Yaşam gülümsemekti belki
Ağız dolusu kahkahalar savurabilmekti gökyüzüne.
Bir düştü belki gördüğümüz,
Uyanmak istemediğimiz.
Hem seviyordunuz insanları,
Hem sevmiyordunuz.
Bir umut vardı içinizde,
Yaşama, insanlığa dair,
Yoksundu çabanız.
Bir kaçış vardı sizde,
Kırçiçeklerinden, belki özgürlüğünüzden...
Yitiriyordunuz kaçmakla,
Umutları, yarınları, özgürlüğü.
Oysa,
Bir kelebek kadar hür,
Bir karınca kadar mutlu,
Ağız dolusu kahkaha
Ve
Yitmeyen umutlarla dolu
Bir yaşamdı size yakışan...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
30 Eylül 2008 Salı
KOMEDİ Mİ GERÇEKLER Mİ?...
Kızılay’da yola tükürenlere kızmıyorum artık, sanata tükürenleri gördükten sonra. Pavyon kapatanlara kızmıyorum, AKM’ yi, tiyatroları kapatanları gördükten sonra. Falanca partinin ‘kanlı mı gelsek kansız mı?’ sözüne kızmıyorum, Anıtkabir’de Ulu Önder’in huzurunda şeriat şovu yapanları gördükten sonra. El feneriyle hırsızlık yapanlara kızmıyorum artık, Deniz Feneriyle hırsızlık yapanları gördükten sonra. Rahmetli Cumhurbaşkanımıza kızmıyorum artık, özelleştirmede ilk köprüleri sattı diye, özelleştirme adına ülkeyi, geleceğini satanları gördükten sonra…
Haydi yok mu alan, batan geminin malları bunlar…..Termik santral alana Orta Anadolu linyitleri bedava…Yetişen alıyor…Süt Kurumunu alana on Montofon on da Holstein cabası… Petlas’ ı, Botaş’ ı, T.E.K. ‘i, P.T.T’ yi alana başbakan yardımcısı bedava….
Şimdi müşteri beklemenin tam zamanı. Bunları falanca şehir esnafından bir işadamı mı alacak sanıyorsunuz. Zor alır…Sen kamuoyuna zarar ediyorlar diyeceksin, sonra da var mı alan diye çıkacaksın. Zararlı olanı kim alır? Tabi ki yabancı sermayeler ve Türkiye için ağzı sulanan kapitalist ülkeler. Kar eden şirketler ithal kenelere, zarar edenlerse emeklilik yaşının artmasıyla yerli dedelere, ninelere….Bu ülkede normal insan ömrü 68.7 iken emeklilik yaşı 65. Vatandaş yazık ki Türkiye’ deki çalışma koşulları ve yaşam standardı sayesinde çalışırken mefta olacak. Emekliliğini göremeden, devletine hiç külfet olmadan…
Geçenlerde bir sivil toplum örgütünün başkanı emekliler için, ‘ 20 yıl çalışıyorlar 40 yıl maaş alıyorlar’ diyerek emeklilere ödenen paralara nasıl göz konulduğunu gösterdi bizlere. Peki merak ediyorum; hiç hesaplamış mı acaba 20 yıl ödenen primlerin bileşik faizle hesaplandığında ne kadar tuttuğunu? Toplum haklarını savunucu olarak gördüğümüz sivil toplum örgütlerinin birinin başındaki birinin bu söylemini yadırgadım doğrusu.
Ülkemizde ortalama emekli maaşı 600 YTL civarında. Bu ücretle de insanların ayakta durması, yaşaması isteniyor. Kişi tek başına yaşıyor olsa evet belki kolay olacak. Ama o yaşa gelmiş birinin eşi ve çocukları vardır. Onlara bakmakla da yükümlüdür. Unutmayalım ülkemizde açlık sınırı 940 YTL. Ve bu insanlar açlık sınırında yaşamaya mahkum. Emeklilikten sonra iyi bir iş bulup çalışmak isteyen, ailesine daha iyi bakmak isteyen emeklinin önüne ise engel konuluyor 1 ekim'de yürürlüğe girecek yasayla. Avrupa da bir emekli çift Türkiye’ ye geldiğinde beş yıldızlı otellerde krallar gibi tatil yaparken, bizim emeklilerimiz bırakın tatil yapmayı, ay başını getirebilir miyim diye hesap yapıyor.
Bunlar gibi pek çok komedilerin oynandığı bir sahne ülkemiz. Yok mu dur diyecek bunlara……..
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Haydi yok mu alan, batan geminin malları bunlar…..Termik santral alana Orta Anadolu linyitleri bedava…Yetişen alıyor…Süt Kurumunu alana on Montofon on da Holstein cabası… Petlas’ ı, Botaş’ ı, T.E.K. ‘i, P.T.T’ yi alana başbakan yardımcısı bedava….
Şimdi müşteri beklemenin tam zamanı. Bunları falanca şehir esnafından bir işadamı mı alacak sanıyorsunuz. Zor alır…Sen kamuoyuna zarar ediyorlar diyeceksin, sonra da var mı alan diye çıkacaksın. Zararlı olanı kim alır? Tabi ki yabancı sermayeler ve Türkiye için ağzı sulanan kapitalist ülkeler. Kar eden şirketler ithal kenelere, zarar edenlerse emeklilik yaşının artmasıyla yerli dedelere, ninelere….Bu ülkede normal insan ömrü 68.7 iken emeklilik yaşı 65. Vatandaş yazık ki Türkiye’ deki çalışma koşulları ve yaşam standardı sayesinde çalışırken mefta olacak. Emekliliğini göremeden, devletine hiç külfet olmadan…
Geçenlerde bir sivil toplum örgütünün başkanı emekliler için, ‘ 20 yıl çalışıyorlar 40 yıl maaş alıyorlar’ diyerek emeklilere ödenen paralara nasıl göz konulduğunu gösterdi bizlere. Peki merak ediyorum; hiç hesaplamış mı acaba 20 yıl ödenen primlerin bileşik faizle hesaplandığında ne kadar tuttuğunu? Toplum haklarını savunucu olarak gördüğümüz sivil toplum örgütlerinin birinin başındaki birinin bu söylemini yadırgadım doğrusu.
Ülkemizde ortalama emekli maaşı 600 YTL civarında. Bu ücretle de insanların ayakta durması, yaşaması isteniyor. Kişi tek başına yaşıyor olsa evet belki kolay olacak. Ama o yaşa gelmiş birinin eşi ve çocukları vardır. Onlara bakmakla da yükümlüdür. Unutmayalım ülkemizde açlık sınırı 940 YTL. Ve bu insanlar açlık sınırında yaşamaya mahkum. Emeklilikten sonra iyi bir iş bulup çalışmak isteyen, ailesine daha iyi bakmak isteyen emeklinin önüne ise engel konuluyor 1 ekim'de yürürlüğe girecek yasayla. Avrupa da bir emekli çift Türkiye’ ye geldiğinde beş yıldızlı otellerde krallar gibi tatil yaparken, bizim emeklilerimiz bırakın tatil yapmayı, ay başını getirebilir miyim diye hesap yapıyor.
Bunlar gibi pek çok komedilerin oynandığı bir sahne ülkemiz. Yok mu dur diyecek bunlara……..
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
DİL DUYARLILIĞI
‘Dilini yitiren milletler yaşama hakkını da yitimiştir.’ Yani her şey dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek, Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.
XX.yüzyılın başlarında gelişimini tamamlamış bir dil olan dilimiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Bir milleti tarihine bağlayan en güçlü unsur olan dil devre dışı bırakılmış oluyor ve milletimiz tarihsizleştirilmek isteniyordu böylece. Dilden atılan her kelime, milletin ruhundan atılan bir parçaydı sanki.
Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi. Neredeyse her duvarda İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi asılı; ancak bu anıt niteliğindeki eserler artık gençliğe seslenmiyor. Zira yitirilen dil zenginliğimiz nedeniyle bunları algılamak için özel bir çaba harcaması gerekiyor gençliğimizin. Yani Türk Gençliği bunları anlamadığı için, onun temsil ettiği değerleri de anlayamıyor ve tarih, şiir, milli duyarlılık, hamiyetperverlik, bağımsızlık…vb.. duygulardan yoksun yetişiyor.
Tarihi ile bağları koparılmış, anadilindeki en yetkin eserleri okuyamayan, okusa da anlayamayan bir milletten ne beklenebilir ki? Söyleyelim. Oynayacak bu millet; geleceğiyle, ülkesinin geleceğiyle oynayacak. Milletin ve memleketin ölüm kalım savaşı verdiği devirleri bir ninni gibi dinleyecek, ‘Türk’ün ateşle imtihanı‘ nı dinlemeye ise tenezzül dahi etmeyecektir. Dinlemediği ve zaten araştırmadığı için de kendi öz değerlerine yabancılaşacak ve içinde yaşadığı medeniyeti hor görür duruma gelecektir. Bunun sonunda da başkaları gibi olmaya çalışacak ve kendinden dahi uzaklaşacaktır.
İçinde yaşadıkları milletin büyük kişiliklerini tanımayan nesiller ise zamanla kendilerine sahte kahramanlar, boyalı kişilikler edineceklerdir. Bir dil zevki, duyarlılığı edinemeyen genç, okuduğu her alt alta yazılmış şeyi şiir zannedecek, kulak tırmalayan hoyrat ezgileri türkü veya şarkıdır diye dinleyecektir. Tehlike böylece büyüyecek ve sonunda bu millet yok olmanın eşiğine gelecektir. Ki zaten şöyle bir baktığımızda pek de bu gelişmelere uzak olmadığımız gözlenmektedir ve durum kaygı vericidir.
Durum böyle iken dilimizin geleceğini temin etme zorunluluğuna sahibiz. Türkçe’yi tarihiyle barıştırabilmeli, temiz, zengin dilimizi anlamaya, konuşmaya, okuyup, yazmaya yönlendirmeliyiz. Böylece de insanımız içinde yaşadığı uygarlığın zenginliklerini anlayacak ve nasıl bir tarihin sürdürücüsü olduğunu görecek ve şimdiye kadar imrenerek baktığı kartondan putlar gözünde bir bir yıkılacaktır.
Bir an önce ideolojik saplantılardan vazgeçilip, Türkçe evlerimizde, okullarımızda tarihi gelişimi de göz önünde bulundurularak sevgi ve sabırla öğretilmelidir. Türkçe’nin geleceği, sadece edebiyat öğretmenlerine terk edilemeyecek kadar önemlidir. Vatanını seven her öğretmenin en önemli görevi –dalı ne olursa olsun- öğrencilerine dil duyarlılığını aşılamak olmalıdır. Zira Türkçe’yi sevmek, Türkiye’yi sevmek demektir.
Emin olunmalıdır ki dil duyarlılığına yeterince önem verildiğinde şuan içinde bulunduğumuz pek çok sorun halledilmiş olacaktır. Türk Gençliği kendi özüne, kendi milli ülküsüne sarılacaktır.
Dil ve tarih bilinciyle: ‘…….yatağından çıkmış bir su örneği, çamurlara bulanan Türk Milleti ve Türk uygarlığı, tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir.’ Sizi bilemem ancak ben bu görüşe tüm kalbimle inanıyorum ve bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim.
Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
XX.yüzyılın başlarında gelişimini tamamlamış bir dil olan dilimiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Bir milleti tarihine bağlayan en güçlü unsur olan dil devre dışı bırakılmış oluyor ve milletimiz tarihsizleştirilmek isteniyordu böylece. Dilden atılan her kelime, milletin ruhundan atılan bir parçaydı sanki.
Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi. Neredeyse her duvarda İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi asılı; ancak bu anıt niteliğindeki eserler artık gençliğe seslenmiyor. Zira yitirilen dil zenginliğimiz nedeniyle bunları algılamak için özel bir çaba harcaması gerekiyor gençliğimizin. Yani Türk Gençliği bunları anlamadığı için, onun temsil ettiği değerleri de anlayamıyor ve tarih, şiir, milli duyarlılık, hamiyetperverlik, bağımsızlık…vb.. duygulardan yoksun yetişiyor.
Tarihi ile bağları koparılmış, anadilindeki en yetkin eserleri okuyamayan, okusa da anlayamayan bir milletten ne beklenebilir ki? Söyleyelim. Oynayacak bu millet; geleceğiyle, ülkesinin geleceğiyle oynayacak. Milletin ve memleketin ölüm kalım savaşı verdiği devirleri bir ninni gibi dinleyecek, ‘Türk’ün ateşle imtihanı‘ nı dinlemeye ise tenezzül dahi etmeyecektir. Dinlemediği ve zaten araştırmadığı için de kendi öz değerlerine yabancılaşacak ve içinde yaşadığı medeniyeti hor görür duruma gelecektir. Bunun sonunda da başkaları gibi olmaya çalışacak ve kendinden dahi uzaklaşacaktır.
İçinde yaşadıkları milletin büyük kişiliklerini tanımayan nesiller ise zamanla kendilerine sahte kahramanlar, boyalı kişilikler edineceklerdir. Bir dil zevki, duyarlılığı edinemeyen genç, okuduğu her alt alta yazılmış şeyi şiir zannedecek, kulak tırmalayan hoyrat ezgileri türkü veya şarkıdır diye dinleyecektir. Tehlike böylece büyüyecek ve sonunda bu millet yok olmanın eşiğine gelecektir. Ki zaten şöyle bir baktığımızda pek de bu gelişmelere uzak olmadığımız gözlenmektedir ve durum kaygı vericidir.
Durum böyle iken dilimizin geleceğini temin etme zorunluluğuna sahibiz. Türkçe’yi tarihiyle barıştırabilmeli, temiz, zengin dilimizi anlamaya, konuşmaya, okuyup, yazmaya yönlendirmeliyiz. Böylece de insanımız içinde yaşadığı uygarlığın zenginliklerini anlayacak ve nasıl bir tarihin sürdürücüsü olduğunu görecek ve şimdiye kadar imrenerek baktığı kartondan putlar gözünde bir bir yıkılacaktır.
Bir an önce ideolojik saplantılardan vazgeçilip, Türkçe evlerimizde, okullarımızda tarihi gelişimi de göz önünde bulundurularak sevgi ve sabırla öğretilmelidir. Türkçe’nin geleceği, sadece edebiyat öğretmenlerine terk edilemeyecek kadar önemlidir. Vatanını seven her öğretmenin en önemli görevi –dalı ne olursa olsun- öğrencilerine dil duyarlılığını aşılamak olmalıdır. Zira Türkçe’yi sevmek, Türkiye’yi sevmek demektir.
Emin olunmalıdır ki dil duyarlılığına yeterince önem verildiğinde şuan içinde bulunduğumuz pek çok sorun halledilmiş olacaktır. Türk Gençliği kendi özüne, kendi milli ülküsüne sarılacaktır.
