusu anlamak güç. Tabii AKP davasının gündemde olduğu şu günlerde hem Osman Paksüt’ü hem de şura öncesi İlker Başbuğ’u yıpratma çalışmaları yapanlar için durum hiç de öyle değil. Zira AKP’nin kapatılma davasında askerin yargıyı etkilediği gibi saçma sapan bir söylem geliştiriyorlar. Oysa bu işi her fırsatta yapmaya çalışanlar kendilerinden başkası değildir, olmamıştır.
“Ziyaret talebi ve ziyaretin amacı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’ın kuzeyine Şubat 2008’de icra ettiği harekâta ilişkin kutlamaların iletilmesi ile sınırlı kalmıştır. Bunun dışındaki yorumlar gerçekle bağdaşmamaktadır” diyen Osman Paksüt’ün veya bir yargı organının böyle bir gerekçesi olamazmış gibi hükümet ve hükümet yanlısı basın tarafından sürekli çarpıtılıyor. Çok çirkin bir oyun sahneye konmuş ne yazık ki.
İki net hedef var ortada. Kara Kuvvetleri Komutanı ve Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili. Türkiye’nin iki legal kurumunun iki en önemli adamı. Biri Türkiye’nin bütünlüğünün emanet edildiği yerde, Kara Kuvvetleri’nin başında, diğeri de bu bütünlüğün koruyucusu Anayasa’nın emanet edildiği yerin iki numaralı ismi. Bunların görüşmelerinde ne acayiplik var ki? Güya gizlice görüşmüşler. Tabii o saatlerde eminiz ki Genelkurmay Karargahı’nda onlardan başka kimse yoktur. Olay öyle abartıldı ki sanırsınız ki görüşenler iki mafya lideri. Yazıklar olsun. Yazanlar kim? Bir gazete. Devletin iki üst düzeyi görüşmüş sanki ortada bir ayıp varmış gibi gösteriliyor.
Kimse de “Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili, Kara Kuvvetleri Komutanı ile resmi bir görüşme yapıyor. Bunu yazıyorsunuz da, Anayasa Mahkemesi Başkanı kapatma davası açıldığı günlerde, yargıladığı partinin yöneticileriyle kebapçıda ahbap çavuş ilişkileri içinde yemek yerken niye yazmıyorsunuz? AKP yönetimini kızının düğününe davet ederken niye yazmıyorsunuz?” diye sormuyor. Bunun tam aksine meydanı boş bulanlar daha da fazlasını yazma cüretini gösteriyorlar.
Genelkurmay İkinci Başkanı’nın sağlık raporu yayınlanıyor. Tedavi örüyormuş. Hasta olmak, tedavi görüyor olmak suçmuş gibi. Yazanlar kim? Tabii ki Başbakan'ın, kameralar önünde hastanelik olmasından sonra sağlığıyla ilgili bilgileri yazanlara kızanlar. Kısacası Türkiye tam anlamıyla zıvanadan çıkartılıyor. Türkiye’nin göz bebeği kurumlar alenen ve alçakça bir şekilde yıpratılıyor. Aslında kim oldukları belli olan yer ve kişilerce kotarılıyor bu durum. Tıpkı daha önce Genelkurmay Başkanlığı görevini almadan önce Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a yapılanlar gibi. Zira o da o dönemde aynı odakların ağır saldırısına uğramıştı. Hakkında yazılmadık , çizilmedik çirkinlik bırakılmamıştı. Ne oldu sonra başaramadılar. Onlara rağmen Genelkurmay Başkanı oldu Yaşar Büyükanıt..
Şimdi hedefte Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ ve Genelkurmay 2. Başkanı var. Anayasa Mahkemesi Başkan vekili ise daha uzun bir süredir hedef konumundaydı zaten. Kurumlar yıpratılıyor. Yıpratanlar, AKP’ye yaranma, hizmet etme, AKP’yi kullanarak pis, iğrenç, alçak emellerine ulaşma hayalini kuruyorlar. AKP de ya bu zokayı yutuyor yada bu kişiler zaten onlara hizmet ediyor. Zira bu hizmet onu memnun etmiş görünüyor ki günlerdir hiç ses çıkarmıyorlar. Sonra da bunun adına hükümet olma, her kesimi kucaklama olarak adlandırıyorlar. Kim inanır size.
Böyle mi hükümet edilir, böyle mi devlet yönetilir? Ordusu satılık kalemler tarafından paçavraya çevrilmeye çalışılırken sessiz kalan Hükümet mi olur? Anayasa Başkan Vekili yıpratılırken sessiz kalan hükümet mi olur? Yeri geldiğinde DSİ Müdürü'ne bile arka çıkan Başbakan şimdi neden sessiz?....
