25 Ağustos 2008 Pazartesi

BIRAKIN DERELER ÖZGÜRCE AKSIN!...

Başbakan Erdoğan Rize’de hidroelektrik santrallara karşı çıkan çevrecileri ‘Boş vakitlerini değerlendirenler’ diye niteleyip, ‘Ben çevrecinin daniskasıyım’ demiş.
UNESCO tarafından Türkiye’nin ‘biyosfer rezervi’ olarak görülen ve koruma altına alınan, Rize ve Artvin dereleri üzerine kurulması planlanan HES (hidroelektrik santralı) yağması gündemde bugünlerde. Ve önümüzde pek çok örnek mevcut yapılan HES'lerin sonuçlarıyla alakalı. Zira Anadolu’nun nehirleri, gölleri plansız kentleşme, baraj ve sulama politikalarıyla yok edidi. Ve anlaşılan sıra, koruma altına alınması önerilen, dokunulmaması gereken Doğu Karadeniz’in akarsularını kurutmaya geldi. Doğal olarak da bu duruma çevrecilerle beraber doğa halkı da karşı çıktı. Hatta ve hatta HES istilasına karşı köylüler, derelerin başında sopayla nöbet tutuyormuş!
2007’den tarihinden itibaren satış sözleşmelerinin imzalanmaya başlanmasının ardından ‘dere yağması’ katlanmış, sadece Artvin dereleri üzerinde 106, Rize dereleri üzerinde ise 64 proje geliştirilmiş. Hatta söylemlere göre kuru dereler üzerine bile HES kurulması öngörülerek bir rant oluşturulmaya çalışılıyormuş. Bilindiği gibi hala süregelen bir Karadeniz Sahil Yolu çalışması var. Ve bu çalışmanın verdiği zarar ortada. Bunu gören yöre halkı ‘Derelerin Kardeşliği Platformu’ kurmuş ve eylemlerine başlamış haklı olarak. Bu nedenledir ki Rize’ye giden Erdoğan çevrecilere sataşmış sanırız. Demiş ki: “Dünyanın çeşitli yerlerinde çevreciler vardır. Bunlara ‘ne yaparsınız’ dersin, inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş bu. Yarın, gazeteler bunu ‘çevreciler karşı çıktı’ diye yazacak. Ama ben çevrecinin daniskasıyım. İstanbul Belediye Başkanlığım sırasında neler yaptığımızı özellikle İstanbul’da yaşayanlar çok iyi bilir. İstanbul susuzdu. 180 kilometreden su getirdik. Çevreciler o zaman da karşımıza dikildi, ‘ağaçları söküyorlar’ diye. 800 bin fidan diktik, Istranca’ya.”
Başbakan, Karadeniz coğrafyasını ve bölgenin ekosistemini yok edecek hidroelektrik santrallarını savunurken, bilgi ve görgüsüyle tüm Türk halkını da aydınlatmış oldu sağolsun. Hatta hatta tüm çevrecilere hadlerini bildirdi. Siz kim çevreyi korumak kim? Değil mi? Başbakandan daha çevreci olacak değilsiniz ya? Zaten yapılan icraatlarda da ne kadar çevreci olunduğu görülmüyor mu? Mesela kıyıları dolduranlara ödüller veriliyor. Açlık ve susuzluğun en büyük tehdit olduğu günümüzde su havzaları daraltılıyor. (En son İstanbul'un su sorunu için kullanılan Melen çayında balıkların ölmesi en güzel örnek değil mi? Melen çayı kurumadı mı? ) Yeşil alanlar büyük inşaat şirketlerine emanet ediliyor. (Mesela boğaza yapılacak üçüncü köprünün Beykoz-Sarıyer arasındaki son yeşil alanı yok edeceğini de göremiyorlar.) Ve en güzeli belki de küresel ısınmayı yağmur duasıyla çözmek gibi yeni icatlar dahi geliştirildi. Şimdi tüm bunlar yapılırken siz kalkıp Başbakan'ı ve hükümeti eleştireceksiniz çevreciler olarak. Olmaz. İşte böyle bildirirler adama haddini.