Dil ve tarih bilinciyle: ‘…….yatağından çıkmış bir su örneği, çamurlara bulanan Türk Milleti ve Türk uygarlığı, tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir.’ Sizi bilemem ancak ben bu görüşe tüm kalbimle inanıyorum ve bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim.
Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
GAZİLERİMİZ
Bugün 19 Eylül ve bugünün bizler için önemli iki nedeni var. Birincisi, Mustafa Kemal'e Gazilik Unvanı 19 Eylül 1921 tarihinde verilmiş olması, ikincisi ise; bugünün Gaziler Günü olarak kutlanmasıdır. Gazilerimiz tarih kitaplarında rastlayamayacağımız türden bilgilerle donanımlı yaşayan tarihlerimizdir. Onlar vatan uğrunda gözlerini kırpmadan ölüme koşan canlarımızdır. Bugün eğer ki evlerimizde huzur içerisinde oturabiliyorsak bunu vatan uğruna can veren şehitlerimize ve gazilerimize borçluyuz.
Şehitlerimizi verdik kara toprağın bağrına. Yaptık son görevimizi onlara karşı. Ama ya gazilerimiz?... Ki onlar yaşıyorlar. Onlar ilerde yetişen nesile bugünün tarihini anlatacaklar. Onlara ne kadar sahip çıkıyor, ziyaret ediyoruz? Yada onlara sahip çıkmayı sadece TSK'nın görevi olarak mı görüyoruz? Öyleyse şayet yazık bizlere. Vatan uğruna savaşıp Gazi ünanı almış yiğitlerimize sahip çıkalım. Onlara hakettikleri saygı ve sevgiyi gösterelim. Zira Onlar bizim en kıymetlilerimizdir. Bugün Gazi Günü. Tüm Gazilerimizin bugününü kutluyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Ve eğer kabul ederlerse şehitlerimize ve gazilerimize armağan etmek istiyorum bu şiirimi.
MEHMEDİM,
ŞEHİDİM,
GAZİM...
Ellerinde tüfeğin,
Gözlerinde umut var senin
Omuzundaki, yüreğindeki,
Kolundaki, bacağındaki ağrı
Bir güzel ülkedir, ülkendir biliyorum.
Onu alnında yeşeren bir gül gibi taşır,
Sever, uğrunda ölümleri göze alırsın.
Ya bir dağdır göğsündeki toprak.
Yada bir ırmak,
Akıp ülkemin her karışına seni yayan.
Duramaz, duramazsın öyle,
Birileri tehdit ederken vatanını.
Sualtı taşı değilsin ki,
Dingin durasın.
Zaten bir başkasın sen.
Topraktan göğe erişen bir ağaç gibi,
Meyveleriyle ülke çizensin.
Akarken şahdamarından kanın,
Kan rengi toprağa oluk, oluk
Göğerir görüyorum kalbinden,
Binyıllardır ağan ülkemi.
Anaç toprağadır dostluğun,
Yüklü bulutlara öfken.
Vurulup sırtından düşerken yere
Yada
Hain bir mayınla savrulurken bedenin,
Bin kez kabarır toprak,
Bin kez coşar ırmak
Ve uyanır gökler.
Ülken gurur duyuyor seninle
Ve milyonlar selam durur ardından
Mehmedim, Şehidim, Gazim...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Şehitlerimizi verdik kara toprağın bağrına. Yaptık son görevimizi onlara karşı. Ama ya gazilerimiz?... Ki onlar yaşıyorlar. Onlar ilerde yetişen nesile bugünün tarihini anlatacaklar. Onlara ne kadar sahip çıkıyor, ziyaret ediyoruz? Yada onlara sahip çıkmayı sadece TSK'nın görevi olarak mı görüyoruz? Öyleyse şayet yazık bizlere. Vatan uğruna savaşıp Gazi ünanı almış yiğitlerimize sahip çıkalım. Onlara hakettikleri saygı ve sevgiyi gösterelim. Zira Onlar bizim en kıymetlilerimizdir. Bugün Gazi Günü. Tüm Gazilerimizin bugününü kutluyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Ve eğer kabul ederlerse şehitlerimize ve gazilerimize armağan etmek istiyorum bu şiirimi.
MEHMEDİM,
ŞEHİDİM,
GAZİM...
Ellerinde tüfeğin,
Gözlerinde umut var senin
Omuzundaki, yüreğindeki,
Kolundaki, bacağındaki ağrı
Bir güzel ülkedir, ülkendir biliyorum.
Onu alnında yeşeren bir gül gibi taşır,
Sever, uğrunda ölümleri göze alırsın.
Ya bir dağdır göğsündeki toprak.
Yada bir ırmak,
Akıp ülkemin her karışına seni yayan.
Duramaz, duramazsın öyle,
Birileri tehdit ederken vatanını.
Sualtı taşı değilsin ki,
Dingin durasın.
Zaten bir başkasın sen.
Topraktan göğe erişen bir ağaç gibi,
Meyveleriyle ülke çizensin.
Akarken şahdamarından kanın,
Kan rengi toprağa oluk, oluk
Göğerir görüyorum kalbinden,
Binyıllardır ağan ülkemi.
Anaç toprağadır dostluğun,
Yüklü bulutlara öfken.
Vurulup sırtından düşerken yere
Yada
Hain bir mayınla savrulurken bedenin,
Bin kez kabarır toprak,
Bin kez coşar ırmak
Ve uyanır gökler.
Ülken gurur duyuyor seninle
Ve milyonlar selam durur ardından
Mehmedim, Şehidim, Gazim...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
MARMARİS ESKİSİ GİBİ KALACAK MI?...
Bir süre once Marmaris-Osmaniye köyü civarında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan maden arama ve işletme izni alıp, ağaç kıyımına ve yol açmaya başlayan Neslişah isimli şirkete, Marmaris sivil toplum örgütleri, köy muhtarı ve halkının “Madene Hayır” diyerek yaptıkları sözlü ve yazılı itirazlar sayesinde İdari Mahkeme şimdilik çalışmaları durdurma kararı almıştı.
Konu gerçekten de önemliydi. Zira bu yapılan çalışmalar hem kızılçam ormanlarının katline hem de arıcılıkla uğraşan köy halkının işine sekte vuracaktı. Bu anlamda başlatılan “Madene Hayır” kampanyasının başarısı doğal olarak bölge halkını sevindirmişti. Ancak, İdari mahkemenin geçici kararı kesinlik kazanması anlamına gelmediğinden mücadeleye devam kararı alındı. Ama son öğrenilen bilgiler bölge halkını çileden çıkardı. Zira Turizm cenneti Marmaris’in yarısını kaplayan alanda maden araması için 41 şirkete ruhsat verildiği ortaya çıktı. Duruma tepki gösteren çevreciler izinlerin iptali için yeniden bir başvuruda bulundu.
Marmaris, aslında geçmişte de maden arama çalışmalarına yabancı değil. Muğla ili sınırları içerisinde 1945-1960 yılları arasında Marmaris-Karaağaç-Karabörtlen- Fethiye- Göcek sürekli maden konusunda adları geçen ilçeler olmuşlardır. Ancak o yıllarda turizm bu kadar gelişmiş değildi. Marmaris nüfusu o dönemler 3-5 bin kişi civarındaydı ve bölge halkının geliri sünger, balık, sebze ve günlük ağaçlarından elde edilen sığla yağı, defne, kekik, harnup(keçiboynuzu) gibi ürünlerin toplanıp satılması ile elde ediliyordu. Bu nedenle de yöre halkı madenlerde çalışarak ek gelir elde etme peşindeydi. Ancak bugün şartlar değişmiştir. Turizm için onca çaba harcanmış ve bir yerlere getirilmiştir.
Ama ne oldu? Önce bu turizm cenneti Marmaris bir beton yığınına dönüştürüldü. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuldu. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuldu. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolladılar. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girdiler. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozuldu. (Bu konuya daha sonar ayrı bir makale ile de değineceğim.) Şimdi de maden için ağaçları kesecekler. Yani doğaya ve ekolojik dengeye bir darbe daha atılacak.
Verilen izinlerle Marmaris'in yüzölçümünün yüzde 52'sinin köstebek yuvasına çevrilme ihtimali var. Muğla'dan 24, İstanbul'dan 10, Ankara'dan 5, Adana ve Bursa'dan 1'er olmak üzere toplam 41 şirkete maden arama ruhsatı verilmiş. Sadece İstanbul'dan 1 firma 7 ayrı yerde arama izni almış. Osmaniye Köyü'ndeki madenin sahiplerinin de 15 ayrı ruhsatı bulunuyor. Bu artık sadece Marmaris’in yada Marmarislinin sorunu değil ulusal bir sorun haline gelmiştir. Zira turizm kenti olan Marmaris'te bu kadar ruhsatlı yer faaliyete geçerse artık gerisini siz düşünün. Bir de ilginç bir durum vardır ki maden için ruhsat verilen yerlerden birisi Milli Park sınırları içerisinde kalmaktadır. Oysa dünyanın hiçbir yerinde Milli Parklar içerisinde maden arama izni verilmez. Ancak maalesef ki bizim maden yasamız buna izin verecek şekilde düzenlenmiştir.
Maden arama çalışmaları herkesin malumu olduğu üzere sessiz sedasız yapılacak bir iş değildir. Mutlaka patlamalar ve toz duman söz konusudur. Bunun ise doğaya ve turizme vereceği zararı siz düşünün artık. Ham haliyle tonu 50 dolara satılan manganezden bir yılda elde edilecek kazanç milyon doları bile bulmayacaktır. Oysa ülke ekonomisine her yıl yaklaşık 1,5 milyar dolar kazandıran Marmaris turizmi büyük zarar görecektir. Bu nedenledir ki Türkiye'nin bir çok yerinde manganez madeni varken neden özellikle Marmaris bitirilmeye çalışılıyor? Neden doğaya ve turizme darbe vurmak bu kadar öncelikli oluyor?
Marmaris Kent Konseyi Çevre Komisyonu Marmaris halkıyla beraber mücadelelerine başlamıştır. Ancak sorun yukarıda da belirttiğim gibi sadece Marmaris’in sorunu değil tüm ulusun sorunudur ve ortak mücadele ile bu gidişe son vermek gerekmektedir.
Başbakan Rize’deki bir konuşmasında kendisini “Çevrecinin daniskası” olarak nitelemiş, Turizm ve Kültür Bakanı ise “Asıl çevreci benim” diyerek çevreye önem verdiklerini ifade etmeye çalışmışlardır da bu izinler verilirken acaba neredeydiler? Bu izinler verilirken hiç mi haberleri olmamış? Yada söyledikleri ile yaptıkları farklı şeyler midir? Marmaris bir turizm ve doğa cennetidir. Bu nedenledir ki once Başbakan ve Turizm ve Çevre Bakanı olmak üzere bu gidişata dur demek için ne yapacaklardır? Doğrusu hepimiz merakla izleyeceğiz.
Doğanın katliamına Hayır!... Doğanın ekolojik dengesinin korunması ve turizme evet…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Konu gerçekten de önemliydi. Zira bu yapılan çalışmalar hem kızılçam ormanlarının katline hem de arıcılıkla uğraşan köy halkının işine sekte vuracaktı. Bu anlamda başlatılan “Madene Hayır” kampanyasının başarısı doğal olarak bölge halkını sevindirmişti. Ancak, İdari mahkemenin geçici kararı kesinlik kazanması anlamına gelmediğinden mücadeleye devam kararı alındı. Ama son öğrenilen bilgiler bölge halkını çileden çıkardı. Zira Turizm cenneti Marmaris’in yarısını kaplayan alanda maden araması için 41 şirkete ruhsat verildiği ortaya çıktı. Duruma tepki gösteren çevreciler izinlerin iptali için yeniden bir başvuruda bulundu.
Marmaris, aslında geçmişte de maden arama çalışmalarına yabancı değil. Muğla ili sınırları içerisinde 1945-1960 yılları arasında Marmaris-Karaağaç-Karabörtlen- Fethiye- Göcek sürekli maden konusunda adları geçen ilçeler olmuşlardır. Ancak o yıllarda turizm bu kadar gelişmiş değildi. Marmaris nüfusu o dönemler 3-5 bin kişi civarındaydı ve bölge halkının geliri sünger, balık, sebze ve günlük ağaçlarından elde edilen sığla yağı, defne, kekik, harnup(keçiboynuzu) gibi ürünlerin toplanıp satılması ile elde ediliyordu. Bu nedenle de yöre halkı madenlerde çalışarak ek gelir elde etme peşindeydi. Ancak bugün şartlar değişmiştir. Turizm için onca çaba harcanmış ve bir yerlere getirilmiştir.
Ama ne oldu? Önce bu turizm cenneti Marmaris bir beton yığınına dönüştürüldü. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuldu. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuldu. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolladılar. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girdiler. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozuldu. (Bu konuya daha sonar ayrı bir makale ile de değineceğim.) Şimdi de maden için ağaçları kesecekler. Yani doğaya ve ekolojik dengeye bir darbe daha atılacak.
Verilen izinlerle Marmaris'in yüzölçümünün yüzde 52'sinin köstebek yuvasına çevrilme ihtimali var. Muğla'dan 24, İstanbul'dan 10, Ankara'dan 5, Adana ve Bursa'dan 1'er olmak üzere toplam 41 şirkete maden arama ruhsatı verilmiş. Sadece İstanbul'dan 1 firma 7 ayrı yerde arama izni almış. Osmaniye Köyü'ndeki madenin sahiplerinin de 15 ayrı ruhsatı bulunuyor. Bu artık sadece Marmaris’in yada Marmarislinin sorunu değil ulusal bir sorun haline gelmiştir. Zira turizm kenti olan Marmaris'te bu kadar ruhsatlı yer faaliyete geçerse artık gerisini siz düşünün. Bir de ilginç bir durum vardır ki maden için ruhsat verilen yerlerden birisi Milli Park sınırları içerisinde kalmaktadır. Oysa dünyanın hiçbir yerinde Milli Parklar içerisinde maden arama izni verilmez. Ancak maalesef ki bizim maden yasamız buna izin verecek şekilde düzenlenmiştir.
Maden arama çalışmaları herkesin malumu olduğu üzere sessiz sedasız yapılacak bir iş değildir. Mutlaka patlamalar ve toz duman söz konusudur. Bunun ise doğaya ve turizme vereceği zararı siz düşünün artık. Ham haliyle tonu 50 dolara satılan manganezden bir yılda elde edilecek kazanç milyon doları bile bulmayacaktır. Oysa ülke ekonomisine her yıl yaklaşık 1,5 milyar dolar kazandıran Marmaris turizmi büyük zarar görecektir. Bu nedenledir ki Türkiye'nin bir çok yerinde manganez madeni varken neden özellikle Marmaris bitirilmeye çalışılıyor? Neden doğaya ve turizme darbe vurmak bu kadar öncelikli oluyor?