ARZU KÖK,

ATATÜRK'Ü DEĞİL, HUMEYNİ'Yİ SEVİYORLARMIŞ...

Teke Tek programını izlerken adeta bir şok yaşadım geçen gün. Fatih Altaylı programında türban meselesini üniversitede okuyan kızlarla konuşup tartışmak amacıyla çağırmıştı o genç kızları. Kızlardan ikisi türbanlı, ikisi de başı açık kızlardı.
1999'dan bu yana türban eylemcisi olduğunu söyleyen Nuray isimli genç kız, inanç özgürlüğü kapsamında türbanla eğitim hakkını savunurken, bunun eğitimle sınırlı olmayacağını, kamuda çalışmak dahil her türlü hakkı kapsaması gerektiğini söyledi. Aslında bu söylem kimseyi pek şaşırtmadı. Zira alıştığımız bir durumdu bu. Türban savunucularının sıkı sıkıya sarıldıkları bir söylemdi bu. Yani AKP'nin Anayasa'da yaptığı ama iptal edilen değişiklik zaten onları kesmeyecekti. Bu bilinen bir gerçekti. Ancak bu kız konuyu bambaşka taleplere kadar taşıma cesareti gösterdi.
Nuray'a "İnanç gereği diye yasama tarafından oluşturulmuş hukuku beğenmeme ve kendi inançlarınıza göre yargılanma talebinizin ortaya çıkmayacağını ve yarın öbür gün Müslümanların kadı mahkemesinde yargılanmasını istemeyeceğinizi kim garanti edebilir?" şeklinde bir soru yöneltildi. Verdiği cevap da ilginçti; "Kimse garanti edemez. Hatta isteriz de. Niye insan kendi inandığı hukukla yönetilmesin?" Fatih Altaylı da izleyen herkes de aminim şok olmuşlardır bu cevap karşısında. Hemen ardından bir soru; "Bu çok hukukluluk anlamına gelir. Bir demokraside böyle bir şey nasıl olacak?" Cevap; "Niye olmasın"
Daha sonra diğer türbanlı kız Kevser’e bir soru; "İran'daki baskı rejiminin İslam'a örnek olamayacağını söylüyorsun ama facebookdaki sayfanda Humeyni resimleri varmış" Gayet sakin bir tonda yanıtlıyor soruyu; "Evet var. Humeyni'yi çok severim." Ardından ise bizleri asıl şoke eden soru ve alınan yanıt geliyor; "Peki Humeyni'yi çok seviyorsun. Atatürk'ü de sever misin?" Yanıt olarak sadece askeri yönü ön plana çıkararak; "Asker olarak çok başarılıymış" dedi. Tam anlamıyla bir Milli Görüş çizgisi söylemiydi bu.
Diğer öğrenci de Humeyni’yi çok sevdiğini söylüyordu. Yine Fatih Altaylı ona da "Peki Atatürk'ü seviyor musun?" diye sordu. Önce biraz şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi.Sonra "Hayır Atatürk'ü hiç sevmem" dedi. “Neden?” diye soruldu. Alınan cevap; "85 yıldır çektiğim çilelerin müsebbibi o da ondan" dedi. "İyi de sevmediğin o adam Türkiye'yi İngiliz, Fransız, Yunan işgalinden kurtardı. Onun sayesinde bağımsız bir ulus olduk. O olmasa idi bugün burada yabancı bir ülkenin mandası altında olabilirdik. Sömürge olurduk" açıklamasını yapınca Fatih Altaylı, "Kurtuluş savaşını Atatürk değil, inançlı Müslümanlar başlattı. Maraş’ta Fransız askerleri Nene Hatun’un başörtüsüne uzandı. Sütçü İmam ilk ateşi açtı, böylelikle Kurtuluş Savaşı başladı. O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanlar hep Müslüman. Atatürk'le ilgisi yok" dedi türbanlı kız. "Atatürk bu savaşı organize etmeseydi, Maraş'ta veya başka bir yerdeki bu gibi tepkiler ezilip yok edilirdi" diyen Fatih Altaylı’ya yine bir cevabı vardı kızın; "Belki de daha iyi olurdu. Belki yabancı manda altında inançlarımız daha iyi yaşayabilirdik. Daha özgür olabilirdik" dedi.