Aslında ne kadar trajikomik bir durum bu farkında mısınız? Gelecek kuşakları belki de en çok ve doğru bilinçlendirmesi gereken Başbakan, onlara çevre adına yanlış mesajlar veriyor ve ardından da kendisini dinleyen çocuklara oyuncak dağıtıyor. Bilmiyor ki çevrecilik aslında toplum vicdanı demektir. Ve Başbakan bu sözleriyle toplum vicdanını hiçe saymaktadır aslında. Bu vicdana sahip çıkanları da ‘boş vakitlerini değerlendirme’ çabası içinde olarak görebiliyor. Yazık gerçekten çok yazık.Rizeli Başbakan, elektrik üreteceğiz diye biyosfer rezervi olarak görülen Doğu Karadeniz’in derelerini müteahhitlere satıyor. Yine birkaç AKP’li milletvekili daha zengin olsun diye ‘yağmur ormanı’ olarak adlandırılan Papart Vadisi’ne bile göz dikiyorlar. Ancak geleceği çok daha iyi gören halk artık bunları yutmuyor. Susuz kalmak istemiyor. Başbakan istediği kadar azarlasın, kendi doğal ortamlarına sahip çıkan çevreci insanları. Onlar yine de haykıracaklar:‘Bırakın dereler özgür aksın!’ diye.
ARZU KÖK

ÇARESİZLİĞİN RESMİ YAPILABİLİR Mİ?...

İnsanlığın içine düşebileceği en kötü durum belki de çaresizliktir! İnsan zor bir durumla karşılaştığında durumuna çare arar. Zira ancak çare olduğunda bir umut vardır. Ama öyle bir çaresizlik anı vardır ki... İşte onu anlatmak mümkün değildir. Çaresizlik anlatılamaz ki, çaresizlik adı üzerinde çaresizliktir. Nasıl ki mutluluğun resmi yapılamıyorsa çaresizliğin tarifi de yapılamaz. Resmi ise asla yapılamaz. İşte bu çaresizlik anlarından biri de deprem anıdır. Sallanma başladığında kanınızın damarlarınızdan yavaş yavaş çekildiğini hissedersiniz. Vücudunuzda var olan o mucizevi ahenk bir anda bozulur. Çaresizlik içinde donup kalır, tuhaf bir boşluğa düşersiniz. Duygularınız, algılamalarınız, iradenizin denetiminizden kopar gider. Kendinizin sadece bir et ve kemik yığını gibi hissedersiniz. Öyle ki o anda korkmak bile elinizden gelmez. Tüm denetiminizi yitirmişsinizdir. Bitmek bilmeyen sarsıntı ise bütün yıkıcılığı ile uzar da uzar... Yıllar geçer sanki, yüzyıllar geçer. İşte o dakikalarda insan olarak ne kadar küçük bir zerrecik olduğunuzun ayrımına varırsınız. Ve bırakırsınız kendinizi bir boşluğa, daha doğrusu yap-satçıların elinden kurtulan bir boşluğa atarsınız kendinizi. Ve beklersiniz sonucu. Sonuç muamma. Belki ölüm, belki ömür boyu sürecek bir sakatlık, belki de kurtuluş.... Tek çare beklemek. Hiçbir şeyin garantisi yok. Aslında bu deprem dünyanın sadece ve sadece küçük bir noktasında meydana gelen küçük bir doğa olayıdır. Ama ülkemizde durum farklıdır. Zira bu küçük doğa olayının sonuçları ülkemizde hiç de küçük olmamaktadır. Binalar kağıt gibi un ufak olmaktadır bizim depremlerimizde. Ve enkaz altında, demir ve tuğla yığınları altında yüzlerce, binlerce ezilen insan.... İşte bu anlarda aklımıza hep o binaları yapıp satanlar gelir. Bir de onlara göz yuman yöneticiler... Önceden yapılan uyarılar, tarihi ve doğa gerçeklerine rağmen öncesinden tedbir almayan yöneticiler... O müteahhitlerin ve yöneticilerin bu işin günahını ne bu dünyada ne de öbür dünyada ödeyemeyeceğini bilirsiniz... Ama olan olmuş binlece insan ölmüştür artık. Aramızdan bazıları bizi, başka bir evrende tekrar görüşmek üzere, terk etmişlerdir. Onlar acının hançerini yüreğimize saplamış ve dönülmez akşamın ufkunda yitip gitmişlerdir. Kimileri kaderin yelkenlisine bindiler, kimileri de, arkalarında katil müteahhitlerini bırakarak ve belki de bizim sonradan onların cezasını vereceğimizi umarak, kalleş birer cinayete kurban gittiler. Ancak ülkemizde değişmez bir kural vardır. Giden gider, kalan sağlar bizimdir, bu kural ülkemizde hiç değişmez. Ve yine kural bozulmamıştır, Kocaeli depreminin üzerinden 9 koca yıl geçmesine rağmen. Ben bildim bileli hemen her depremde aynı acıları yaşarız. Hep de aynı nutukları dinleriz. Önce yardım kepazeliklerini yaşarız, sonra yaraları sarma palavralarını dinleriz. Ardından