Marmaris Kent Konseyi Çevre Komisyonu Marmaris halkıyla beraber mücadelelerine başlamıştır. Ancak sorun yukarıda da belirttiğim gibi sadece Marmaris’in sorunu değil tüm ulusun sorunudur ve ortak mücadele ile bu gidişe son vermek gerekmektedir.
Başbakan Rize’deki bir konuşmasında kendisini “Çevrecinin daniskası” olarak nitelemiş, Turizm ve Kültür Bakanı ise “Asıl çevreci benim” diyerek çevreye önem verdiklerini ifade etmeye çalışmışlardır da bu izinler verilirken acaba neredeydiler? Bu izinler verilirken hiç mi haberleri olmamış? Yada söyledikleri ile yaptıkları farklı şeyler midir? Marmaris bir turizm ve doğa cennetidir. Bu nedenledir ki once Başbakan ve Turizm ve Çevre Bakanı olmak üzere bu gidişata dur demek için ne yapacaklardır? Doğrusu hepimiz merakla izleyeceğiz.
Doğanın katliamına Hayır!... Doğanın ekolojik dengesinin korunması ve turizme evet…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
HAKİKAR YOLCUSU; ÖĞRETMENLER
Güleç bir yüz tanıdım bir zamanlar,
Bilmem hangi tarihti…
Alnı kırışıklarla kucaklaşmayan,
Saçları kapkara, parlak,
Gözleri aydın aydın bakan,
Ruhu, kalbi katıksız pak olan.
Bir ağacın haşmeti vardı onda,
Minik kuşlar barındırıyordu koynunda.
Ve bir bahçıvan kadar dikkatliydi,
Rengarenk çiçeklerine bakarken.
Solmasınlar, kurumasınlar, taze taze açıp,
Misler gibi koksunlar diye
Canından çok onları kaçırırdı,
Soğuktan ve sıcaktan…
Tek amacı vardı;
Küçücük ışıkları güneş yapmak…
Ve
Bir gün yine geldi bize.
Kimimiz birer ağaç,
Kimimizse birer fidandık hala.
Bembeyazdı kapkara saçları,
Titrek titrekti konuşmaları,
Kırış kırıştı alnı.
Ama yüreği, sevgiyle yoğrulmuş yüreği,
Hala sımsıcak ve hiç eksilmeyen,
Taptaze duygularla doluydu.
Belli unutmamıştı bizi.
Hem insan nasıl unutabilirdi ki,
Vücudunun parçalarını?
Zaman etine etki etmişti sadece,
Güleç yüzünü, aydın aydın bakan gözlerini
Ve ellerini değiştirememişti.
İşte o benim,
Babamdan da öte ÖĞRETMENİMDİ.
Vücudumun bütünleyicisiydi,
Ana kaynağıydı halkalarımın.
Yaşamıma yön verendi.
Biz de seni unutmadık hakikat yolcusu,
Her zaman bizimleydin, yokluğunda bile
Ve her zaman da öyle olacaksın…
Seni çok seviyoruz……
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Bilmem hangi tarihti…
Alnı kırışıklarla kucaklaşmayan,
Saçları kapkara, parlak,
Gözleri aydın aydın bakan,
Ruhu, kalbi katıksız pak olan.
Bir ağacın haşmeti vardı onda,
Minik kuşlar barındırıyordu koynunda.
Ve bir bahçıvan kadar dikkatliydi,
Rengarenk çiçeklerine bakarken.
Solmasınlar, kurumasınlar, taze taze açıp,
Misler gibi koksunlar diye
Canından çok onları kaçırırdı,
Soğuktan ve sıcaktan…
Tek amacı vardı;
Küçücük ışıkları güneş yapmak…
Ve
Bir gün yine geldi bize.
Kimimiz birer ağaç,
Kimimizse birer fidandık hala.
Bembeyazdı kapkara saçları,
Titrek titrekti konuşmaları,
Kırış kırıştı alnı.
Ama yüreği, sevgiyle yoğrulmuş yüreği,
Hala sımsıcak ve hiç eksilmeyen,
Taptaze duygularla doluydu.
Belli unutmamıştı bizi.
Hem insan nasıl unutabilirdi ki,
Vücudunun parçalarını?
Zaman etine etki etmişti sadece,
Güleç yüzünü, aydın aydın bakan gözlerini
Ve ellerini değiştirememişti.
İşte o benim,
Babamdan da öte ÖĞRETMENİMDİ.
Vücudumun bütünleyicisiydi,
Ana kaynağıydı halkalarımın.
Yaşamıma yön verendi.
Biz de seni unutmadık hakikat yolcusu,
Her zaman bizimleydin, yokluğunda bile
Ve her zaman da öyle olacaksın…
Seni çok seviyoruz……
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
DENİZ FENERİ VURGUNU
6 yıl önce "Yolsuzluklara damardan gireceğiz." diyerek seçmenine söz veren Erdoğan bu günlerde etrafına resmen alev saçıyor. Çok kızgın bu ara. Gazete sahiplerini ilçe kongrelerinde yuhalatmaya, onları tehdite varan, sinirlerini bu kadar bozamn şey neydi acaba? Bu sorunun yanıtını biraz da olsa ülke gündemini takip eden herkes çok çabuk cevaplayacaktır. Zira ardarda patlayan olaylar Erdoğan'ın sözünü ne kadar(!) tuttuğunu gösterdi bizlere.
Önce 1 milyon dolarlık rüşvet olayı patlak verdi. Bu olayın ardından Şaban Dişli Erdoğan'ın yardımcılığı görevinden istifa etti. Ardından da Deniz Feneri Derneği dolandırıcılığıyla ilgili iddianame iktidar partisine hatta Başbakana kadar uzandı. Bu kadar mı sadece? Elbetteki hayır. AKP Batman İl Başkanı Ömer El bir çete ile birlikte ihaleye fesat karıştırmak suçundan aranıyor. Gaziantep'te ise AKP'li Büyükşehir Belediyesi'nin partili iş adamlarına üç günde 73,5 milyon YTL rant sağladığı iddiaları savcılıkta. İşte bunlar yüzünden öfke saçıyor Erdoğan. Ülkenin başbakanı en yakınındaki yardımcısı, il ve belediye başkanlarına uzanan yolsuzluğun üzerine gideceğine medya patronları ile polemiğe giriyor. Neymiş efendim özellikle Deniz Feneri olayı kamuoyuna o medya organları tarafından iletilmiş. İletilecek tabii. Zira bu onları görevi. Oysa Başbakan "Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yedirmeyeceğiz" diye bağırıyordu meydanlarda. Sanırız ki Başbakan bu yolsuzlukların üzerine gitmek yerine medya ile polemiğe girerek koruyacak yetim hakkını. Tabii bir seçenek daha var. Zira Başbakan ihaleye fesat karıştırmayı, resmi işlerden komisyon almayı, Din-Allah adına para toplatılıp insanların sömürülmesini, haram yollarla nüfuz ve mal sahibi olmayı, yetim hakkını korumak olarak algılayor olabilir. Ne dersiniz?...
Bizim milletimizin bir ince tarafı vardır. Yufka yüreklidir. Fakir birini gördüğünde dayanamaz. Elindeki üç kuruşun en az birini paylaşır. Bu aslında çok güzel bir özelliktir. Ancak bu güzel özellik kimileri tarafından kullanılagelmiş, insanlarımız yardım fikrinden dahi uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. En güzel örnek Deniz Feneri olayıdır bu anlamda. Olayı ilk duyduğumda açıkçası "Ülkemizde hayır işleri için kurulmuş Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze, Kızılay, Gaziler Vakfı....vb. kurumlar varken gidip ne olduğu belirsiz kurumlara para yatırılırsa olacağı budur." şeklinde düşündüm. Daha sonra şöyle bir baktım bu şekilde insanlardan para toplayan o kadar çok dernek ve vakıf var ki şaşırmadım dersem yalan olur. Deniz Feneri, Hızır Yardımlaşma, İnsan Eğitimi ve Kültür, Zeytin Dalı.... vb.. Ki bunların çoğunun da kuruluş tarihleri 2002 sonrasına denk geliyor. Peki ama neden insanlar yukarıda bahsettiğim bilinen köklü kurumlara değil de bunlara yardım ediyorlardı. Neden?... Biraz araştırınca durum az çok netlik kazandı.
2004 yılında yapılan düzenlemeler, hatta ince ayarlarla, kanuna " Fakirlere yardım amacıyla gida bankacılığı faaliyetlerinde bulunan dernek ve vakıflara, Maliya Bakanlığı'nca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamı" şeklinde yapılan ekleme ile beyanname veren gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince, yapılan bağışlar gider olarak indirilebilir hale getirilmiştir. Bu bağışlar aynı zamanda KDV Kanunu'nun 17. maddesine istinaden KDV'den de muaf tutulmayı sağlamaktadır. Ancak bu vakıf ve derneklere tanınan Bakanlar Kurulunca 'Vergi Muafiyeti', kamu yararına çalışan vakıf ve derneklere bağış yapanlara tanınmamış, sadece sınırlı bir avantajla sınırlandırılmıştır. Örneğin:
Gelir Vergisi mükellefi olan ve 200'er bin YTL kazanç sağlayan iki kişi var diyelim. Bunlardan A kişisi gıda bankacılığı yapan bir vakfa 200 bin YTL , B kişisi ise diyelim ki Mehmetçik Vakfı'na 200 bin YTL bağışlamış olsun. Bu durumda A kişisi yaptığı bağışın tamamını vergiden düşecek ve hiç vergi ödemeyecektir. B kişisi ise yaptığı bağışın % 5'ini yani 10 bin YTL'sini kazancından düşebilecek, geriye kalan 190 bin YTL için de Gelir Vergisi ödemek durumunda kalacaktır. bu durum kurumlar vergisi için de aynen geçerlidir. Şimdi söyleyin bakalım sevgili hükümetimiz yardımları o tarafa yönlendirmek adına özel bir çaba harcamışa benzemiyor mu? Açıkçası bu araştırma paranın neden köklü kurumlarımıza değil de ne oldukları, paralarının nereye aktığı belli olmayan vakıf ve derneklere gittiğini çok net anlattı bana. Ya size?...
Açıkçası deniz feneriysi, belediyelerin iftar çadırıydı, cemaatlerin hayrıydı hepsi ama hepsi yıkılmaya çalışılan sosyal devletin yerine oturtulmaya çalışılanlardan ibaret. Yolsuzluk ve dolandırıcılık sosyal yardım örtüsüne büründürülerek sömürünün dozajı arttırıldı. Şimdi zamanında bunlara yasalar ile yardımda bulunan Bakanlar Kurulumuz bunu önüne nasıl geçecek merak ediyoruz. Zira geçmemeleri zaten niyetlerini açıkça ortaya koymaları demek olacaktır. Belki de Başbakan'ın öfkesi böyle bir ikileme düştüğü içindir ne dersiniz?...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Önce 1 milyon dolarlık rüşvet olayı patlak verdi. Bu olayın ardından Şaban Dişli Erdoğan'ın yardımcılığı görevinden istifa etti. Ardından da Deniz Feneri Derneği dolandırıcılığıyla ilgili iddianame iktidar partisine hatta Başbakana kadar uzandı. Bu kadar mı sadece? Elbetteki hayır. AKP Batman İl Başkanı Ömer El bir çete ile birlikte ihaleye fesat karıştırmak suçundan aranıyor. Gaziantep'te ise AKP'li Büyükşehir Belediyesi'nin partili iş adamlarına üç günde 73,5 milyon YTL rant sağladığı iddiaları savcılıkta. İşte bunlar yüzünden öfke saçıyor Erdoğan. Ülkenin başbakanı en yakınındaki yardımcısı, il ve belediye başkanlarına uzanan yolsuzluğun üzerine gideceğine medya patronları ile polemiğe giriyor. Neymiş efendim özellikle Deniz Feneri olayı kamuoyuna o medya organları tarafından iletilmiş. İletilecek tabii. Zira bu onları görevi. Oysa Başbakan "Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yedirmeyeceğiz" diye bağırıyordu meydanlarda. Sanırız ki Başbakan bu yolsuzlukların üzerine gitmek yerine medya ile polemiğe girerek koruyacak yetim hakkını. Tabii bir seçenek daha var. Zira Başbakan ihaleye fesat karıştırmayı, resmi işlerden komisyon almayı, Din-Allah adına para toplatılıp insanların sömürülmesini, haram yollarla nüfuz ve mal sahibi olmayı, yetim hakkını korumak olarak algılayor olabilir. Ne dersiniz?...
Bizim milletimizin bir ince tarafı vardır. Yufka yüreklidir. Fakir birini gördüğünde dayanamaz. Elindeki üç kuruşun en az birini paylaşır. Bu aslında çok güzel bir özelliktir. Ancak bu güzel özellik kimileri tarafından kullanılagelmiş, insanlarımız yardım fikrinden dahi uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. En güzel örnek Deniz Feneri olayıdır bu anlamda. Olayı ilk duyduğumda açıkçası "Ülkemizde hayır işleri için kurulmuş Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze, Kızılay, Gaziler Vakfı....vb. kurumlar varken gidip ne olduğu belirsiz kurumlara para yatırılırsa olacağı budur." şeklinde düşündüm. Daha sonra şöyle bir baktım bu şekilde insanlardan para toplayan o kadar çok dernek ve vakıf var ki şaşırmadım dersem yalan olur. Deniz Feneri, Hızır Yardımlaşma, İnsan Eğitimi ve Kültür, Zeytin Dalı.... vb.. Ki bunların çoğunun da kuruluş tarihleri 2002 sonrasına denk geliyor. Peki ama neden insanlar yukarıda bahsettiğim bilinen köklü kurumlara değil de bunlara yardım ediyorlardı. Neden?... Biraz araştırınca durum az çok netlik kazandı.
2004 yılında yapılan düzenlemeler, hatta ince ayarlarla, kanuna " Fakirlere yardım amacıyla gida bankacılığı faaliyetlerinde bulunan dernek ve vakıflara, Maliya Bakanlığı'nca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamı" şeklinde yapılan ekleme ile beyanname veren gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince, yapılan bağışlar gider olarak indirilebilir hale getirilmiştir. Bu bağışlar aynı zamanda KDV Kanunu'nun 17. maddesine istinaden KDV'den de muaf tutulmayı sağlamaktadır. Ancak bu vakıf ve derneklere tanınan Bakanlar Kurulunca 'Vergi Muafiyeti', kamu yararına çalışan vakıf ve derneklere bağış yapanlara tanınmamış, sadece sınırlı bir avantajla sınırlandırılmıştır. Örneğin:
Gelir Vergisi mükellefi olan ve 200'er bin YTL kazanç sağlayan iki kişi var diyelim. Bunlardan A kişisi gıda bankacılığı yapan bir vakfa 200 bin YTL , B kişisi ise diyelim ki Mehmetçik Vakfı'na 200 bin YTL bağışlamış olsun. Bu durumda A kişisi yaptığı bağışın tamamını vergiden düşecek ve hiç vergi ödemeyecektir. B kişisi ise yaptığı bağışın % 5'ini yani 10 bin YTL'sini kazancından düşebilecek, geriye kalan 190 bin YTL için de Gelir Vergisi ödemek durumunda kalacaktır. bu durum kurumlar vergisi için de aynen geçerlidir. Şimdi söyleyin bakalım sevgili hükümetimiz yardımları o tarafa yönlendirmek adına özel bir çaba harcamışa benzemiyor mu? Açıkçası bu araştırma paranın neden köklü kurumlarımıza değil de ne oldukları, paralarının nereye aktığı belli olmayan vakıf ve derneklere gittiğini çok net anlattı bana. Ya size?...