Ülkemizin üzerindeki asıl mesele kara cehalet. Ve yazıktır ki bu kara cehalet ülkemizi tehdit eder hale gelmiş durumda. Neden mi öyle diyorum? Bir defa Nene Hatun, Maraşlı değil, Erzurumlu. O bölgede savaştığı düşman, Fransız değil, Rus. Ruslar başörtüsüne değil Aziziye Tabyası’na saldırmışlardı. İlk kurşunu sıkan Sütçü İmam değil , Hasan Tahsin idi. Üstelik kızın söylediği gibi Maraş’ta değil, İzmir’de. Baktığımız zaman Hasan Tahsin tetiğe Sütçü İmamdan tam altı ay önce basmış.
Üstelik o dönemin sosyolojik yapısı incelendiğinde cephedeki insanların hepsinin Müslüman olmadığını da göreceklerdir. O dönemde okunan "şehit listesi"ne göre, bu toprakları İngilizler işgal etmesin diye savaşan, can veren İstanbullu doktorlar arasında, 140 Türk, 32 Ermeni, 25 Rum, 18 Yahudi var. Dikkat edilirse hepsi de şehitlerimiz olarak geçmiştir tarihe. Zira o dönemde şehitlik dinle alakalı bir şey değildi. Tamamıyla yurtseverlikle alakalıydı.
Yazıktır ki Türkiye Cumhuriyeti'nin karşı karşıya olduğu durum yansıdı geçen gün tüm açıklığıyla televizyonlara. İstenen şey açıkça şeriat. Pek çoğu tarafından dillendirilmese de asıl talep edilen bu. Anayasa Mahkemesi kararına karşı gösterilen tepkinin nedeni de bu. Zira bu Türkiye Cumhuriyeti'nden alınmak istenen rövanş.
Çok da güzel kılıf uydurulmuş. Bunun kılıfı özgürlük. Bunun kılıfı demokrasi.Bunun kılıfı liberalizm. Kabul ederseniz. Etmezseniz zorla yaptırmak istiyorlar. Örneğini gördüğümüz kara cehaleti ülkemize yerleştirmek istiyorlar. Gerisini siz düşünün….
ARZU KÖK

AKP'YE DEĞİL MUHALEFETE KIZMAK...

Bu cennet ülke AKP ve Zihniyetine teslim edildi. Aslında AKP’ye kızmaktan çok muhalefete kızıyorum. Muhalefetin laftan anlamayan destekçileri gerçi bu yazıdan sonra mutlaka bizi de eleştirecekler ya neyse.
Özellikle CHP’nin son günlerde ortaya dökülen rezaletleri ne kadar haklı olduğumuzu göstermiyor mu? Telefonuna sahip çıkamayan bir genel sekreter. Diyor ki “Telefonumu açmadım, dinlendim” Bu söyleminde haklı bile olsa bu şekilde telefonunun dinlenebilmesi için telefonuna bir program yerleştirilmesi gereklidir. Yani her anlamda telefonuna sahip çıkamadığı kesin bir genel sekreter.
Genel sekreter ve dinlenme olayı yetmezmiş gibi şimdi de Kanaltürk rezaleti çıktı ortaya. CHP Kanaltürk’le bir anlaşma yapmış, 3,5 milyon dolar vermiş. Hem parti için çalışacak, hem de Kanaltürk devamlı CHP yanlısı yayın yapacak. Olacak iş değil. Eğer iktidarın bir medya ile böyle bir anlaşma yaptığı ortaya çıkmış olsaydı o zaman CHP neler söyleyecekti. Gerçi iktidarın bir kısım medya ile böyle bir anlaşması olduğu gözlerden kaçmıyor. Sabah-ATV’ye 750 milyon dolar verdiler, diğerleri de zaten malum. Ancak hiç değilse CHP gibi bunu yazıya dökmeyecek kadar akıllı davranmışlar.
Çok acıdır ki Atatürk’ün kurduğu bir parti olan CHP son yıllarda tam bir beceriksizlik, tam bir basiretsizlik örneği sergiliyor. Tüm dünyayı etkileyen ekonomik kriz ülkemize doğru yavaş yavaş geliyor. Enflasyon aldı başını gidiyor. Yıl sonunda % 20’lere ulaşması bekleniyor. Yolsuzluklar, rezaletler diz boyuna ulaştı. Belli ki AKP bu işi götüremedi, götüremeyecek. Bu arada büyük bir ihtimalle bir de kapatma cezası alacak. Vatandaşın memnuniyetsizliği giderek artıyor. Bu gidişle daha da artacak. Peki söyler misiniz bu durumda yeni bir seçim olsa vatandaş kime oy verecek? CHP’ye mi?