deprem evlerinin talanı gelir. Binlerce insana mezar olan o binaları yapanlara yeni rant kapıları aralanır. Onlara yine ilk depremde yıkılmaya aday kağıt gibi binalar yaptırılır ve devlet töreniyle, üstelik devlet büyükleri tarafından, süslü nutuklarla depremzedelere dağıtılır. Yıllardan beri sürüp giden kısır bir döngüdür bu. Sanki güzel ülkemizin, talihsiz insanlarımızın değişmez yazgısıdır bu. Evet Kocaeli depreminin üzerinden 9 koca yıl geçti. Ama hala yaralar sarılamadı. Olası yeni depremler için önlemler alınamadı. Örneğin Kocaeli depreminin hemen ardından beklenilmeye başlanan bir İstanbul depremi var. Ve uzmanlara göre bu deprem giderek yaklaşıyor. Her an olabilir. Ama 9 yıldır bu kaygı olmasına rağmen hala alınan ciddi bir önlem yok. Depreme yönelik ciddi çalışmalar yok. Hala ne bekleniyor anlamak da mümkün değil. Sanırız ki istenen yine kağıt gibi yıkılan binalar ve bu binaların enkazı altında kalacak binlerce insan... Gerçekten çok yazık. Neden bu kadar duyarsız olduk anlamıyorum. Hiçbir şeyden ders almaz olduk. yaşadığımız büyük olaylar, büyük acılar bile umurumuzda değil. Siyasetten doğal afetlere, eğitimden spora.... Değişen hiçbir şey yok!...Bazıların "Ne yapalım biz böyleyiz." dediğini duyar gibi oluyorum. Ama artık yeter. Uyanıp silkinme zamanı geldi. Zira bu kadarını hak etmiyoruz.
ARZU KÖK

İNSAN DEDİĞİN

Damarlarındaki kan coşkun bir nehir gibi dolaşmalı ve yüreğine azgın bir şelaleden düşer gibi girmeli. Bir kuş gibi özgür olmalı beynin ve her organın acımasızca cezalandırmalı tembelliğini. Ve hep yenik düşmelisin duygularınla girdiğin kavgalardan. Ama her an da hazır olmalısın yeni kavgalara. İnsan dediğin destan yazmalı. Heyecanların doruklarında maceradan maceraya koşabilmeli. Yanında taşıdığı ölü bir beden değil diri, heyecanlı bir beden olmalı. İnsan dediğin geçmişini geçmişe gömmeyi bilmeli, geçmişte yaşamamalı. Her gününe yeniden ve taptaze umutlarla, heyecanlarla başlamalı. Zira güneş her sabah yeniden doğuyor, doğmaya da devam edecek tüm karanlıklara inat. İnsan dediğin pas tutmuş anıların arkasına sığınmayı reddetmeli. Yeni olan ne varsa onların peşine düşmeli. Bağlılıklarını iyi seçmeli insan dediğin. Ve her zaman kaçabilmeli kendisini büyülemeyen işleri yapmaktan. Yaşam bir kavgadır ve bu kavgada yara almaktan korkmamalı. Yeri geldiğinde kanamaktan da korkmamalı insan dediğin. Yerleşik olan her şeye isyan etmeli. Kavga etmeli yeri geldiğinde onlarla. Yaşamak istediği yeri ve şartları önce kendi beyninde inşa etmeli. İnsan dediğin tüm korkularının üzerine üzerine gidebilmeli. Yaşamında 'keşke' lere yer bırakmayacak şekilde yaşamalı herşeyi. Bazen bir sesin, bazen bir düşün peşine düşmeyi bilmeli insan dediğin. Bir gülüşü içebilmeli ve sımsıcak bir merhabanın önünde saygıyla eğilmeyi bilmeli. Çıkmaz sokaklara girdiğinde bile asla umudunu yitirmemeli insan. Ve asla unutmamalıdır ki çaresizliğin çaresi her zaman çaresizliğin içinde biryerlerde saklıdır. Sadece güçlü olup onu oradan çıkarmaktır aslolan. Bu nedenledir ki acı çekerken bile gülebilmeyi bilmeyi insan dediğin. Zira bilmeli ki her acı bitecek bir gün. Bir şairi duyabilmeli ve başarabilmeli bir ağaç, belki de bir orman olabilmeyi. Yüzlerce dalı, yüzlerce sevdası olmalı. Oyunlara, tuzaklara, kaprislere, cahillere, entrikalara, küstahlara, küçük hesaplara, aptallara, korkaklara gülüp geçebilmeli insan dediğin. Hatta bunu kendisini en güçsüz hissettiği anlarda bile yapabilmeli. Her zaman ayakta durmayı becerebilmeli. Acıyı, aşkı, mutluluğu, gözyaşını, düşü, hayal kırıklığını, iyiyi, kötüyü, eğriyi, doğruyu ve herşeyden önemlisi kendini bilmeli insan dediğin. Bir sel gibi akmalı. Yaşamdan mola istemek gibi bir hakkı olmadığını bilmeli insan dediğin. Hayata aç bir kurt gibi saldırmayı bilmeli ve bilmelidir ki hayat hiçbir zaman kendisini sürekli ayakta karşılayanlara karşı saygıda kusur etmez. Hatta Azrail bile....