Açıkçası deniz feneriysi, belediyelerin iftar çadırıydı, cemaatlerin hayrıydı hepsi ama hepsi yıkılmaya çalışılan sosyal devletin yerine oturtulmaya çalışılanlardan ibaret. Yolsuzluk ve dolandırıcılık sosyal yardım örtüsüne büründürülerek sömürünün dozajı arttırıldı. Şimdi zamanında bunlara yasalar ile yardımda bulunan Bakanlar Kurulumuz bunu önüne nasıl geçecek merak ediyoruz. Zira geçmemeleri zaten niyetlerini açıkça ortaya koymaları demek olacaktır. Belki de Başbakan'ın öfkesi böyle bir ikileme düştüğü içindir ne dersiniz?...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
AYNI SORUNLARLA OKULLAR AÇILIYOR...
Okulların açıldığı dönem her evde büyük bir heyecen sözkonusudur. Ve büyük bir sevinç. Bu öyle bir sevinçtir ki bir önceki yıllardaki tüm kırıklıklar, kırgınlıkları dahi unutturur.
Yeni bir eğitim-öğretim yılı başlıyor. Türkiye'nin eğitim çarkı yine ilk ve ortaöğretimde 15 milyon dolayında öğrenci ve 600 bin öğretmen ile kaldığı yerden yeniden başlayacak. Ancak eğitim sistemimize ait sayısal verilere baktığımızda ülkemizdeki her türlü gericiliğin, yoksulluğun, ayrımcılığın, adaletsizliğin çürüme ve yozlaşmanın ilk elden bir örneği haline geldiğini görmekteyiz. Ve neyazık ki bunun anlaşılabilmesi için öyle uzun boylu araştırmalara da gerek yoktur. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin merkezleri ya da ekonomik hali iyi semtlerde yer alan okullardan, kenar mahalle okullarından birine ya da ülkemizin birbirine göre daha batısı ve doğusu arasında yer alan noktada bir okula dışarıdan bakmak bile eğitimdeki her türden adaletsizliği, bilimsel nitelik ve olanaklardan yoksunluğu apaçık göstermektedir.
İlköğretimin Anayasa'da belirtilen zorunlu ve parasız bir hak olarak tanımlanması bile bunun madde koyucular tarafından özgür, demokratik ve bilimsel bir hak olarak işletilip sunulmasını yazıktır ki hiçbir zaman gerektirmemiştir. Okula gitmeyen, okuma yazma bilmeyen (yetişkin erkeklerde %11, kadınlarda %28) insanların geneline bakıldığında okula gitmeme nedeni olarak ekonomik nedenleri gösterdikleri bilinen bir gerçektir. Özellikle erkek çocukları okula göndermemenin en büyük nedeni ekonomik nedenlerdir. Kız çocukları için baktığımızda ise bu etken yine önde olmakla birlikte feudal yaklaşımların da rolünün büyük olduğu gözlemlenmektedir.
Anayasal bir hak olan eğitim yazıktır ki devlet eliyle siyasi çıkar haline dönüştürülme çabasına dönüştürülmektedir. Maddeyi devlet yazmış ancak uygulamayı halka bırakmıştır. Okul yapmayı katlanılmaz bir yük olarak görüp 1980'li yıllarda valilikler aracılığıyla "Kendi Okulunu Kendin Yap" kampanyalarıyla vatandaşı hayırsever olmaya davet etmiş, ancak yeterli sonuç alınamayınca kampanya "Kendi Okulunu Kendin Yap Okul Yaptırmıyorsan Derslik Yap" haline getirilmiştir. Okul için yeterli bütçe ayırmaya imtina eden devlet bugün okul idarecisinin ve öğretmeninin maaşları dışında neredeyse her konuda para toplayan bir tahsildar konumuna dönüştürülmüştür.
Sağlıklı bir eğitim için okullara öğretmen yanında temizlik görevlisi ve sekreterlik işleri için memur da gerekli olmasına rağmen milli eğitim kadrosuna sadece öğretmen alımı yaparak -ki öğretmen konusunda da 200 bin dolayında dışarıda bekleyen işsiz öğretmen bulunmasına rağmen ciddi bir açık da söz konusudur- okulların diğer işleri göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla da hizmetli alımı için yeterli parayı bulamayan okulların -çoğu da kenar mahalle okullarının- sınıfları çok pis, tuvaletleri ise kullanılamaz duruma gelmektedir. Geçenlerde Eğitim- Sen Eski Genel Başkanı Alaaddin Dinçer'in bir gazeteciyle yaptığı söyleşide İstanbul gibi bir megakent de ilköğretimde 117 öğrenciye bir tuvalet, ortaöğretimde 145 öğrenciye bir tuvalet düştüğünü dile getirmiştir. Bu ise tabloyu daha da vahim kılmaktadır. Yani çoğu öğrenci teneffüslerde tuvalet ihtiyacını karşılamayacak durumdadır. Bir de tuvaletlerin pis olması da göz önüne alınırsa vahamet tüm netliğiyle açığa daha çok çıkmaktadır.
Eğitim sistemi öğrenci ve öğretmenini gündelik koşuşturmaca ve çıkarlar içinde değirmen taşı gibi öğüten bir yapıya dönüştürülmüştür. Hedefini lise ya da üniversite sınavlarına göre kilitleyen öğrenciler ve öğrencinin bu talebine yetişmeye çalışan öğretmen, okumaya, araştırmaya, kendini geliştirmeye toplumsal sorumluluk ve rolünü sorgulamaya zaman ayıramamaktadır. Temel eğitim ve lise eğitiminin önemli ekseni, iyi bir liseye ya da üniversiteye girebilmek için dershanelere kaymıştır. Gelinen süreçte ticarethane mantığı çerçevesinde öğrencinin okul dışında ders alma talebine de yönelen okullar, daha ilkokul birinci sınıftan başlayarak hafta sonları kursları düzenleyip, hafta içi öğrencisini hafta sonu müşterisine dönüştürmüştür.
Eğitimde eşitsizliğin, adaletsizliğin bir göstergesi olan Doğu-Batı gerçeği her öğretim yılı başında kimi medya yayın organlarında ve özellikle devletin resmi medyasında, eşitsizliğin altta kalanı için "büyük fedakârlık", "büyük özveri" masalı gibi yutturulmaya çalışılmaktadır; Kullanılmayan bir ahırı dersliğe dönüştürerek eğitimi sürdürmeye çalışan bir öğretmenin yaptıklarını, öğretmensiz köylerde Mehmetçiğin ders vermesini ya da Doğuda anaokuluna giden çocukların Batıdaki arkadaşlarının renkli beslenme çantaları içinde taşıdıkları kek, yumurta, süt gibi besin maddelerine karşılık, naylon bir poşette kuru sac ekmeği arasında yabani dağ otuyla besleniyor olmasını "büyük özveri" tarzında bir haber vurgusuyla veriyor olmaları gibi. Gerçek ise kesinlikle bu değildir.
Artan öğrenci, yetersiz kalan öğretmen, hizmetli ve okul sayısı, bölgeler arasında her bakımdan eşitsizlik, ezberci ders içeriği ve kendini yetiştirme olanaklarından yoksun bırakılmış öğretmen kadrosuyla ve çark dönmeye devam ettikçe de eğitim bir yandan ticarileşmeye sürdürecek, ticarileştikçe de toplumu insani boyutları bakımından çürütmeye devam edecektir. Tabii önü alınmazsa.
ARZU KÖK
Yeni bir eğitim-öğretim yılı başlıyor. Türkiye'nin eğitim çarkı yine ilk ve ortaöğretimde 15 milyon dolayında öğrenci ve 600 bin öğretmen ile kaldığı yerden yeniden başlayacak. Ancak eğitim sistemimize ait sayısal verilere baktığımızda ülkemizdeki her türlü gericiliğin, yoksulluğun, ayrımcılığın, adaletsizliğin çürüme ve yozlaşmanın ilk elden bir örneği haline geldiğini görmekteyiz. Ve neyazık ki bunun anlaşılabilmesi için öyle uzun boylu araştırmalara da gerek yoktur. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin merkezleri ya da ekonomik hali iyi semtlerde yer alan okullardan, kenar mahalle okullarından birine ya da ülkemizin birbirine göre daha batısı ve doğusu arasında yer alan noktada bir okula dışarıdan bakmak bile eğitimdeki her türden adaletsizliği, bilimsel nitelik ve olanaklardan yoksunluğu apaçık göstermektedir.
İlköğretimin Anayasa'da belirtilen zorunlu ve parasız bir hak olarak tanımlanması bile bunun madde koyucular tarafından özgür, demokratik ve bilimsel bir hak olarak işletilip sunulmasını yazıktır ki hiçbir zaman gerektirmemiştir. Okula gitmeyen, okuma yazma bilmeyen (yetişkin erkeklerde %11, kadınlarda %28) insanların geneline bakıldığında okula gitmeme nedeni olarak ekonomik nedenleri gösterdikleri bilinen bir gerçektir. Özellikle erkek çocukları okula göndermemenin en büyük nedeni ekonomik nedenlerdir. Kız çocukları için baktığımızda ise bu etken yine önde olmakla birlikte feudal yaklaşımların da rolünün büyük olduğu gözlemlenmektedir.
Anayasal bir hak olan eğitim yazıktır ki devlet eliyle siyasi çıkar haline dönüştürülme çabasına dönüştürülmektedir. Maddeyi devlet yazmış ancak uygulamayı halka bırakmıştır. Okul yapmayı katlanılmaz bir yük olarak görüp 1980'li yıllarda valilikler aracılığıyla "Kendi Okulunu Kendin Yap" kampanyalarıyla vatandaşı hayırsever olmaya davet etmiş, ancak yeterli sonuç alınamayınca kampanya "Kendi Okulunu Kendin Yap Okul Yaptırmıyorsan Derslik Yap" haline getirilmiştir. Okul için yeterli bütçe ayırmaya imtina eden devlet bugün okul idarecisinin ve öğretmeninin maaşları dışında neredeyse her konuda para toplayan bir tahsildar konumuna dönüştürülmüştür.
Sağlıklı bir eğitim için okullara öğretmen yanında temizlik görevlisi ve sekreterlik işleri için memur da gerekli olmasına rağmen milli eğitim kadrosuna sadece öğretmen alımı yaparak -ki öğretmen konusunda da 200 bin dolayında dışarıda bekleyen işsiz öğretmen bulunmasına rağmen ciddi bir açık da söz konusudur- okulların diğer işleri göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla da hizmetli alımı için yeterli parayı bulamayan okulların -çoğu da kenar mahalle okullarının- sınıfları çok pis, tuvaletleri ise kullanılamaz duruma gelmektedir. Geçenlerde Eğitim- Sen Eski Genel Başkanı Alaaddin Dinçer'in bir gazeteciyle yaptığı söyleşide İstanbul gibi bir megakent de ilköğretimde 117 öğrenciye bir tuvalet, ortaöğretimde 145 öğrenciye bir tuvalet düştüğünü dile getirmiştir. Bu ise tabloyu daha da vahim kılmaktadır. Yani çoğu öğrenci teneffüslerde tuvalet ihtiyacını karşılamayacak durumdadır. Bir de tuvaletlerin pis olması da göz önüne alınırsa vahamet tüm netliğiyle açığa daha çok çıkmaktadır.
Eğitim sistemi öğrenci ve öğretmenini gündelik koşuşturmaca ve çıkarlar içinde değirmen taşı gibi öğüten bir yapıya dönüştürülmüştür. Hedefini lise ya da üniversite sınavlarına göre kilitleyen öğrenciler ve öğrencinin bu talebine yetişmeye çalışan öğretmen, okumaya, araştırmaya, kendini geliştirmeye toplumsal sorumluluk ve rolünü sorgulamaya zaman ayıramamaktadır. Temel eğitim ve lise eğitiminin önemli ekseni, iyi bir liseye ya da üniversiteye girebilmek için dershanelere kaymıştır. Gelinen süreçte ticarethane mantığı çerçevesinde öğrencinin okul dışında ders alma talebine de yönelen okullar, daha ilkokul birinci sınıftan başlayarak hafta sonları kursları düzenleyip, hafta içi öğrencisini hafta sonu müşterisine dönüştürmüştür.
Eğitimde eşitsizliğin, adaletsizliğin bir göstergesi olan Doğu-Batı gerçeği her öğretim yılı başında kimi medya yayın organlarında ve özellikle devletin resmi medyasında, eşitsizliğin altta kalanı için "büyük fedakârlık", "büyük özveri" masalı gibi yutturulmaya çalışılmaktadır; Kullanılmayan bir ahırı dersliğe dönüştürerek eğitimi sürdürmeye çalışan bir öğretmenin yaptıklarını, öğretmensiz köylerde Mehmetçiğin ders vermesini ya da Doğuda anaokuluna giden çocukların Batıdaki arkadaşlarının renkli beslenme çantaları içinde taşıdıkları kek, yumurta, süt gibi besin maddelerine karşılık, naylon bir poşette kuru sac ekmeği arasında yabani dağ otuyla besleniyor olmasını "büyük özveri" tarzında bir haber vurgusuyla veriyor olmaları gibi. Gerçek ise kesinlikle bu değildir.
Artan öğrenci, yetersiz kalan öğretmen, hizmetli ve okul sayısı, bölgeler arasında her bakımdan eşitsizlik, ezberci ders içeriği ve kendini yetiştirme olanaklarından yoksun bırakılmış öğretmen kadrosuyla ve çark dönmeye devam ettikçe de eğitim bir yandan ticarileşmeye sürdürecek, ticarileştikçe de toplumu insani boyutları bakımından çürütmeye devam edecektir. Tabii önü alınmazsa.
ARZU KÖK
CUMHURBAŞKANIMIZ ERMENİSTAN'A GİDECEKMİŞ...
Türkiye ve Ermenistan milli futbol takımları Erivan'da 6 Eylül tarihinde karşılaşacak. Cumhurbaşkanımız da bu maça davetlidir. Ve Cumhurbaşkanımız bu maça gidecek . Yani Türkiye komşusu ile güya sıcak bir ilişkiye "Merhaba" diyecek. Komşumuz da bunu canı- yürekten istiyormuş gibi!...