Gerçi halkın CHP’ye bir kırgınlığı yok. Kırgınlık bu şekilde yönetilen CHP’ye. İktidar büyük bir hızla oy kaybediyor, ama özellikle son olayların ardından CHP de oy kaybediyor. Peki oylar kime gidecek? MHP’ye mi? Peki türban meselesinde ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’ye adeta destek olan MHP’ye belirli hassasiyetlere sahip olan seçmenler nasıl oy versin?
AKP yanıyor, bitiyor ve belki de kül olacak. AKP tamamen yasaklansa, tüm milletvekillerini kaybetse veya bunlar olmadan ülkeyi nasıl bir bataklığa sürüklediklerini tüm Türk Halkı anlasa bile bu seçmen kime oy verecek? Açıkçası bilemiyorum. Zira ben bile şimdi bir seçim olsa kime oy vereceğimi bilemiyorum.
Eğer CHP biran önce yönetim şeklinde bir düzenlemeye gitmezse, aynı sistemle çalışmaya devam ederse yazık ki daha önce bizleri AKP’ye mahkum ettikleri gibi bu sefer de başka bir karanlığa mahkum edecekler. Bu durumda da başta belirttiğim kızgınlığımdaki haklılığım ortaya çıkacak. Bunu bir defa yaptınız. Bir daha izin vermeyin yoksa sizin eleştirdiklerinizden ne farkınız olacak?
Unutulmamalıdır ki artık Türk Halkı kendisini AKP’ye mahkum edenlere daha çok kızar hale geldi. Herkes ayağını denk almak zorundadır.
ARZU KÖK

ALİ BABACAN İSTİFA ETMELİ...

Her zaman şikayet edilen bir şey vardır ülkemizde. Türkiye’yi yurt dışındaki toplantılarda kötüleyen Türk vatandaşlarının varlığı. Kimler mi bunlar? Tabii ki Avrupa’da kabul görmek isteyen Türkiye düşmanları, ödül kazanmak isteyen yazarlar, iltica etmeyi kafasına koyan kaçaklar, bölücüler, PKK’lılar…. Ancak acıdır ki şimdi bu listeye yeni bir isim daha ekleyebiliriz; Dışişleri Bakanı Ali Babacan.
Avrupa Parlamentosu’nda Babacan, dini özgürlüklerle ilgili bir soruya "Türkiye'de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor. Türkiye'de son dönemde laiklik eksenli bir tartışma yaşanıyor. Bizim laiklik tanımımız çok açık: Din ve devlet işlerinin açık şekilde birbirinden ayrılması. Devletin de bireylerin dininin gereğini yerine getirmesine müdahale etmemesi. Burada farklı inançtakiler de dinsizler de bu özgürlük ortamından faydalanabilmeliler" şeklinde cevap vermiş.
Duyduğumuz anda inanmak istemediğimiz sözlerdi bunlar. Zira bu sözlerle Babacan ülkemizde azınlıklara baskı yapıldığını kabul etmekle kalmamış, Türkiye’nin bir baskı rejimiyle yönetilmekte olduğunu da söylemiş oldu. Aslında sorumlu mevkideki bir bakanın kendi iktidarlarında Türkiye’de baskı rejimi olduğunu kabul etmesi oldukça ilginç bir durum, ancak bunu yurt dışındaki bir toplantıda söyleyerek ülkesini kötülemesi kabul edilir bir durum değildir.
Doğrusu çok merak ediyorum; Bu ülkede kim namaza gidiyor diye önüne engel kondu? Hangi vatandaşımızın hacca gitmesi engellendi? Kim veya kimler oruç tuttukları için cezalandırıldı? Tabii ki hiç kimse. Sadece ne oldu? Kızlar türbanı yüzünden okullara giremedi. Bu da ülkede Müslümanların özgürlüklerini yaşayamamaları olarak algılandı iktidar tarafından. Nasıl böyle bir bakış açısına sahip olabilirler ilginç doğrusu. Hele ki bunu ülkemizi rezil edecek şekilde yurt dışında dillendirmeleri çok acı bir durumdur.
Bu iktidarı anlamak gerçekten çok güç. Ne yani onlar iktidara gelmeden önce bu ülkenin %99’u Müslüman değil miydi? Bu ülke insanı dine onların sayesinde mi kavuştu? Peki koskoca İslam dini türbandan mı ibaret? Hiç ahlaktan bahsetmiyorlar? Mesela yalan söylemenin İslam’daki cezası nedir? Bir baksınlar bizce.