ARZU KÖK

ALÇAKÇA BİR SAVAŞ

Derlerki savaşlarda her şey mübahtır. Ancak savaşın da alçakça yapılanı, yiğitçe yapılanı var. Yiğitçe yapılanlara verilecek en güzel örnek hala dillere destan olan Çanakkale Savaşıdır. Bunun dışında özellikle siviller hedef alınarak yapılan savaşların ne yiğitlikle ne savaş ahlakıyla ne de insanlıkla ilgisi yoktur. Olmaz, olamaz. Ancak yazıktır ki günümüzde özellikle PKK terör örgütünün başlattığı savaş böyle bir savaştır.
Evet daha kaç gün oldu ki. Erzincan ile Kemah arasında göreve gitmekte olan askerlerimiz mayın tuzağıyla karşılaşmış ve 1'I kurmay yarbay, 2'si uzman çavuş, 9 askerimiz şehit olmuştu. Teröristler yola döşedikleri mayınları konvoy oradan geçerken uzaktan patlamış ve askerlerimizin ölümüne neden olmuşlardı. Ortalık kan gölüne dönmüş ve teröristler sanırız ki yaptıklarından son derece mutlu yollarına devam etmişlerdir.
Yine üzerinden çok geçmedi. Aynı teröristler İstanbul'un Güngören semtinde 18 sivilin ölümüne yol açan bir patlamayı da uzaktan kumanda ile sağlamışlardı. Sürekli verdikleri bir özgürlük mücadelesinden bahsediyorlar. Kendilerini haklı göstermek için uğraşıyorlar. Ama diğer taraftan da mücadelenin en aşağılık, en alçakça, en namussuzca şeklini kullanıyorlar. Zira öyle olmasaydı kurulan tertibin farkında bile olmayan insanlar seçilmezdi kurbanlar olarak. Çünkü onlara kendilerini savunma hakkı bile vermiyorlar bu durumda. En masum halleri içindeyken insanların canına kast edenler ise zafer sarhoşu olup naralar atıyorlar. Nerede kaldı savaş ahlakı?
Ne yazıktır ki bunlarda onur da, şeref de, haysiyet de, ahlak da kalmamış. Zira dağdaki bir avcı bile vuracağı hayvanlara karşı bir ahlaki sorumluluk hisseder ve ona gore davranır. Bu nedenledir ki ağaç dalına veya taş üstüne konmuş kuşa, duran ceylana, korkudan donup kalan tavşana, kısaca kendini koruma ve kurtarma şansı tanınmamış bir yaratığa ateş etmek, "av sporu" yapmak değil, "ahlaksızca cana kıymak"tır. Bu ise insan olana yakışır bir davranış değildir.
9 şehit haberinin ardından DTP ve PKK açıklamaları gazetelerde boy boy yer aldı. Güya Kürt haklarını savunuyorlar ve "halkın şiddetten bıktığını" söylüyorlar ve kendileriyle temas kurulmasını talep ediyorlar. Ama nedense devlete karşı silahlı mücadele verenin, askerimizin yoluna mayın döşeyenin, pek çok sivilin canına kıyanın kendileri ve örgütleri olduğunu da unutuyorlar. Ve asıl önemlisi mücadelenin en ahlaksızcasını seçtiklerini de göz ardı ediyorlar. Bu ahlaksızlığı yapanlara övgüler düzüyor onlar aleyhinde tek bir kelime dahi etmiyorlar.
Önce dürüstçe mücadele etmeyi bilmeleri gerekir. Hukukun önünde boyunlarının kıldan ince olduğunu söyleyebilmeleri gerekir. Belki o zaman bir diyaloğu hakederler. Böyle devam ettikleri sürece onlarla diyalog kurmak da doğru değildir. Zira once insanca mücadeleyi bilmeliler. Aksi halde hiçbir şey talep etmeye hakları yoktur.
Tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm Türk halkına da başsağlığı dileklerimi sunuyorum…
ARZU KÖK

ANKARA-İZMİR ORTAOYUNU:SU

Dikkatinizi çekiyor mu bilmem. Ama farkettiniz mi bilmiyorum, son günlerin Ergenekon ve kapatma davalarından sonra gelen en önemli gündem maddesi; Su. Ankara Büyükşehir Belediyesi çerçevesinde başlayıp, İzmir’e kadar uzanan bir tartışma söz konusu. Ve bu tartışma bir anlamda Hükümet ile İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında da bir kapışmaya dönüşmüş durumdadır. “Hangi suda ne kadar arsenik var?”, “Bu arseniğin ne kadarı zararlı?” soruları soruluyor, tartışılıyor ve de vatandaşın aklına binbir düşünce getiriliyor.