Tüm Türk halkının malumu olduğu üzere Ermenistan özellikle son yıllarda artan bir şekilde Türkiye'ye sözde Ermeni Soykırımını tanıması konusunda baskı yapmakta bu anlamda da diğer ülkeleri kullanmaktan da çekinmemektedir. Ve bu yaklaşım bir oyun, hatta oyunun da ötesi bir tuzaktır. Yıllar öncesinden çizilmiş bir strateji dahilinde bu oyun sürekli gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. Amaç bellidir. Artık bu oyunun arkasındaki gerçeğin görülmesi gerekmektedir. Zira yıllardır yapılan çalışmalar göstermiştir ki böyle bir kırım söz konusu değildir. Göç sırasında, o günün şartları içerisinde meydana gelen ölümleri soykırım olarak göstermeye ve bunu tüm dünya milletlerine gerektiğinde ağlayarak, sızlayarak kabul ettirme girişiminde bulunmaktadırlar. Bu anlamda da pek çok ülke böyle bir soykırımın varlığını kabul etmiştir. Ermenistan onlara destek veren dış güçlerden de aldığı destekle amacına ulaşabilmek adına her yolu mübah saymaktadır.
Tarihlerini unutmayarak, unutturmayarak bir mücadele sergilemektedirler. Oysa bizler tarihimizi unutturmak adına her türlü yolu kullanmaktayız. Mesela Ermeni Doğu Lejyonu'nun 1918-1921 tarihleri arasında Klikya Ermenistan'ı kurma hayaliyle Klikya bölgesinde (Adana, Mersin, Hatay) yaptıkları kırımı kaç kişi biliyor. Zira o dönemde bölge kan çanağına dönmüştür. Masum insanlarımız katledilmiştir. Katledilen insanımızın sayısı da 1.531.000 kişidir. Şimdi birçok kişi "Nereden çıktı bu?" diyecek. Ben burada merak edenlere bir kitap önereceğim. Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi yayını olarak çıkarılan, Dr. Ulvi Keser'in "Ermeni Doğu Lejyonu" isimli kitabı. Kitap uzun uğraşlar sonucu ve büyük bir arşiv taraması sonucu oluşturulmuştur. Anlatılan olayların hepsi belgelidir. Yani Ermeniler'in yaptığı gibi belgesi olmayan bir iddia şeklinde değildir. Evet Ermenistan Türkiye'ye soykırımı kabul ettirmeye çalışırken çok merak ediyorum Cumhurbaşkanımız Ermenistan'a yapacağı ziyaretle onların da Adana- Hatay bölgesinde yaptıkları soykırımı tanımalarını sağlayabilecek mi? Yoksa unutturulan çoğu kimsenin bilmediği bu katliam yine tozlu sayfalara mı bırakılacak? Yazık ki görünen odur. Ermenistan iddiasını sürdürecek Türkiye ise belki de bir dakikalık saygı duruşu ile geçmişi tarihin tozlu sayfalarına gömecek. Ve belki de Cumhurbaşkanımız soykırım anıtına çelenk koyacak.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi sorun sadece birilerinin soykırımı tanıyıp tanımamasıyla sınırlı bir konu değildir. Bu konu her zaman bu çerçeveyi aşan siyasi anlamlarla yüklü olmuştur. Bilindiği gibi özellikle Sovyet Rusyası'nın çözülüşünün ardından Ermenistan Amerika'ya ısındırılmaya çalışıldı. Ve bu anlamda da Amerika'nın Ermeni soykırımını tanıması önemli hale geldi. Özellikle Gürcistan'da yaşananlardan sonra ABD'nin müttefiki konumundaki Türkiye'nin Ermenistan ile sıcak temasa geçmesi büyük bir önem kazandı. Zira bu şekilde ABD'nin Rusya karşısında nüfuzu artmış olacak, eli güçlenecek. Bu anlamda da ABD her iki ülkeye de bir anlamda baskı uyguluyor ve neticesini de almak üzere. Tabii burada Ermeni dönmesi bir kesimin içeriden büyük bir özenle çalışıp ülkeyi bu konuma getirmesi de etkendir bu konuda. Yani Türkiye yine tarihini unutuyor ve dış ülkelerin istediği gibi hareket ediyor.
Cumhurbaşkanımız şimdi Erivan'a gidecek. Umarız ki biz yanılıyoruzdur. Umarız ki bu ziyaret gerçek anlamda güzel şeylerin başlangıcı olur. Yani
1- Ermenistan soykırım iddiasından vazgeçer ve de Adana- Hatay yöresinde kendi yaptıkları soykırımı kabul ederler.
2- Karabağ sorunu çözülür.
Zira gerçek dostluk belki de bunlardan sonra kurulacaktır. Aksi halde gerçek komşuluk, dostluk söz konusu değildir. Ne diyelim hayırlısı... İzleyip görelim. Ama Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bir sözünü anımsatmak istiyorum son söz olarak.
"Düşmanım, düşmanlığından vazgeçinceye kadar, ben de onun amansız düşmanıyım."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Not: Yukarıda adı geçen kitap Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezinden temin edilebilir.
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Tüm Türk halkının malumu olduğu üzere Ermenistan özellikle son yıllarda artan bir şekilde Türkiye'ye sözde Ermeni Soykırımını tanıması konusunda baskı yapmakta bu anlamda da diğer ülkeleri kullanmaktan da çekinmemektedir. Ve bu yaklaşım bir oyun, hatta oyunun da ötesi bir tuzaktır. Yıllar öncesinden çizilmiş bir strateji dahilinde bu oyun sürekli gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. Amaç bellidir. Artık bu oyunun arkasındaki gerçeğin görülmesi gerekmektedir. Zira yıllardır yapılan çalışmalar göstermiştir ki böyle bir kırım söz konusu değildir. Göç sırasında, o günün şartları içerisinde meydana gelen ölümleri soykırım olarak göstermeye ve bunu tüm dünya milletlerine gerektiğinde ağlayarak, sızlayarak kabul ettirme girişiminde bulunmaktadırlar. Bu anlamda da pek çok ülke böyle bir soykırımın varlığını kabul etmiştir. Ermenistan onlara destek veren dış güçlerden de aldığı destekle amacına ulaşabilmek adına her yolu mübah saymaktadır.
Tarihlerini unutmayarak, unutturmayarak bir mücadele sergilemektedirler. Oysa bizler tarihimizi unutturmak adına her türlü yolu kullanmaktayız. Mesela Ermeni Doğu Lejyonu'nun 1918-1921 tarihleri arasında Klikya Ermenistan'ı kurma hayaliyle Klikya bölgesinde (Adana, Mersin, Hatay) yaptıkları kırımı kaç kişi biliyor. Zira o dönemde bölge kan çanağına dönmüştür. Masum insanlarımız katledilmiştir. Katledilen insanımızın sayısı da 1.531.000 kişidir. Şimdi birçok kişi "Nereden çıktı bu?" diyecek. Ben burada merak edenlere bir kitap önereceğim. Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi yayını olarak çıkarılan, Dr. Ulvi Keser'in "Ermeni Doğu Lejyonu" isimli kitabı. Kitap uzun uğraşlar sonucu ve büyük bir arşiv taraması sonucu oluşturulmuştur. Anlatılan olayların hepsi belgelidir. Yani Ermeniler'in yaptığı gibi belgesi olmayan bir iddia şeklinde değildir. Evet Ermenistan Türkiye'ye soykırımı kabul ettirmeye çalışırken çok merak ediyorum Cumhurbaşkanımız Ermenistan'a yapacağı ziyaretle onların da Adana- Hatay bölgesinde yaptıkları soykırımı tanımalarını sağlayabilecek mi? Yoksa unutturulan çoğu kimsenin bilmediği bu katliam yine tozlu sayfalara mı bırakılacak? Yazık ki görünen odur. Ermenistan iddiasını sürdürecek Türkiye ise belki de bir dakikalık saygı duruşu ile geçmişi tarihin tozlu sayfalarına gömecek. Ve belki de Cumhurbaşkanımız soykırım anıtına çelenk koyacak.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi sorun sadece birilerinin soykırımı tanıyıp tanımamasıyla sınırlı bir konu değildir. Bu konu her zaman bu çerçeveyi aşan siyasi anlamlarla yüklü olmuştur. Bilindiği gibi özellikle Sovyet Rusyası'nın çözülüşünün ardından Ermenistan Amerika'ya ısındırılmaya çalışıldı. Ve bu anlamda da Amerika'nın Ermeni soykırımını tanıması önemli hale geldi. Özellikle Gürcistan'da yaşananlardan sonra ABD'nin müttefiki konumundaki Türkiye'nin Ermenistan ile sıcak temasa geçmesi büyük bir önem kazandı. Zira bu şekilde ABD'nin Rusya karşısında nüfuzu artmış olacak, eli güçlenecek. Bu anlamda da ABD her iki ülkeye de bir anlamda baskı uyguluyor ve neticesini de almak üzere. Tabii burada Ermeni dönmesi bir kesimin içeriden büyük bir özenle çalışıp ülkeyi bu konuma getirmesi de etkendir bu konuda. Yani Türkiye yine tarihini unutuyor ve dış ülkelerin istediği gibi hareket ediyor.
Cumhurbaşkanımız şimdi Erivan'a gidecek. Umarız ki biz yanılıyoruzdur. Umarız ki bu ziyaret gerçek anlamda güzel şeylerin başlangıcı olur. Yani
1- Ermenistan soykırım iddiasından vazgeçer ve de Adana- Hatay yöresinde kendi yaptıkları soykırımı kabul ederler.
2- Karabağ sorunu çözülür.
Zira gerçek dostluk belki de bunlardan sonra kurulacaktır. Aksi halde gerçek komşuluk, dostluk söz konusu değildir. Ne diyelim hayırlısı... İzleyip görelim. Ama Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bir sözünü anımsatmak istiyorum son söz olarak.
"Düşmanım, düşmanlığından vazgeçinceye kadar, ben de onun amansız düşmanıyım."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Not: Yukarıda adı geçen kitap Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezinden temin edilebilir.
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
25 Ağustos 2008 Pazartesi
BIRAKIN DERELER ÖZGÜRCE AKSIN!...
Başbakan Erdoğan Rize’de hidroelektrik santrallara karşı çıkan çevrecileri ‘Boş vakitlerini değerlendirenler’ diye niteleyip, ‘Ben çevrecinin daniskasıyım’ demiş.
UNESCO tarafından Türkiye’nin ‘biyosfer rezervi’ olarak görülen ve koruma altına alınan, Rize ve Artvin dereleri üzerine kurulması planlanan HES (hidroelektrik santralı) yağması gündemde bugünlerde. Ve önümüzde pek çok örnek mevcut yapılan HES'lerin sonuçlarıyla alakalı. Zira Anadolu’nun nehirleri, gölleri plansız kentleşme, baraj ve sulama politikalarıyla yok edidi. Ve anlaşılan sıra, koruma altına alınması önerilen, dokunulmaması gereken Doğu Karadeniz’in akarsularını kurutmaya geldi. Doğal olarak da bu duruma çevrecilerle beraber doğa halkı da karşı çıktı. Hatta ve hatta HES istilasına karşı köylüler, derelerin başında sopayla nöbet tutuyormuş!
2007’den tarihinden itibaren satış sözleşmelerinin imzalanmaya başlanmasının ardından ‘dere yağması’ katlanmış, sadece Artvin dereleri üzerinde 106, Rize dereleri üzerinde ise 64 proje geliştirilmiş. Hatta söylemlere göre kuru dereler üzerine bile HES kurulması öngörülerek bir rant oluşturulmaya çalışılıyormuş. Bilindiği gibi hala süregelen bir Karadeniz Sahil Yolu çalışması var. Ve bu çalışmanın verdiği zarar ortada. Bunu gören yöre halkı ‘Derelerin Kardeşliği Platformu’ kurmuş ve eylemlerine başlamış haklı olarak. Bu nedenledir ki Rize’ye giden Erdoğan çevrecilere sataşmış sanırız. Demiş ki: “Dünyanın çeşitli yerlerinde çevreciler vardır. Bunlara ‘ne yaparsınız’ dersin, inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş bu. Yarın, gazeteler bunu ‘çevreciler karşı çıktı’ diye yazacak. Ama ben çevrecinin daniskasıyım. İstanbul Belediye Başkanlığım sırasında neler yaptığımızı özellikle İstanbul’da yaşayanlar çok iyi bilir. İstanbul susuzdu. 180 kilometreden su getirdik. Çevreciler o zaman da karşımıza dikildi, ‘ağaçları söküyorlar’ diye. 800 bin fidan diktik, Istranca’ya.”
Başbakan, Karadeniz coğrafyasını ve bölgenin ekosistemini yok edecek hidroelektrik santrallarını savunurken, bilgi ve görgüsüyle tüm Türk halkını da aydınlatmış oldu sağolsun. Hatta hatta tüm çevrecilere hadlerini bildirdi. Siz kim çevreyi korumak kim? Değil mi? Başbakandan daha çevreci olacak değilsiniz ya? Zaten yapılan icraatlarda da ne kadar çevreci olunduğu görülmüyor mu? Mesela kıyıları dolduranlara ödüller veriliyor. Açlık ve susuzluğun en büyük tehdit olduğu günümüzde su havzaları daraltılıyor. (En son İstanbul'un su sorunu için kullanılan Melen çayında balıkların ölmesi en güzel örnek değil mi? Melen çayı kurumadı mı? ) Yeşil alanlar büyük inşaat şirketlerine emanet ediliyor. (Mesela boğaza yapılacak üçüncü köprünün Beykoz-Sarıyer arasındaki son yeşil alanı yok edeceğini de göremiyorlar.) Ve en güzeli belki de küresel ısınmayı yağmur duasıyla çözmek gibi yeni icatlar dahi geliştirildi. Şimdi tüm bunlar yapılırken siz kalkıp Başbakan'ı ve hükümeti eleştireceksiniz çevreciler olarak. Olmaz. İşte böyle bildirirler adama haddini.
Aslında ne kadar trajikomik bir durum bu farkında mısınız? Gelecek kuşakları belki de en çok ve doğru bilinçlendirmesi gereken Başbakan, onlara çevre adına yanlış mesajlar veriyor ve ardından da kendisini dinleyen çocuklara oyuncak dağıtıyor. Bilmiyor ki çevrecilik aslında toplum vicdanı demektir. Ve Başbakan bu sözleriyle toplum vicdanını hiçe saymaktadır aslında. Bu vicdana sahip çıkanları da ‘boş vakitlerini değerlendirme’ çabası içinde olarak görebiliyor. Yazık gerçekten çok yazık.Rizeli Başbakan, elektrik üreteceğiz diye biyosfer rezervi olarak görülen Doğu Karadeniz’in derelerini müteahhitlere satıyor. Yine birkaç AKP’li milletvekili daha zengin olsun diye ‘yağmur ormanı’ olarak adlandırılan Papart Vadisi’ne bile göz dikiyorlar. Ancak geleceği çok daha iyi gören halk artık bunları yutmuyor. Susuz kalmak istemiyor. Başbakan istediği kadar azarlasın, kendi doğal ortamlarına sahip çıkan çevreci insanları. Onlar yine de haykıracaklar:‘Bırakın dereler özgür aksın!’ diye.