Bu ülkede herkes dinini özgürce yaşıyor. Ve bunu siz iktidara gelmeden önce de yaşıyordu. Kimsenin de kimseyle herhangi bir sorunu yoktu. Eğer bugün ortada bir sorun varsa da bunun sorumlusu olarak iktidar kendini görmelidir. İslam kurallarının son derece rahat yaşandığı bu ülkeyi ‘Müslüman çoğunluk da dini özgürlük konusunda sorun yaşıyor’ diye kimsenin hele ki Avrupa’ya şikayet etme hakkı yoktur. Bunun yapılması ise son derece ayıptır ve tarihte örneği yoktur. Bu anlamda Ali Babacan bir ilk.
Bir dönem Orhan Pamuk için bir sürü şey söylenmişti. Ancak bugün baktığımızda Babacan’ın yaptığının, Orhan Pamuk’un yaptığından hiç bir farkı yok. Hatta ve hatta bu daha kötü bir durum. Zira Orhan Pamuk’un sözleri sadece ve sadece kendini bağlayan sözlerdi. Ancak Ali Babacan’ın sözleri Dışişleri Bakanı olduğu için Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlıyor.
Eğer Ali Babacan’ın sözleri eğer iktidarın kendisini Avrupa’ya hoş göstermek adına Türkiye’yi gerekirse rezil etme niyetinin bir göstergesi değilse, Ali Babacan ya istifa etmeli yada Bakanlıktan azledilmelidir. Hayır, eğer gerçekten de iktidarın politikası buysa zaten durum çok vahimdir. Allah sonumuzu hayretsin.
ARZU KÖK

KIZILIRMAK SUYU

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Büyükşehir Belediyesi Basın merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında, Kızılırmak’tan verilen suyunun son derece kaliteli ve sağlıklı bir su olduğunu söyledi. Ankaralı’nın 21 gündür Kesikköprü Barajı’ndan gelen Kızılırmak suyunu içtiğini bildiren Gökçek, "Kimse de bunun farkına varmadı. İshal vakaları da artmadı" dedi.
Bu durumu önceden duyurmama sebebi olarak da bazı sivil toplum örgütleri ve partilerin toplantılar düzenleyerek bu suyun kullanımını sabote edecekleri iddiasını ortaya koydu. Gökçek, "Bazı sivil toplum örgütlerinin bu durumu istismar ederek, ajitasyon yapmasını engellemek için bu gecikmiş açıklamayı yapıyorum. Ankaralılara hayırlı olsun. Böyle bir yola başvurduğum için halktan özür diliyorum" dedi. Tabii bu açıklamaların ardından da kendince haklı duruma geldi.
Bilim adamları, bu işin uzmanları proje başladığından beri bu suyun getireceği zararları sayıp döküyorlar. Gökçek ise 21 gündür kullanılan suyun herhangi bir ishal vakasına neden olmadığı savunmasını yaparak bu suyun yaratabileceği kanser vakalarının varlığını unutuyor.
Zira Kızılırmak suyunun sülfat ve sertlik oranı yüksektir. Yüksek sülfat oranı nedeniyle Ankara’ lıların sağlığı risk altına girmiş bulunmaktadır. Sülfat insanlarda , özellikle de çocuklarda dehidrasyon’ a (su kaybı) ve ishal’e neden olan bir madde olarak bilinegelir. Ayrıca, Neojen tüflerinden süzülen sular akciğer kanserine neden olan ince-iğnemsi mikrolitleri içine alarak toplanma havzasına taşırlar. Gözle görülmeyen bu ignemsi çubuklar suda hep asılı katı parçacıklar durumda kalırlar. Bunları içeren sular içme olarak alındığında bu sefer mide ve iç organlarda kanserleşmeye neden olabilirler. Yani kısacası bilim adamlarına göre sağlığımız tehlike altına girmiş bulunmaktadır.
Kızırmak suyu’nun yüksek sertlik oranı sadece sağlığımızı değil kesemizi, ağzımızın tadını da bozacaktır. Nasıl mı;
• Sert sular sabun, deterjan sarfiyatını arttıracaktır.
• Sıcak su tesisatı , buhar kazanları gibi tertibata ait boruların kısa zamanda kireç taşı bağlamasıyla kesitlerinin daralmasına neden olacaktır.
• Sert sular mutfak işleri bakımından da uygun değildir. Baklagiller gibi bazı yemekler sert sularda iyi pişmezler ve sert kalırlar. Karbonat sertliği çay ve kahvenin tadını bozar.