Durum böyle iken Hükümetin “Koca koca” bakanları, bir anlamda su üzerinden İzmir’i “düşürmek” adına ellerinden geleni yapmaya çalışır bir görünüm sergilemektedir. Zira şimdiye kadar, kolera, vb salgınlar çıktığında, “bu sorun onların sorunu” diye işi belediyelere yıkan Sağlık Bakanı, iş İzmir’e geldiğinde birden “otoritesini” hatırladı nedense. Su gündeme geldiğinde, “mutlaka tasarruf lazım” demekten başka lafı olmayanlar, birden kimyager kesildi. Ama tabii ki tartışmanın görünen kısmının da ötesi olduğu gözlenmektedir.Yani tartışma aslında basit bir AKP-CHP belediye kapışmasının da ötesinde görünmektedir.
Su; tüm canlıların olmazsa olmaz yaşam kaynağıdır. Susuz bir yaşam asla düşünülemez. Bu anlamda da suyun, özellikle de sağlıklı bir suyun gereği ortada olan bir gerçektir. Ama küresel ısınmanın da etkisiyle su, dünyada sınırlı kaynaklara sahip değerli bir nesne haline dönüşmüştür. Üstelik de, dünyaya hakim olan küresel politikaların suya da el attığı gün gibi ortadaolan bir gerçektir. Açıkçası su, doğal bir ihtiyaç olmaktan çıkarılıp, bir metaya dönüştürülmek istenmektedir. Suyun bulunması, miktarı kadar temiz olması da önemlidir. Bu anlamda da suyun hastalık yapıcı mikroorganizmalar kadar, son günlerde çok popüler hale gelen arsenik ve diğer kimyasal maddelerden temizlenmesi gerekmektedir. Zira bu maddeler, bu maddeler, kısa ve daha çok da uzun vadede insanlarda kansere kadar varan bir dizi sağlık sorununa yol açabilme özelliğine sahiptirler. Dolayısıyla, suyun temiz olması, temiz koşullarda taşınıp insanlara ulaştırılması son derece önem arzetmektedir. Tarihin ilk dönemlerinden beri toplumlar bu süreci kamusal organizasyon ve sorumluluklarla gerçekleştirmişlerdir. Ta ki, 80’li yıllara kadar.
Dünyada neoliberalizmin yükseliş dönemi ile birlikte, suyun da metalaştırılması ile ilgili politikalar gündeme gelmiştir. Bu politikaların başında ise Dünya Bankası gelmektedir. Fransa’da suyun özelleştirilmesi örneğinden yola çıkılarak, bir dünya modeli oluşturmaya girişilmiş ve durum Dünya Bankası’nın bir numaralı eğilimi olmuştur. Kamunun su hizmetlerinden giderek elini çekmesi, ama kamu güvencesinde, işi özel şirketlere devretmesi biçiminde özetlenebilecek bu politika, dünya ölçeğindeki su şirketlerinin dünya su kaynaklarını yönetebilmesinin önünü açma amacına hizmet eder gibi görünmektedir. Fransa’dan sonra, değişik ülkelerde mantık korunarak farklı modeller uygulanmıştır. Böylece de suyun da petrol gibi egemen sınıfların eline geçmesinin önü açılmıştır.
Türkiye’de bu anlamda bir politika uygulamaya koyulmuştur ne yazık ki. İzmit, Antalya, Çeşme-Alaçatı, vb yapılan su özelleştirmeleri, Türkiye belediyelerinin bu konuda dünyaya entegrasyonunun başarılı (!) örnekleri olarak gözümüze çarpmaktadır. Özellikle 1980 sonrası yasalarda yapılan bir dizi değişiklikle, su konusunda belediyeler kendi dertleri ile baş başa bırakılmış, dış kredi kullanmaya yönlendirilmiş ve bu sonucun önü büyük oranda açılmıştır. Belediyelerin merkezi yönetimlerin desteğinden yoksun bırakılması ve de belediye hizmetlerinin birbirlerinden koparılarak parçalanması, bu sürecin hızını arttıran etkenler olmuşlardır.
Uzmanların göre, Türkiye su özelleştirmesinde önce Fransız modelini denemiş, şimdi giderek İngiliz modeline dönmüştür. Bunun anlamı ise açıkça şudur; yerel yönetimlerin daha çok inisiyatif aldığı Fransız modeli değil, geniş çaplı su havzası özelleştirmeleri kapıdadır. İşte, “suda tasarruf”, “arsenikli su” kapışmalarının arkasında, insanın en temel ihtiyacı olan suyun metalaştırılması, çok uluslu tekellerin kar alanı haline getirilmesi senaryosu yatmaktadır ne yazık ki.