ARZU KÖK
UNESCO tarafından Türkiye’nin ‘biyosfer rezervi’ olarak görülen ve koruma altına alınan, Rize ve Artvin dereleri üzerine kurulması planlanan HES (hidroelektrik santralı) yağması gündemde bugünlerde. Ve önümüzde pek çok örnek mevcut yapılan HES'lerin sonuçlarıyla alakalı. Zira Anadolu’nun nehirleri, gölleri plansız kentleşme, baraj ve sulama politikalarıyla yok edidi. Ve anlaşılan sıra, koruma altına alınması önerilen, dokunulmaması gereken Doğu Karadeniz’in akarsularını kurutmaya geldi. Doğal olarak da bu duruma çevrecilerle beraber doğa halkı da karşı çıktı. Hatta ve hatta HES istilasına karşı köylüler, derelerin başında sopayla nöbet tutuyormuş!
2007’den tarihinden itibaren satış sözleşmelerinin imzalanmaya başlanmasının ardından ‘dere yağması’ katlanmış, sadece Artvin dereleri üzerinde 106, Rize dereleri üzerinde ise 64 proje geliştirilmiş. Hatta söylemlere göre kuru dereler üzerine bile HES kurulması öngörülerek bir rant oluşturulmaya çalışılıyormuş. Bilindiği gibi hala süregelen bir Karadeniz Sahil Yolu çalışması var. Ve bu çalışmanın verdiği zarar ortada. Bunu gören yöre halkı ‘Derelerin Kardeşliği Platformu’ kurmuş ve eylemlerine başlamış haklı olarak. Bu nedenledir ki Rize’ye giden Erdoğan çevrecilere sataşmış sanırız. Demiş ki: “Dünyanın çeşitli yerlerinde çevreciler vardır. Bunlara ‘ne yaparsınız’ dersin, inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş bu. Yarın, gazeteler bunu ‘çevreciler karşı çıktı’ diye yazacak. Ama ben çevrecinin daniskasıyım. İstanbul Belediye Başkanlığım sırasında neler yaptığımızı özellikle İstanbul’da yaşayanlar çok iyi bilir. İstanbul susuzdu. 180 kilometreden su getirdik. Çevreciler o zaman da karşımıza dikildi, ‘ağaçları söküyorlar’ diye. 800 bin fidan diktik, Istranca’ya.”
Başbakan, Karadeniz coğrafyasını ve bölgenin ekosistemini yok edecek hidroelektrik santrallarını savunurken, bilgi ve görgüsüyle tüm Türk halkını da aydınlatmış oldu sağolsun. Hatta hatta tüm çevrecilere hadlerini bildirdi. Siz kim çevreyi korumak kim? Değil mi? Başbakandan daha çevreci olacak değilsiniz ya? Zaten yapılan icraatlarda da ne kadar çevreci olunduğu görülmüyor mu? Mesela kıyıları dolduranlara ödüller veriliyor. Açlık ve susuzluğun en büyük tehdit olduğu günümüzde su havzaları daraltılıyor. (En son İstanbul'un su sorunu için kullanılan Melen çayında balıkların ölmesi en güzel örnek değil mi? Melen çayı kurumadı mı? ) Yeşil alanlar büyük inşaat şirketlerine emanet ediliyor. (Mesela boğaza yapılacak üçüncü köprünün Beykoz-Sarıyer arasındaki son yeşil alanı yok edeceğini de göremiyorlar.) Ve en güzeli belki de küresel ısınmayı yağmur duasıyla çözmek gibi yeni icatlar dahi geliştirildi. Şimdi tüm bunlar yapılırken siz kalkıp Başbakan'ı ve hükümeti eleştireceksiniz çevreciler olarak. Olmaz. İşte böyle bildirirler adama haddini.
Aslında ne kadar trajikomik bir durum bu farkında mısınız? Gelecek kuşakları belki de en çok ve doğru bilinçlendirmesi gereken Başbakan, onlara çevre adına yanlış mesajlar veriyor ve ardından da kendisini dinleyen çocuklara oyuncak dağıtıyor. Bilmiyor ki çevrecilik aslında toplum vicdanı demektir. Ve Başbakan bu sözleriyle toplum vicdanını hiçe saymaktadır aslında. Bu vicdana sahip çıkanları da ‘boş vakitlerini değerlendirme’ çabası içinde olarak görebiliyor. Yazık gerçekten çok yazık.Rizeli Başbakan, elektrik üreteceğiz diye biyosfer rezervi olarak görülen Doğu Karadeniz’in derelerini müteahhitlere satıyor. Yine birkaç AKP’li milletvekili daha zengin olsun diye ‘yağmur ormanı’ olarak adlandırılan Papart Vadisi’ne bile göz dikiyorlar. Ancak geleceği çok daha iyi gören halk artık bunları yutmuyor. Susuz kalmak istemiyor. Başbakan istediği kadar azarlasın, kendi doğal ortamlarına sahip çıkan çevreci insanları. Onlar yine de haykıracaklar:‘Bırakın dereler özgür aksın!’ diye.
ARZU KÖK
ÇARESİZLİĞİN RESMİ YAPILABİLİR Mİ?...
İnsanlığın içine düşebileceği en kötü durum belki de çaresizliktir! İnsan zor bir durumla karşılaştığında durumuna çare arar. Zira ancak çare olduğunda bir umut vardır. Ama öyle bir çaresizlik anı vardır ki... İşte onu anlatmak mümkün değildir. Çaresizlik anlatılamaz ki, çaresizlik adı üzerinde çaresizliktir. Nasıl ki mutluluğun resmi yapılamıyorsa çaresizliğin tarifi de yapılamaz. Resmi ise asla yapılamaz. İşte bu çaresizlik anlarından biri de deprem anıdır. Sallanma başladığında kanınızın damarlarınızdan yavaş yavaş çekildiğini hissedersiniz. Vücudunuzda var olan o mucizevi ahenk bir anda bozulur. Çaresizlik içinde donup kalır, tuhaf bir boşluğa düşersiniz. Duygularınız, algılamalarınız, iradenizin denetiminizden kopar gider. Kendinizin sadece bir et ve kemik yığını gibi hissedersiniz. Öyle ki o anda korkmak bile elinizden gelmez. Tüm denetiminizi yitirmişsinizdir. Bitmek bilmeyen sarsıntı ise bütün yıkıcılığı ile uzar da uzar... Yıllar geçer sanki, yüzyıllar geçer. İşte o dakikalarda insan olarak ne kadar küçük bir zerrecik olduğunuzun ayrımına varırsınız. Ve bırakırsınız kendinizi bir boşluğa, daha doğrusu yap-satçıların elinden kurtulan bir boşluğa atarsınız kendinizi. Ve beklersiniz sonucu. Sonuç muamma. Belki ölüm, belki ömür boyu sürecek bir sakatlık, belki de kurtuluş.... Tek çare beklemek. Hiçbir şeyin garantisi yok. Aslında bu deprem dünyanın sadece ve sadece küçük bir noktasında meydana gelen küçük bir doğa olayıdır. Ama ülkemizde durum farklıdır. Zira bu küçük doğa olayının sonuçları ülkemizde hiç de küçük olmamaktadır. Binalar kağıt gibi un ufak olmaktadır bizim depremlerimizde. Ve enkaz altında, demir ve tuğla yığınları altında yüzlerce, binlerce ezilen insan.... İşte bu anlarda aklımıza hep o binaları yapıp satanlar gelir. Bir de onlara göz yuman yöneticiler... Önceden yapılan uyarılar, tarihi ve doğa gerçeklerine rağmen öncesinden tedbir almayan yöneticiler... O müteahhitlerin ve yöneticilerin bu işin günahını ne bu dünyada ne de öbür dünyada ödeyemeyeceğini bilirsiniz... Ama olan olmuş binlece insan ölmüştür artık. Aramızdan bazıları bizi, başka bir evrende tekrar görüşmek üzere, terk etmişlerdir. Onlar acının hançerini yüreğimize saplamış ve dönülmez akşamın ufkunda yitip gitmişlerdir. Kimileri kaderin yelkenlisine bindiler, kimileri de, arkalarında katil müteahhitlerini bırakarak ve belki de bizim sonradan onların cezasını vereceğimizi umarak, kalleş birer cinayete kurban gittiler. Ancak ülkemizde değişmez bir kural vardır. Giden gider, kalan sağlar bizimdir, bu kural ülkemizde hiç değişmez. Ve yine kural bozulmamıştır, Kocaeli depreminin üzerinden 9 koca yıl geçmesine rağmen. Ben bildim bileli hemen her depremde aynı acıları yaşarız. Hep de aynı nutukları dinleriz. Önce yardım kepazeliklerini yaşarız, sonra yaraları sarma palavralarını dinleriz. Ardından deprem evlerinin talanı gelir. Binlerce insana mezar olan o binaları yapanlara yeni rant kapıları aralanır. Onlara yine ilk depremde yıkılmaya aday kağıt gibi binalar yaptırılır ve devlet töreniyle, üstelik devlet büyükleri tarafından, süslü nutuklarla depremzedelere dağıtılır. Yıllardan beri sürüp giden kısır bir döngüdür bu. Sanki güzel ülkemizin, talihsiz insanlarımızın değişmez yazgısıdır bu. Evet Kocaeli depreminin üzerinden 9 koca yıl geçti. Ama hala yaralar sarılamadı. Olası yeni depremler için önlemler alınamadı. Örneğin Kocaeli depreminin hemen ardından beklenilmeye başlanan bir İstanbul depremi var. Ve uzmanlara göre bu deprem giderek yaklaşıyor. Her an olabilir. Ama 9 yıldır bu kaygı olmasına rağmen hala alınan ciddi bir önlem yok. Depreme yönelik ciddi çalışmalar yok. Hala ne bekleniyor anlamak da mümkün değil. Sanırız ki istenen yine kağıt gibi yıkılan binalar ve bu binaların enkazı altında kalacak binlerce insan... Gerçekten çok yazık. Neden bu kadar duyarsız olduk anlamıyorum. Hiçbir şeyden ders almaz olduk. yaşadığımız büyük olaylar, büyük acılar bile umurumuzda değil. Siyasetten doğal afetlere, eğitimden spora.... Değişen hiçbir şey yok!...Bazıların "Ne yapalım biz böyleyiz." dediğini duyar gibi oluyorum. Ama artık yeter. Uyanıp silkinme zamanı geldi. Zira bu kadarını hak etmiyoruz.
ARZU KÖK
ARZU KÖK
İNSAN DEDİĞİN
Damarlarındaki kan coşkun bir nehir gibi dolaşmalı ve yüreğine azgın bir şelaleden düşer gibi girmeli. Bir kuş gibi özgür olmalı beynin ve her organın acımasızca cezalandırmalı tembelliğini. Ve hep yenik düşmelisin duygularınla girdiğin kavgalardan. Ama her an da hazır olmalısın yeni kavgalara. İnsan dediğin destan yazmalı. Heyecanların doruklarında maceradan maceraya koşabilmeli. Yanında taşıdığı ölü bir beden değil diri, heyecanlı bir beden olmalı. İnsan dediğin geçmişini geçmişe gömmeyi bilmeli, geçmişte yaşamamalı. Her gününe yeniden ve taptaze umutlarla, heyecanlarla başlamalı. Zira güneş her sabah yeniden doğuyor, doğmaya da devam edecek tüm karanlıklara inat. İnsan dediğin pas tutmuş anıların arkasına sığınmayı reddetmeli. Yeni olan ne varsa onların peşine düşmeli. Bağlılıklarını iyi seçmeli insan dediğin. Ve her zaman kaçabilmeli kendisini büyülemeyen işleri yapmaktan. Yaşam bir kavgadır ve bu kavgada yara almaktan korkmamalı. Yeri geldiğinde kanamaktan da korkmamalı insan dediğin. Yerleşik olan her şeye isyan etmeli. Kavga etmeli yeri geldiğinde onlarla. Yaşamak istediği yeri ve şartları önce kendi beyninde inşa etmeli. İnsan dediğin tüm korkularının üzerine üzerine gidebilmeli. Yaşamında 'keşke' lere yer bırakmayacak şekilde yaşamalı herşeyi. Bazen bir sesin, bazen bir düşün peşine düşmeyi bilmeli insan dediğin. Bir gülüşü içebilmeli ve sımsıcak bir merhabanın önünde saygıyla eğilmeyi bilmeli. Çıkmaz sokaklara girdiğinde bile asla umudunu yitirmemeli insan. Ve asla unutmamalıdır ki çaresizliğin çaresi her zaman çaresizliğin içinde biryerlerde saklıdır. Sadece güçlü olup onu oradan çıkarmaktır aslolan. Bu nedenledir ki acı çekerken bile gülebilmeyi bilmeyi insan dediğin. Zira bilmeli ki her acı bitecek bir gün. Bir şairi duyabilmeli ve başarabilmeli bir ağaç, belki de bir orman olabilmeyi. Yüzlerce dalı, yüzlerce sevdası olmalı. Oyunlara, tuzaklara, kaprislere, cahillere, entrikalara, küstahlara, küçük hesaplara, aptallara, korkaklara gülüp geçebilmeli insan dediğin. Hatta bunu kendisini en güçsüz hissettiği anlarda bile yapabilmeli. Her zaman ayakta durmayı becerebilmeli. Acıyı, aşkı, mutluluğu, gözyaşını, düşü, hayal kırıklığını, iyiyi, kötüyü, eğriyi, doğruyu ve herşeyden önemlisi kendini bilmeli insan dediğin. Bir sel gibi akmalı. Yaşamdan mola istemek gibi bir hakkı olmadığını bilmeli insan dediğin. Hayata aç bir kurt gibi saldırmayı bilmeli ve bilmelidir ki hayat hiçbir zaman kendisini sürekli ayakta karşılayanlara karşı saygıda kusur etmez. Hatta Azrail bile....
ARZU KÖK
ARZU KÖK
ALÇAKÇA BİR SAVAŞ
Derlerki savaşlarda her şey mübahtır. Ancak savaşın da alçakça yapılanı, yiğitçe yapılanı var. Yiğitçe yapılanlara verilecek en güzel örnek hala dillere destan olan Çanakkale Savaşıdır. Bunun dışında özellikle siviller hedef alınarak yapılan savaşların ne yiğitlikle ne savaş ahlakıyla ne de insanlıkla ilgisi yoktur. Olmaz, olamaz. Ancak yazıktır ki günümüzde özellikle PKK terör örgütünün başlattığı savaş böyle bir savaştır.