Melih Gökçek tüm bunlar daha önce konuşulmuş, tartışılmış, her türlü uyarı yapılmış olduğu halde kimseyi dinlememiş ve Ankara halkından habersiz suyu şebekeye vermiştir bile. Gökçek suyun şebekeye verildiğini açıkladığı basın toplantısında “Halkına sağlıksız su vermesi için bir belediye başkanının hain olması lazımdır" şeklinde bir söz sarfetmiştir. Şimdi soruyorum; Tüm bu uyarılara rağmen halkın sağlığını tehlikeye atacak bu uygulamaya devam etmek veya başlatmak ne anlama geliyor?
ARZU KÖK

DOĞMAMIŞ İŞÇİLER

İşçileri öldürün, öldüremiyorsanız döveceksiniz, dövemiyorsanız söveceksiniz.
Tuzla’da olduğu gibi…
1 Mayıs’ta olduğu gibi…
Başbakan’ın söylediği gibi…
Her zaman deniliyor ki Tuzla’daki ölümler görmezlikten geliniyor diye. Koca bir yalan bu söylenenler. Nasıl görmezden gelinebilir ki efendim, hele ki ölümlerin üzerini örtmek bu kadar zor bir iş iken? Yaşanan olaylar karşısında sessizce beklendiğini, hiçbir şey yapılmadığını düşünenler ise daha da çok yanılıyorlar. Bu yapılanlar,gördüklerimiz sadece ve sadece oyunun kuralı. Ne yapabilirler ki siparişler alınmış bir kere, işler yetiştirilmelidir. Gayri Safi Milli Hasıla, tüm “saf”lığımıza rağmen artmak, kişi başına düş(mey)en gelir yükselmek zorundadır. Bakınız ne güzel ihracat(ımız) artmıyor mu… Kapitalizmde şov bitmemelidir. Makineler gümbürdemek, kaslar gerilmek zorundadır. İşte olması gereken asıl zorunluluk budur. Saf bir şekilde tedbir alınmasını beklerken “üzücü olaylar yaşanmaya devam edecek” yada “inşallah tedbir alınır” gibi sözleri işitiyor olmamızın da nedeni budur. Zira kapitalizmin vicdanı yoktur. Şov her şeye rağmen devam etmelidir, edecektir. Aksi halde işçiler dışındaki birileri zarar görür. Hem maazallah onlar zarar görürse halimiz nice olur?
“Doğmamış Çocuğa Mektup” adında yıllar önce okuduğum bir kitap vardı. Tuzla’da ölen bir işçinin eşinin sekiz aylık olduğunu duyduğumda aklıma geldi birden. “Acaba bu mektubu Tuzla’da eşi ölen, sekiz aylık hamile anne yazmış olsaydı ne yazardı diye?” düşündüm. “Çocuğum, kızım yada oğlum babasız doğacak, babasız büyüyeceksin” diye başlardı mektuba sanırım. Ama ya sonrası? Nasıl getirirdi gerisini mektubun?
“Yazık ki senin için de benim için de bir tufan olacak yaşamımız… Bir şeyler yarım kaldı ortada, ben de anlayamadım. İşe gidiyorum diye çıktı bir sabah erkenden baban… Başka bir yere de gitmezdi zaten… Hiçbir kötü alışkanlığı da yoktu. Ama… Sanırım işe gittiği için öldü baban, işçi olduğu için… İşçi ne demek diye soracaksın şimdi evladım. Nasıl olsa öğreneceksin günü geldiğinde ama şu kadarını söyleyeyim sana, yaşamak adına başkaları için çalışanlara işçi denir… Kimileri işçi olduğunu bilmez yada reddeder, kimileri ise bunu çok kutsal sayar, kimileri ise hiç önemsemez veya aşağılar, ama şu kadarı açık ki onlar olmasa… Şu etrafına bak… Göz alabildiğine genişçe bak… Hadi şimdilik senin yerine ben bakayım, işte tüm bunlar da olmazdı… Olmazdı ama zaten bizim de olmadı….Amcanların da yok, dayınların da… Babanın iş arkadaşlarının da yok… Galiba işe gittikleri için hiç olmamış…. Hiç de olmayacak…
Aslında bu yokluk halinin onlar da farkında, mesela yılda bir kez bayram seyran diyerek kutlama yapmaya, haklarını aramaya kalkıyorlar… Diyeceksin ki ne cesur babam varmış… Yok çocuğum yok… Evet gerçi cesurdu cesur olmasına ama… Dayakları, biber gazlarını, copları yiyip sularını içip geliyorlardı eve… “Biber gazı da ne?” diye mi sordun, boş ver şimdi, nasıl olsa sonra anlarsın, sen de bakarsın tadına… Ha bir de “ayak takımı” meselesi var… Aman sakın unutma çocuğum… İleride duyduğunda da şaşırma sakın… Yok yok senin o yumuşacık, güzel ayakların değil bahsedilen… Bazı insanlar baban gibilerinden kendi aralarında ayak takımı diye bahsederler… Muhtemelen de ilerde senden de öyle bahsedecekler… Ama sen bakma onlara… Yada bak, bak ki iyi belle… Niye mi senden de ayak takımı diye bahsedecekler…Galiba sen de baban gibi işe gideceğin için çocuğum…”
Sekiz aylık hamileyken üstelik, eşini kaybeden bir annenin karnındaki çocuğu ile babası hakkındaki konuşmasını, dertleşmesini kestirmek ne kadar zor. Duyguların ağırlığı, gerçekliğin acımasızlığı kadarmış. Böyle durumlarda daha iyi anlıyor insan bunu.