Ancak bu yazıyı okuyanlar şunu söyleyebilir; “Fransız ya da İngiliz fark etmez, biz temiz su içmek, kullanmak istiyoruz. Zaten belediyeler de, bu işi beceremiyor. Özelleşse ne olur?” Ama zaten halka asıl söyletilmek istenen de bu değil midir? Tıpkı sağlıkta olduğu gibi, tıpkı diğer hizmetlerde olduğu gibi. Yıllarca, kamusal bir hizmet olan sağlığın gereği olan finansal ve örgütsel katkıyı, düzenlemeyi yapmayıp o alanı çökerttiler sonra da başka düzenleme ve katkılarla, bir özel alternatif yarattılarve hizmet sorumluluğunu yarattıkları bu yeni aktöre devrettiler. Daha doğrusu, söz konusu alanın tüm getirisini. Suda yapılmak istenen şey de pek farklı değil. Burada, sorumluluk vatandaştadır. Zira önünde sağlık konusunda yaşadıkları örnek teşkil etmektedir.
Toplum suyu yaşamsal bir ihtiyaç olarak görüp, içtiği suyun nasıl sağlanması gerektiği konusunda söz söyleyen bir irade durumuna gelmezse, küresel aktörleri devreye sokmak isteyenler sergilenen Ankara-İzmir ortaoyunu gibi daha çok oyun sergileyeceklerdir haberiniz olsun.
Arzu Kök

DAĞ FARE DOĞURMUŞTUR

Ergenekon davasının 2500 sayfalık iddianamesi, geçen cuma günü mahkeme tarafından kabul edildi. Böylece de, iddianamenin içeriği de kamuoyu için açıklanmış oldu. İncelediğimiz kadarıyla iddianamede onlarca olay sayılıyor ve savcılık, bu olaylar arasından kanıtlar yardımıyla ya da mantıksal bağlar kurarak, “Hükümeti devirmek için ortam oluşturmak adına harekete geçmiş silahlı bir çete” nin varlığını ispata çalışıyor. Medya ise daha önce iddianameden sızdırma spekülatif haberler sürecinde yapıldığı gibi iddianamenin özüyle ve arasındaki felsefeyle değil de, “Abdullah Öcalan’ın Ergenekon’la bağlantısı”, “Büyükanıt’a suikast planı” gibi sansasyon yaratacak başlıkları haber yapıyor sadece.
İddianeme artık açıklandığına göre mantığı, kanıtları, her daim gündemde olacak ve tartışılacaktır. Ancak şu var ki göründüğü kadarıyla, Ergenekon Operasyonu’nun başından beri, özellikle hükümete yakın basın tarafından öne sürülen, bu davanın bir “Temiz Eller davası” olacağı, “Kontrgerilla ile tarihsel bir hesaplaşma yapılacağı” iddiası boşa çıkmıştır. Zira iddianame, Ergenekon örgütünün hükümeti devirmek için yaptığı ve planladığı eylemlere dayandırılıyor ama devletin hiçbir kurumunu ve görevi başındaki hiçbir devlet yetkilisini kapsamıyor. Mesela Veli Küçük yargılanıyor ama adı Küçük’le birlikte anılan JİTEM iddianamede yer almıyor. Çünkü iddianame; asker, polis, jandarma ve MİT’i, hatta devletin tüm resmi kurumlarını bu soruşturmanın dışında tutmakta ve de “Bu çete organizasyonunun ordu ve MİT içine sızmayı başaramadığı” öne sürülerek, kontrgerilla ve “derin devlet”e ilişkin suçlamaları da geçersiz kılmayı amaçlayan bir nitelik arzetmektedir.