Evet daha kaç gün oldu ki. Erzincan ile Kemah arasında göreve gitmekte olan askerlerimiz mayın tuzağıyla karşılaşmış ve 1'I kurmay yarbay, 2'si uzman çavuş, 9 askerimiz şehit olmuştu. Teröristler yola döşedikleri mayınları konvoy oradan geçerken uzaktan patlamış ve askerlerimizin ölümüne neden olmuşlardı. Ortalık kan gölüne dönmüş ve teröristler sanırız ki yaptıklarından son derece mutlu yollarına devam etmişlerdir.
Yine üzerinden çok geçmedi. Aynı teröristler İstanbul'un Güngören semtinde 18 sivilin ölümüne yol açan bir patlamayı da uzaktan kumanda ile sağlamışlardı. Sürekli verdikleri bir özgürlük mücadelesinden bahsediyorlar. Kendilerini haklı göstermek için uğraşıyorlar. Ama diğer taraftan da mücadelenin en aşağılık, en alçakça, en namussuzca şeklini kullanıyorlar. Zira öyle olmasaydı kurulan tertibin farkında bile olmayan insanlar seçilmezdi kurbanlar olarak. Çünkü onlara kendilerini savunma hakkı bile vermiyorlar bu durumda. En masum halleri içindeyken insanların canına kast edenler ise zafer sarhoşu olup naralar atıyorlar. Nerede kaldı savaş ahlakı?
Ne yazıktır ki bunlarda onur da, şeref de, haysiyet de, ahlak da kalmamış. Zira dağdaki bir avcı bile vuracağı hayvanlara karşı bir ahlaki sorumluluk hisseder ve ona gore davranır. Bu nedenledir ki ağaç dalına veya taş üstüne konmuş kuşa, duran ceylana, korkudan donup kalan tavşana, kısaca kendini koruma ve kurtarma şansı tanınmamış bir yaratığa ateş etmek, "av sporu" yapmak değil, "ahlaksızca cana kıymak"tır. Bu ise insan olana yakışır bir davranış değildir.
9 şehit haberinin ardından DTP ve PKK açıklamaları gazetelerde boy boy yer aldı. Güya Kürt haklarını savunuyorlar ve "halkın şiddetten bıktığını" söylüyorlar ve kendileriyle temas kurulmasını talep ediyorlar. Ama nedense devlete karşı silahlı mücadele verenin, askerimizin yoluna mayın döşeyenin, pek çok sivilin canına kıyanın kendileri ve örgütleri olduğunu da unutuyorlar. Ve asıl önemlisi mücadelenin en ahlaksızcasını seçtiklerini de göz ardı ediyorlar. Bu ahlaksızlığı yapanlara övgüler düzüyor onlar aleyhinde tek bir kelime dahi etmiyorlar.
Önce dürüstçe mücadele etmeyi bilmeleri gerekir. Hukukun önünde boyunlarının kıldan ince olduğunu söyleyebilmeleri gerekir. Belki o zaman bir diyaloğu hakederler. Böyle devam ettikleri sürece onlarla diyalog kurmak da doğru değildir. Zira once insanca mücadeleyi bilmeliler. Aksi halde hiçbir şey talep etmeye hakları yoktur.
Tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm Türk halkına da başsağlığı dileklerimi sunuyorum…
ARZU KÖK
Evet daha kaç gün oldu ki. Erzincan ile Kemah arasında göreve gitmekte olan askerlerimiz mayın tuzağıyla karşılaşmış ve 1'I kurmay yarbay, 2'si uzman çavuş, 9 askerimiz şehit olmuştu. Teröristler yola döşedikleri mayınları konvoy oradan geçerken uzaktan patlamış ve askerlerimizin ölümüne neden olmuşlardı. Ortalık kan gölüne dönmüş ve teröristler sanırız ki yaptıklarından son derece mutlu yollarına devam etmişlerdir.
Yine üzerinden çok geçmedi. Aynı teröristler İstanbul'un Güngören semtinde 18 sivilin ölümüne yol açan bir patlamayı da uzaktan kumanda ile sağlamışlardı. Sürekli verdikleri bir özgürlük mücadelesinden bahsediyorlar. Kendilerini haklı göstermek için uğraşıyorlar. Ama diğer taraftan da mücadelenin en aşağılık, en alçakça, en namussuzca şeklini kullanıyorlar. Zira öyle olmasaydı kurulan tertibin farkında bile olmayan insanlar seçilmezdi kurbanlar olarak. Çünkü onlara kendilerini savunma hakkı bile vermiyorlar bu durumda. En masum halleri içindeyken insanların canına kast edenler ise zafer sarhoşu olup naralar atıyorlar. Nerede kaldı savaş ahlakı?
Ne yazıktır ki bunlarda onur da, şeref de, haysiyet de, ahlak da kalmamış. Zira dağdaki bir avcı bile vuracağı hayvanlara karşı bir ahlaki sorumluluk hisseder ve ona gore davranır. Bu nedenledir ki ağaç dalına veya taş üstüne konmuş kuşa, duran ceylana, korkudan donup kalan tavşana, kısaca kendini koruma ve kurtarma şansı tanınmamış bir yaratığa ateş etmek, "av sporu" yapmak değil, "ahlaksızca cana kıymak"tır. Bu ise insan olana yakışır bir davranış değildir.
9 şehit haberinin ardından DTP ve PKK açıklamaları gazetelerde boy boy yer aldı. Güya Kürt haklarını savunuyorlar ve "halkın şiddetten bıktığını" söylüyorlar ve kendileriyle temas kurulmasını talep ediyorlar. Ama nedense devlete karşı silahlı mücadele verenin, askerimizin yoluna mayın döşeyenin, pek çok sivilin canına kıyanın kendileri ve örgütleri olduğunu da unutuyorlar. Ve asıl önemlisi mücadelenin en ahlaksızcasını seçtiklerini de göz ardı ediyorlar. Bu ahlaksızlığı yapanlara övgüler düzüyor onlar aleyhinde tek bir kelime dahi etmiyorlar.
Önce dürüstçe mücadele etmeyi bilmeleri gerekir. Hukukun önünde boyunlarının kıldan ince olduğunu söyleyebilmeleri gerekir. Belki o zaman bir diyaloğu hakederler. Böyle devam ettikleri sürece onlarla diyalog kurmak da doğru değildir. Zira once insanca mücadeleyi bilmeliler. Aksi halde hiçbir şey talep etmeye hakları yoktur.
Tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm Türk halkına da başsağlığı dileklerimi sunuyorum…
ARZU KÖK
ANKARA-İZMİR ORTAOYUNU:SU
Dikkatinizi çekiyor mu bilmem. Ama farkettiniz mi bilmiyorum, son günlerin Ergenekon ve kapatma davalarından sonra gelen en önemli gündem maddesi; Su. Ankara Büyükşehir Belediyesi çerçevesinde başlayıp, İzmir’e kadar uzanan bir tartışma söz konusu. Ve bu tartışma bir anlamda Hükümet ile İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında da bir kapışmaya dönüşmüş durumdadır. “Hangi suda ne kadar arsenik var?”, “Bu arseniğin ne kadarı zararlı?” soruları soruluyor, tartışılıyor ve de vatandaşın aklına binbir düşünce getiriliyor.
Durum böyle iken Hükümetin “Koca koca” bakanları, bir anlamda su üzerinden İzmir’i “düşürmek” adına ellerinden geleni yapmaya çalışır bir görünüm sergilemektedir. Zira şimdiye kadar, kolera, vb salgınlar çıktığında, “bu sorun onların sorunu” diye işi belediyelere yıkan Sağlık Bakanı, iş İzmir’e geldiğinde birden “otoritesini” hatırladı nedense. Su gündeme geldiğinde, “mutlaka tasarruf lazım” demekten başka lafı olmayanlar, birden kimyager kesildi. Ama tabii ki tartışmanın görünen kısmının da ötesi olduğu gözlenmektedir.Yani tartışma aslında basit bir AKP-CHP belediye kapışmasının da ötesinde görünmektedir.
Su; tüm canlıların olmazsa olmaz yaşam kaynağıdır. Susuz bir yaşam asla düşünülemez. Bu anlamda da suyun, özellikle de sağlıklı bir suyun gereği ortada olan bir gerçektir. Ama küresel ısınmanın da etkisiyle su, dünyada sınırlı kaynaklara sahip değerli bir nesne haline dönüşmüştür. Üstelik de, dünyaya hakim olan küresel politikaların suya da el attığı gün gibi ortadaolan bir gerçektir. Açıkçası su, doğal bir ihtiyaç olmaktan çıkarılıp, bir metaya dönüştürülmek istenmektedir. Suyun bulunması, miktarı kadar temiz olması da önemlidir. Bu anlamda da suyun hastalık yapıcı mikroorganizmalar kadar, son günlerde çok popüler hale gelen arsenik ve diğer kimyasal maddelerden temizlenmesi gerekmektedir. Zira bu maddeler, bu maddeler, kısa ve daha çok da uzun vadede insanlarda kansere kadar varan bir dizi sağlık sorununa yol açabilme özelliğine sahiptirler. Dolayısıyla, suyun temiz olması, temiz koşullarda taşınıp insanlara ulaştırılması son derece önem arzetmektedir. Tarihin ilk dönemlerinden beri toplumlar bu süreci kamusal organizasyon ve sorumluluklarla gerçekleştirmişlerdir. Ta ki, 80’li yıllara kadar.
Dünyada neoliberalizmin yükseliş dönemi ile birlikte, suyun da metalaştırılması ile ilgili politikalar gündeme gelmiştir. Bu politikaların başında ise Dünya Bankası gelmektedir. Fransa’da suyun özelleştirilmesi örneğinden yola çıkılarak, bir dünya modeli oluşturmaya girişilmiş ve durum Dünya Bankası’nın bir numaralı eğilimi olmuştur. Kamunun su hizmetlerinden giderek elini çekmesi, ama kamu güvencesinde, işi özel şirketlere devretmesi biçiminde özetlenebilecek bu politika, dünya ölçeğindeki su şirketlerinin dünya su kaynaklarını yönetebilmesinin önünü açma amacına hizmet eder gibi görünmektedir. Fransa’dan sonra, değişik ülkelerde mantık korunarak farklı modeller uygulanmıştır. Böylece de suyun da petrol gibi egemen sınıfların eline geçmesinin önü açılmıştır.
Türkiye’de bu anlamda bir politika uygulamaya koyulmuştur ne yazık ki. İzmit, Antalya, Çeşme-Alaçatı, vb yapılan su özelleştirmeleri, Türkiye belediyelerinin bu konuda dünyaya entegrasyonunun başarılı (!) örnekleri olarak gözümüze çarpmaktadır. Özellikle 1980 sonrası yasalarda yapılan bir dizi değişiklikle, su konusunda belediyeler kendi dertleri ile baş başa bırakılmış, dış kredi kullanmaya yönlendirilmiş ve bu sonucun önü büyük oranda açılmıştır. Belediyelerin merkezi yönetimlerin desteğinden yoksun bırakılması ve de belediye hizmetlerinin birbirlerinden koparılarak parçalanması, bu sürecin hızını arttıran etkenler olmuşlardır.
Uzmanların göre, Türkiye su özelleştirmesinde önce Fransız modelini denemiş, şimdi giderek İngiliz modeline dönmüştür. Bunun anlamı ise açıkça şudur; yerel yönetimlerin daha çok inisiyatif aldığı Fransız modeli değil, geniş çaplı su havzası özelleştirmeleri kapıdadır. İşte, “suda tasarruf”, “arsenikli su” kapışmalarının arkasında, insanın en temel ihtiyacı olan suyun metalaştırılması, çok uluslu tekellerin kar alanı haline getirilmesi senaryosu yatmaktadır ne yazık ki.
Ancak bu yazıyı okuyanlar şunu söyleyebilir; “Fransız ya da İngiliz fark etmez, biz temiz su içmek, kullanmak istiyoruz. Zaten belediyeler de, bu işi beceremiyor. Özelleşse ne olur?” Ama zaten halka asıl söyletilmek istenen de bu değil midir? Tıpkı sağlıkta olduğu gibi, tıpkı diğer hizmetlerde olduğu gibi. Yıllarca, kamusal bir hizmet olan sağlığın gereği olan finansal ve örgütsel katkıyı, düzenlemeyi yapmayıp o alanı çökerttiler sonra da başka düzenleme ve katkılarla, bir özel alternatif yarattılarve hizmet sorumluluğunu yarattıkları bu yeni aktöre devrettiler. Daha doğrusu, söz konusu alanın tüm getirisini. Suda yapılmak istenen şey de pek farklı değil. Burada, sorumluluk vatandaştadır. Zira önünde sağlık konusunda yaşadıkları örnek teşkil etmektedir.
Toplum suyu yaşamsal bir ihtiyaç olarak görüp, içtiği suyun nasıl sağlanması gerektiği konusunda söz söyleyen bir irade durumuna gelmezse, küresel aktörleri devreye sokmak isteyenler sergilenen Ankara-İzmir ortaoyunu gibi daha çok oyun sergileyeceklerdir haberiniz olsun.
Arzu Kök
Durum böyle iken Hükümetin “Koca koca” bakanları, bir anlamda su üzerinden İzmir’i “düşürmek” adına ellerinden geleni yapmaya çalışır bir görünüm sergilemektedir. Zira şimdiye kadar, kolera, vb salgınlar çıktığında, “bu sorun onların sorunu” diye işi belediyelere yıkan Sağlık Bakanı, iş İzmir’e geldiğinde birden “otoritesini” hatırladı nedense. Su gündeme geldiğinde, “mutlaka tasarruf lazım” demekten başka lafı olmayanlar, birden kimyager kesildi. Ama tabii ki tartışmanın görünen kısmının da ötesi olduğu gözlenmektedir.Yani tartışma aslında basit bir AKP-CHP belediye kapışmasının da ötesinde görünmektedir.
Su; tüm canlıların olmazsa olmaz yaşam kaynağıdır. Susuz bir yaşam asla düşünülemez. Bu anlamda da suyun, özellikle de sağlıklı bir suyun gereği ortada olan bir gerçektir. Ama küresel ısınmanın da etkisiyle su, dünyada sınırlı kaynaklara sahip değerli bir nesne haline dönüşmüştür. Üstelik de, dünyaya hakim olan küresel politikaların suya da el attığı gün gibi ortadaolan bir gerçektir. Açıkçası su, doğal bir ihtiyaç olmaktan çıkarılıp, bir metaya dönüştürülmek istenmektedir. Suyun bulunması, miktarı kadar temiz olması da önemlidir. Bu anlamda da suyun hastalık yapıcı mikroorganizmalar kadar, son günlerde çok popüler hale gelen arsenik ve diğer kimyasal maddelerden temizlenmesi gerekmektedir. Zira bu maddeler, bu maddeler, kısa ve daha çok da uzun vadede insanlarda kansere kadar varan bir dizi sağlık sorununa yol açabilme özelliğine sahiptirler. Dolayısıyla, suyun temiz olması, temiz koşullarda taşınıp insanlara ulaştırılması son derece önem arzetmektedir. Tarihin ilk dönemlerinden beri toplumlar bu süreci kamusal organizasyon ve sorumluluklarla gerçekleştirmişlerdir. Ta ki, 80’li yıllara kadar.