Doğmamış işçiler rahat uyuyun diyemiyorum sizlere. Zira bugün de ölüm haberi gelecek mi Tuzla’dan diye rahatsızız her daim. Ama şunu biliyorum ki Tuzla’daki işçiler 16 Haziran’da eylem yaptılar. O gün greve giden hiçbir işçi ölmedi, o gün greve giden hiçbir işçinin çocuğu yetim kalmadı, o gün greve giden hiçbir işçinin eşi, hiçbir anne benzer ağırlığı taşımak zorunda kalmadı. Keşke grev olmadan da hiçbir işçinin ölmeyeceği günler olsa. Keşke hiçbir çocuk hele ki doğmadan yetim kalmasa…
Arzu Kök

LİSELERDE YENİ DÜZENLEME!

MEB liselerde yeni bir düzenlemeye gidiyor. Bugün var olan sistemde lise öğrencileri en çok üç dersten başarısız olduklarında "ortalama yükseltme" sınavına girebilme hakkını elde edebiliyordu. Yeni düzenlemeyle beraber öğrenci kaç dersten başarısız olursa olsun, o derslerden sınava girme hakkını elde edecek; hatta ve hatta bu sınavlarda başarılı olamasa dahi bir üst sınıfa devam edebilme hakkına sahip olacak. Bir de sınırlama getirilmiş güya. Yani öğrencinin başarısız olabileceği ders sayısı 6 ile sınırlandırılmış.
Bilgi çağında, iletişim kolaylığının üst düzeyde olduğu bir dönemde, MEB’ in toplumla ve yayın organları ile arasında kurduğu iletişim hattından öğreniyoruz bunları. Belki, MEB de ne yapacağını bilmiyor. Bir şekilde basın yoluyla doğru yada yanlış topluma aksettirilmesi sağlanarak bir nevi nabız yoklaması yapılıyor böylece. Tabii MEB’ in yapmayı düşündüğü bu türden düzenlemeleri eğitim fakülteleriyle paylaşmak, onların fikir ve görüşlerini almak gibi bir alışkanlığı yok. Ortaya bazı fikirler atılacak, gelen tepkilere göre yön verilecek. Ne mantıklı bir uygulama yöntemi değil mi? Ve ne yazık ki bu yöntemi MEB gibi bir kurum uyguluyor. Yazık bizlere.
Düşünülen düzenlemede, öğrenci başarısız olduğu dersleri 4 yıl içinde düzeltemezse, öğrenciye 1-2 yıl daha ek süre verilecek belki de öğrencinin sınırsız sınav hakkı olacak. Aslına bakarsanız ilk bakıldığında olumlu bir karar gibi görünüyor: Liseye giden öğrenci yıl kaybına uğramadan tüm sınıfları okumuş olacak; sınırsız sınav hakkı verilirse, eninde sonunda (tabii isterse) lise diplomasına kavuşacağı düşüncesi geliyor insanın aklına.
Oysa durum aslında hiç de öyle değildir. Başarısızlığa prim verilerek ve toplumun gözünü boyanarak sağlıklı çözümlere ulaşmak asla mümkün değildir. Bu düzenlemenin pek çok sakıncası bulunmaktadır. Konu gündeme geldiğinde mikrofon uzatılan lise öğürencileri, "Bu uygulama öğrenciyi tembelliğe iter; bu uygulama başarısızlığa yol açar; ilk sınıflarda başarısız olan öğrencinin üst sınıflarda başarılı olması çok zor; bu uygulama okullardaki disiplin sorunlarının artmasına neden olur" şeklinde yanıtlar verdiler. Bunlar öğrencilerin gördükleri sakıncalar. Tabii başka sakıncalar da söz konusudur aslında. Öğretmenin iş yükü artar, yaz tatili zehir olur, üstelik hak ettiği ek ders ücretini de alamaz. Katlanacak iş yükünden bezginliğe düşen öğretmen, öğrencinin başarısız sayılmaması için yada başarısız olan öğrenciden kurtulmak adına hiç de istemeyeceği yolları deneme yoluna gidebilir.