Yani savcılığa göre bu çete, kimi rayından çıkmış emekli subaylar, mafya artıkları ve gözünü hırs bürümüş siyasilerce oluşturulmuş; devletin ordu, MİT gibi kurumlarına sadece sızmaya çalışmıştır! Yoksa savcıya göre bu çete, devlet içinde örgütlenen güçlerin, sivil yaşamı da kapsayan partileri, dernekleri kullanan, emniyet ve jandarma içindeki örgütlenmesinden de güç alarak giriştiği, topluma yön verme, bunun için de hükümeti zorla alaşağı etme amacı da güden bir girişim asla değildir! Cidden ilginç bir bakış açısı doğrusu. Eğer bu operasyon ciddi anlamda bir temiz eller operasyonu olsaydı durum hiç de böyle olmazdı. Birkaç emekli subay, yazar, bilim adamı ile sınırlandırılamazdı. Zira akıl var mantık var bu insanlar arkalarında güvenebilecekleri destekleri olmadan ve yıllarca neye güverek, nasıl bu bahsedilen eylemleri yapabilecek ve de yıllardır yakalanamamış olacaklardı? Gerçek anlamda akıl ve mantık almıyor doğrusu.Görülen anlamıyla Ergenekon, AKP’ye karşı muhalefet eden ve kimi yasadışı araçları ve yolları kullanan bir çete sorununa indirgenmiştir. Bu şekliyle iddianame, “Devlet içinde çeteleşme” merkezli bir dava niteliği taşıyan Susurluk’un bile gerisine düşmüştür. Ki sürekli de bazıları bu davanın Susurluk'un devamı niteliğinde olduğunu söyleyip durdular. Oysa iddianamenin bugünkü hali, bu davanın daha önce devlete hizmet vermiş ama bugün ABD ve yerli egemenlerin dönemsel çıkarları için ayakbağı oluşturmaya başlamış çevrelerin tasfiyesi operasyonu olduğu konusundaki tüm teorileri ispatlar bir nitelik yaşımaktadır. Ve bu haliyle de görüldüğü kadarıyla öyle çok fazla iddiası olan bir iddianame değildir.
Oysa ortaya çıkan bombalar ve onların kullanılışı, Veli Küçük şahsında Susurluk davasından beri süre gelen iddialar, JİTEM ve onun faaliyetleri olarak gösterilen Sapanca-Adapazarı-Düzce üçgenindeki cinayetler, Mehmet Ağar’ın sözünü ettiği “bin operasyon”un açıklığa kavuşturulması soruşturulabilirdi. Yani tam anlamıyla insanların kafalarındaki soru işaretlerini açığa çıkaracak şekilde bir temiz eller operayonu olabilirdi. Ancak çok sığ kalmıştır. Yayınlanan iddianame bu yönde bir atılım içermemektedir. Yazıktır ki savcılık davayı, “AKP’ye karşı bir hükümet darbesi için ortam hazırlama”ya indirgeyip bununla sınırladığı için, “Darbeyi yapacak olanların kim olduğu” hakkında da (bunların bakkal, kasap,yazar, emekli subaylar olamayacağını bilindiği için) net bir açıklama söz konusu değildir.
İddianamede sayılıp dökülenlere bakıldığında savcılığın bir “uzlaşma” üstünden hareket ettiği, bu davanın orduya, emniyete, jandarmaya, MİT’e dokunmadan götürülmesi için çalışıldığı izlenmektedir. Böylece de dava, yaptıkları ve istekleriyle artık eski efendilerini de rahatsız eden, deyim yerindeyse kimi “çizmeyi aşan” kesimleri tasfiye etme amaçlı bir davaya konumuna getirilmiştir. Yalnız sakın yanlış anlaşılmasın bu uzlaşı tabii ki masa başına oturularak varılan bir uzlaşı değildir. Bu bir anlayış, bir devlet ve iktidar anlayışı olarak algılanmalıdır.
Sonuç gösteriyor ki “dağ fare doğurmuş” tur. İddianame hiçde yaratılan sansasyonlar kadar etkileyici, kapsamlı değildir. Aksine Susurluk davasının bile gerisinde bir görüntü sergilemektedir. Şimdi oturup davanın normal seyrinde ilerleyişine bakacağız hep birlikte. Ne diyelim hayırlısı...
Arzu Kök

YA SEV YA TERK ET

Türkiye'de üniversite öğrencilerinin % 73'ü TC'yi beğenmiyor ve bir şekilde yurtdışında çalışmak ve yaşamak istiyor. Ancak bakıldığında yurtdışında öğrenim gören öğrencilerimizin durumunun daha da karanlık olduğu da görünen bir gerçektir. Onların da %77'si Türkiye'ye asla geri dönmek istemiyor. Ellerinde olsa, mezuniyetten sonra Amerika Birleşik Devletleri veya Batı Avrupa'da çalışıp orada yaşayacaklar. Aralarında tabii ki vatan aşkıyla yanıp geri dönenler var ama onların durumu da pek parlak durumda değil. Zira söylendiğine göre bunların büyük bir kısmı "yeterince verimli çalıştırılmamaktan" dolayı "beyin küsmesi"ne uğruyormuş. Beyin küsmesinin anlamını merak edenler için açıklayayım. Bu kişinin kendi kendine "Lanet olsun, keşke salaklık edip dönmeseydim" diyor olmasının bilimsel tarifidir.