Eğitim bakanı bir "eğitimci" değil, bu olumsuzlukları nereden bilecek diyerek bakanı savunanlar çıkabilir. Ancak, bu bakanın hiç mi danışmanı yok? Bu tür düzenlemeleri akıl eden,düşünen (!) bakan değilse bile, bakanlık bürokratları değil midir? Peki bu bürokratlar öğrencilerin dahi hemen sıraladıkları bu sakıncaları bilmiyorlar mı yada düşünemiyorlar mı? Yetkililerin öğrenci kadar düşünemeyeceğini kabul edemeyeceğimize göre, bunların amaçlarının başka olduğu gibi bir şey çıkıyor ortaya.
AKP' nin MEB' i, ilköğretimin son sınıfında okuyan öğrencilere, ilk dönem başarılı olduklarında ikinci dönem okula devam etmeme izni vermişti. İkinci yarıyıl iznini daha çok kim kullanır, köylü-dar gelirli çocuğu mu, kentli-varlıklı aile çocuğu mu? İlköğretimde yaptıkları bir başka düzenlemeyle SBS' yi getirip bu sınavlarda İngilizce soru sorulmasını da benimsemişti. İngilizce’de başarısız olma olasılığı yüksek olan çocuklar, İngilizce öğretmeni yetersiz olan okullarda okuyan çocuklarla özel ders alamayan yada özel dershaneye gidemeyen çocuklar değil midir? Zorunlu eğitimi 9/10 yıla çıkarmak yerine liseler 4 yıla çıkarılmıştı. Süre zorunlu olarak uzatılmadığında, kimlerin okula gitmeyeceği/gidemeyeceği belli değil midir? Bu uygulamaların temel anlamı ne idi ise, sınıfta kalmanın kaldırılmasının da temel anlamı odur. Yani yoksulların, dar gelirlilerin ve öğrenim düzeyi sınırlı olup çocuğu ile ilgilenemeyen kesimlerin çocuklarını sistem dışına itmek.
Varlıklı yada eğitimli aile çocuğunun "Nasılsa kalma yok" diyerek tembelleşme olasılığı ya da şansı var mı? Bu nitelikteki aileler ne yapar eder, sık sık okula gider ve çocuğunu takipçisi olur, özel hocalar tutar, özel dershaneye gönderir, çocuğunun çalışkan öğrencilerle arkadaşlık kurmasını sağlar, tembelleşmeyi engeller. Köylü, işsiz, asgari ücretle çalışan, yoksul, dar gelirli yada örgün eğitimden yeterince yararlanamamış aile çocuklarına, aile sahip çıkabilir mi, okullarda bu tür çocuklara sahip çıkacak olanaklar ve süreçler var mıdır? Kaç lisede rehber öğretmen var ve kaç öğrenciye bir rehber düşüyor?
Liseye kadar gelmiş öğrencinin öğrenme güçlüğü içinde olacağı düşünülemez bile. Lisede başarısızlığın nedenini çocuğun yeteneğine bağlamak da anlamsız. Lisede başarısızlığın nedeni, ilköğretimden zayıf gelmek olduğuna göre, suç çocukta mı, MEB' de mi? Lisede karşılaşılan başarısızlığın nedenlerini bulup öğrenciye yardımcı olmak ve onu başarıya yönlendirmek MEB' in ve okulun görevleri içine değil midir? Öyledir ama bu görevler unutulmuş, başka şeylerle uğraşılır olunmuş maalesef.
ÖSYM başkanı geçenlerde 2006 ÖSS' de 750 bin kadar lise mezunu öğrencinin [15-(8-3)=?] işlemini yapamadığı gerçeğini açıklamıştı. Sınıf geçmenin kolaylaştırılması durumunda bu işlemi doğru olarak çözeceklerin sayısının artmasını mı planlıyorlar acaba, yoksa daha da azalmasını mı?
Aslında bu düzenleme ile yapılmak istenen şey çok açıktır. MEB, öğrenciyi başarısızlığa iten nedenleri gidermek için çalışacağına, asli görevini boşlayıp sahipsiz olan öğrencinin sistem dışına itilmesini sağlamaya çalışıyor. Sistem dışına itilenlere de büyük olasılıkla cemaatler sahip çıkacak ve böylece de, bir taşla iki kuş vurulmuş olacak. Ne ince bir düşünce değil mi? Ancak görünen odur ki işin özü budur.
ARZU KÖK