Bu dehşet verici bilgiler Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından yayımlanan "Türkiye'de Araştırma Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?" adlı araştırmanın özetinden alınmadır. Araştırma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi (TEKAM) Müdürü Prof. Dr. Muammer Kaya tarafından yapılmış. Konu "beyin göçü" ama sorun aslında çok daha büyük. Zira Türkiye'deki kaliteli üniversitelerden mezun olanların çoğunluğu "Hadi bana eyvallah deyip" yabancı ülkelerde çalışmaya gidiyormuş bu araştırmaya göre. TİSK araştırma sonuçlarında diyor ki Türkiye; "Maalesef ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59'unu kaybetmektedir."
1981-2000 yılları arasında ki ABD'ye ve OECD ülkelerine göç eden 25 yaş üstü Türklerin durumuna baktığımız taktirde bunların büyük bölümünün yüksek eğitimli olduğunu görürüz. Yani ABD'ye giden 65.000 ve OECD ülkelerine göç eden iki milyona yakın Türk'ün yüzde 60'ından fazlası yükseköğrenimli, yani beyinli dediğimiz kesim. Şimdi birileri çıkıp beyinsizleri soracak ama yazık ki araştırmada onlara yönelik bir açıklama yok. Ancak görünen odur ki Batı ülkelerinin vizeler ile ördüğü demir perde yıkıldığı takdirde TC'de yaşlı ve hastalardan başka hiç kimse kalmayacak. Ne dersiniz fena da olmaz hani değil mi? Zira ne İstanbul'da trafik sorunu kalır, ne Ankara'nın susuzluğu kalır, ne tesettür sorunu kalır, ne Güneydoğu sorunu kalır, ne de Türkiye'nin batılılaşma sorunu kalır. Yani hepsi bir defa da halledilmiş olur. Şimdi bana kızdığınızın farkındayım. Evet saçmaladım az biraz, farkındayım. Ama her şey bir tarafa, bu istatistikler Türkiye'nin düzenini mahkum eden, başarısızlığını açığa vuran belgeler değil de nedir? Neden mi? İşte sonuç ortada. Şimdiye kadar iktidara gelen tüm hükümetler yıllardır uğraşa uğraşa çoğunluğunun terk etmek istediği bir ülke yarattılar. Ne mutlu onlara.
Ülkemizde sürekli sayıları artan ancak verilen eğitimin işgücü piyasasının ihtiyaçlarına uyumlu olmaması nedeniyle birçok alanda "istihdam edilebilir" nitelikte olmayan, bol sayıda diplomalı işsiz mezun ediliyor. Bunlar arasından en nitelikli durumda olanlar ise yabancı ülkelere gitmekte, oralarda çalışmaktadır. Yani bedavaya beyin ihracatı yapıyoruz. Şöyle bir bakarsak ülkemizde profesyonel bir sporcu, sanatçı ya da yönetici milyonlarca dolara transfer edilirken gerçek anlamda nitelikli insanlarımız bedavaya transfer ediliyorlar.
Beyin göçünün Türkiye'ye ekonomik maliyeti ise yıllık 2-2.5 milyar doları bulmaktadır. Bu maliyetin azalması için de politika ve altyapıda uygun şartlar yaratılmalıdır. Tersine beyin göçü ancak bu şekilde sağlanabilecektir. Aksi halde ülke her yönden kaybetmeye devam edecektir.Pek çok ülke kendilerine doğru akan nitelikli beyin göçü sağlamak amacıyla onlara pek çok cazip teklifle gitmektedir. Örneğin ABD "olağanüstü araştırmacılara" her yıl 135 bin H1-B vizesi veriyor. ABD'ye göç eden nitelikli göçmenlerin Amerikan ekonomisine katkısının kişi başına yıllık 150 bin dolar düzeyinde olduğu da bilinen bir gerçektir. Durum böyle iken Türkiye elindeki cevherleri sürekli kaybediyor.
Sonuç olarak ülkemizde 90 civarı Üniversite vardır. Ancak üniversiteler açılırken insan gücünün planlanması ve ihtiyaç analizleri yapılmamaktadır. Buna rağmen de sürekli yeni yeni üniversiteler açılmaktadır. Üstelik bu üniversiteler yeterli alt yapı ve nitelikli öğretim elemanlarına sahip olmadan açılmaktadır. Bu ise üniversitelerin sadece siyasi amaçlarla kurulduğunu göstermektedir. Zira bu şekilde kurulan üniversiteler diplomalı işsizler ordusunu giderek büyütmekte ve beyin göçünü de hızlandırmaktadır.
Bu durum ise ülkemizde büyük bir beyin erozyonuna dönüşme aşamasındadır. ve unutulmamalıdır ki beyin göçü dünyada bugün geri kalmışlıkla özdeşleşen bir durumdur. Durum böyle iken de birileri çıkıp ülkemizin ne kadar gelişip büyüdüğünden bahsedip durmasın. Zira öyle olsaydı beyin göçü en az seviyede olurdu ve insanlar bu ülkeyi terk etmek istemezdi.
Arzu Kök