Dünyada neoliberalizmin yükseliş dönemi ile birlikte, suyun da metalaştırılması ile ilgili politikalar gündeme gelmiştir. Bu politikaların başında ise Dünya Bankası gelmektedir. Fransa’da suyun özelleştirilmesi örneğinden yola çıkılarak, bir dünya modeli oluşturmaya girişilmiş ve durum Dünya Bankası’nın bir numaralı eğilimi olmuştur. Kamunun su hizmetlerinden giderek elini çekmesi, ama kamu güvencesinde, işi özel şirketlere devretmesi biçiminde özetlenebilecek bu politika, dünya ölçeğindeki su şirketlerinin dünya su kaynaklarını yönetebilmesinin önünü açma amacına hizmet eder gibi görünmektedir. Fransa’dan sonra, değişik ülkelerde mantık korunarak farklı modeller uygulanmıştır. Böylece de suyun da petrol gibi egemen sınıfların eline geçmesinin önü açılmıştır.
Türkiye’de bu anlamda bir politika uygulamaya koyulmuştur ne yazık ki. İzmit, Antalya, Çeşme-Alaçatı, vb yapılan su özelleştirmeleri, Türkiye belediyelerinin bu konuda dünyaya entegrasyonunun başarılı (!) örnekleri olarak gözümüze çarpmaktadır. Özellikle 1980 sonrası yasalarda yapılan bir dizi değişiklikle, su konusunda belediyeler kendi dertleri ile baş başa bırakılmış, dış kredi kullanmaya yönlendirilmiş ve bu sonucun önü büyük oranda açılmıştır. Belediyelerin merkezi yönetimlerin desteğinden yoksun bırakılması ve de belediye hizmetlerinin birbirlerinden koparılarak parçalanması, bu sürecin hızını arttıran etkenler olmuşlardır.
Uzmanların göre, Türkiye su özelleştirmesinde önce Fransız modelini denemiş, şimdi giderek İngiliz modeline dönmüştür. Bunun anlamı ise açıkça şudur; yerel yönetimlerin daha çok inisiyatif aldığı Fransız modeli değil, geniş çaplı su havzası özelleştirmeleri kapıdadır. İşte, “suda tasarruf”, “arsenikli su” kapışmalarının arkasında, insanın en temel ihtiyacı olan suyun metalaştırılması, çok uluslu tekellerin kar alanı haline getirilmesi senaryosu yatmaktadır ne yazık ki.
Ancak bu yazıyı okuyanlar şunu söyleyebilir; “Fransız ya da İngiliz fark etmez, biz temiz su içmek, kullanmak istiyoruz. Zaten belediyeler de, bu işi beceremiyor. Özelleşse ne olur?” Ama zaten halka asıl söyletilmek istenen de bu değil midir? Tıpkı sağlıkta olduğu gibi, tıpkı diğer hizmetlerde olduğu gibi. Yıllarca, kamusal bir hizmet olan sağlığın gereği olan finansal ve örgütsel katkıyı, düzenlemeyi yapmayıp o alanı çökerttiler sonra da başka düzenleme ve katkılarla, bir özel alternatif yarattılarve hizmet sorumluluğunu yarattıkları bu yeni aktöre devrettiler. Daha doğrusu, söz konusu alanın tüm getirisini. Suda yapılmak istenen şey de pek farklı değil. Burada, sorumluluk vatandaştadır. Zira önünde sağlık konusunda yaşadıkları örnek teşkil etmektedir.
Toplum suyu yaşamsal bir ihtiyaç olarak görüp, içtiği suyun nasıl sağlanması gerektiği konusunda söz söyleyen bir irade durumuna gelmezse, küresel aktörleri devreye sokmak isteyenler sergilenen Ankara-İzmir ortaoyunu gibi daha çok oyun sergileyeceklerdir haberiniz olsun.
Arzu Kök
DAĞ FARE DOĞURMUŞTUR
Ergenekon davasının 2500 sayfalık iddianamesi, geçen cuma günü mahkeme tarafından kabul edildi. Böylece de, iddianamenin içeriği de kamuoyu için açıklanmış oldu. İncelediğimiz kadarıyla iddianamede onlarca olay sayılıyor ve savcılık, bu olaylar arasından kanıtlar yardımıyla ya da mantıksal bağlar kurarak, “Hükümeti devirmek için ortam oluşturmak adına harekete geçmiş silahlı bir çete” nin varlığını ispata çalışıyor. Medya ise daha önce iddianameden sızdırma spekülatif haberler sürecinde yapıldığı gibi iddianamenin özüyle ve arasındaki felsefeyle değil de, “Abdullah Öcalan’ın Ergenekon’la bağlantısı”, “Büyükanıt’a suikast planı” gibi sansasyon yaratacak başlıkları haber yapıyor sadece.
İddianeme artık açıklandığına göre mantığı, kanıtları, her daim gündemde olacak ve tartışılacaktır. Ancak şu var ki göründüğü kadarıyla, Ergenekon Operasyonu’nun başından beri, özellikle hükümete yakın basın tarafından öne sürülen, bu davanın bir “Temiz Eller davası” olacağı, “Kontrgerilla ile tarihsel bir hesaplaşma yapılacağı” iddiası boşa çıkmıştır. Zira iddianame, Ergenekon örgütünün hükümeti devirmek için yaptığı ve planladığı eylemlere dayandırılıyor ama devletin hiçbir kurumunu ve görevi başındaki hiçbir devlet yetkilisini kapsamıyor. Mesela Veli Küçük yargılanıyor ama adı Küçük’le birlikte anılan JİTEM iddianamede yer almıyor. Çünkü iddianame; asker, polis, jandarma ve MİT’i, hatta devletin tüm resmi kurumlarını bu soruşturmanın dışında tutmakta ve de “Bu çete organizasyonunun ordu ve MİT içine sızmayı başaramadığı” öne sürülerek, kontrgerilla ve “derin devlet”e ilişkin suçlamaları da geçersiz kılmayı amaçlayan bir nitelik arzetmektedir.
Yani savcılığa göre bu çete, kimi rayından çıkmış emekli subaylar, mafya artıkları ve gözünü hırs bürümüş siyasilerce oluşturulmuş; devletin ordu, MİT gibi kurumlarına sadece sızmaya çalışmıştır! Yoksa savcıya göre bu çete, devlet içinde örgütlenen güçlerin, sivil yaşamı da kapsayan partileri, dernekleri kullanan, emniyet ve jandarma içindeki örgütlenmesinden de güç alarak giriştiği, topluma yön verme, bunun için de hükümeti zorla alaşağı etme amacı da güden bir girişim asla değildir! Cidden ilginç bir bakış açısı doğrusu. Eğer bu operasyon ciddi anlamda bir temiz eller operasyonu olsaydı durum hiç de böyle olmazdı. Birkaç emekli subay, yazar, bilim adamı ile sınırlandırılamazdı. Zira akıl var mantık var bu insanlar arkalarında güvenebilecekleri destekleri olmadan ve yıllarca neye güverek, nasıl bu bahsedilen eylemleri yapabilecek ve de yıllardır yakalanamamış olacaklardı? Gerçek anlamda akıl ve mantık almıyor doğrusu.Görülen anlamıyla Ergenekon, AKP’ye karşı muhalefet eden ve kimi yasadışı araçları ve yolları kullanan bir çete sorununa indirgenmiştir. Bu şekliyle iddianame, “Devlet içinde çeteleşme” merkezli bir dava niteliği taşıyan Susurluk’un bile gerisine düşmüştür. Ki sürekli de bazıları bu davanın Susurluk'un devamı niteliğinde olduğunu söyleyip durdular. Oysa iddianamenin bugünkü hali, bu davanın daha önce devlete hizmet vermiş ama bugün ABD ve yerli egemenlerin dönemsel çıkarları için ayakbağı oluşturmaya başlamış çevrelerin tasfiyesi operasyonu olduğu konusundaki tüm teorileri ispatlar bir nitelik yaşımaktadır. Ve bu haliyle de görüldüğü kadarıyla öyle çok fazla iddiası olan bir iddianame değildir.
Oysa ortaya çıkan bombalar ve onların kullanılışı, Veli Küçük şahsında Susurluk davasından beri süre gelen iddialar, JİTEM ve onun faaliyetleri olarak gösterilen Sapanca-Adapazarı-Düzce üçgenindeki cinayetler, Mehmet Ağar’ın sözünü ettiği “bin operasyon”un açıklığa kavuşturulması soruşturulabilirdi. Yani tam anlamıyla insanların kafalarındaki soru işaretlerini açığa çıkaracak şekilde bir temiz eller operayonu olabilirdi. Ancak çok sığ kalmıştır. Yayınlanan iddianame bu yönde bir atılım içermemektedir. Yazıktır ki savcılık davayı, “AKP’ye karşı bir hükümet darbesi için ortam hazırlama”ya indirgeyip bununla sınırladığı için, “Darbeyi yapacak olanların kim olduğu” hakkında da (bunların bakkal, kasap,yazar, emekli subaylar olamayacağını bilindiği için) net bir açıklama söz konusu değildir.
İddianamede sayılıp dökülenlere bakıldığında savcılığın bir “uzlaşma” üstünden hareket ettiği, bu davanın orduya, emniyete, jandarmaya, MİT’e dokunmadan götürülmesi için çalışıldığı izlenmektedir. Böylece de dava, yaptıkları ve istekleriyle artık eski efendilerini de rahatsız eden, deyim yerindeyse kimi “çizmeyi aşan” kesimleri tasfiye etme amaçlı bir davaya konumuna getirilmiştir. Yalnız sakın yanlış anlaşılmasın bu uzlaşı tabii ki masa başına oturularak varılan bir uzlaşı değildir. Bu bir anlayış, bir devlet ve iktidar anlayışı olarak algılanmalıdır.
Sonuç gösteriyor ki “dağ fare doğurmuş” tur. İddianame hiçde yaratılan sansasyonlar kadar etkileyici, kapsamlı değildir. Aksine Susurluk davasının bile gerisinde bir görüntü sergilemektedir. Şimdi oturup davanın normal seyrinde ilerleyişine bakacağız hep birlikte. Ne diyelim hayırlısı...
Arzu Kök
İddianeme artık açıklandığına göre mantığı, kanıtları, her daim gündemde olacak ve tartışılacaktır. Ancak şu var ki göründüğü kadarıyla, Ergenekon Operasyonu’nun başından beri, özellikle hükümete yakın basın tarafından öne sürülen, bu davanın bir “Temiz Eller davası” olacağı, “Kontrgerilla ile tarihsel bir hesaplaşma yapılacağı” iddiası boşa çıkmıştır. Zira iddianame, Ergenekon örgütünün hükümeti devirmek için yaptığı ve planladığı eylemlere dayandırılıyor ama devletin hiçbir kurumunu ve görevi başındaki hiçbir devlet yetkilisini kapsamıyor. Mesela Veli Küçük yargılanıyor ama adı Küçük’le birlikte anılan JİTEM iddianamede yer almıyor. Çünkü iddianame; asker, polis, jandarma ve MİT’i, hatta devletin tüm resmi kurumlarını bu soruşturmanın dışında tutmakta ve de “Bu çete organizasyonunun ordu ve MİT içine sızmayı başaramadığı” öne sürülerek, kontrgerilla ve “derin devlet”e ilişkin suçlamaları da geçersiz kılmayı amaçlayan bir nitelik arzetmektedir.
Yani savcılığa göre bu çete, kimi rayından çıkmış emekli subaylar, mafya artıkları ve gözünü hırs bürümüş siyasilerce oluşturulmuş; devletin ordu, MİT gibi kurumlarına sadece sızmaya çalışmıştır! Yoksa savcıya göre bu çete, devlet içinde örgütlenen güçlerin, sivil yaşamı da kapsayan partileri, dernekleri kullanan, emniyet ve jandarma içindeki örgütlenmesinden de güç alarak giriştiği, topluma yön verme, bunun için de hükümeti zorla alaşağı etme amacı da güden bir girişim asla değildir! Cidden ilginç bir bakış açısı doğrusu. Eğer bu operasyon ciddi anlamda bir temiz eller operasyonu olsaydı durum hiç de böyle olmazdı. Birkaç emekli subay, yazar, bilim adamı ile sınırlandırılamazdı. Zira akıl var mantık var bu insanlar arkalarında güvenebilecekleri destekleri olmadan ve yıllarca neye güverek, nasıl bu bahsedilen eylemleri yapabilecek ve de yıllardır yakalanamamış olacaklardı? Gerçek anlamda akıl ve mantık almıyor doğrusu.Görülen anlamıyla Ergenekon, AKP’ye karşı muhalefet eden ve kimi yasadışı araçları ve yolları kullanan bir çete sorununa indirgenmiştir. Bu şekliyle iddianame, “Devlet içinde çeteleşme” merkezli bir dava niteliği taşıyan Susurluk’un bile gerisine düşmüştür. Ki sürekli de bazıları bu davanın Susurluk'un devamı niteliğinde olduğunu söyleyip durdular. Oysa iddianamenin bugünkü hali, bu davanın daha önce devlete hizmet vermiş ama bugün ABD ve yerli egemenlerin dönemsel çıkarları için ayakbağı oluşturmaya başlamış çevrelerin tasfiyesi operasyonu olduğu konusundaki tüm teorileri ispatlar bir nitelik yaşımaktadır. Ve bu haliyle de görüldüğü kadarıyla öyle çok fazla iddiası olan bir iddianame değildir.
Oysa ortaya çıkan bombalar ve onların kullanılışı, Veli Küçük şahsında Susurluk davasından beri süre gelen iddialar, JİTEM ve onun faaliyetleri olarak gösterilen Sapanca-Adapazarı-Düzce üçgenindeki cinayetler, Mehmet Ağar’ın sözünü ettiği “bin operasyon”un açıklığa kavuşturulması soruşturulabilirdi. Yani tam anlamıyla insanların kafalarındaki soru işaretlerini açığa çıkaracak şekilde bir temiz eller operayonu olabilirdi. Ancak çok sığ kalmıştır. Yayınlanan iddianame bu yönde bir atılım içermemektedir. Yazıktır ki savcılık davayı, “AKP’ye karşı bir hükümet darbesi için ortam hazırlama”ya indirgeyip bununla sınırladığı için, “Darbeyi yapacak olanların kim olduğu” hakkında da (bunların bakkal, kasap,yazar, emekli subaylar olamayacağını bilindiği için) net bir açıklama söz konusu değildir.
İddianamede sayılıp dökülenlere bakıldığında savcılığın bir “uzlaşma” üstünden hareket ettiği, bu davanın orduya, emniyete, jandarmaya, MİT’e dokunmadan götürülmesi için çalışıldığı izlenmektedir. Böylece de dava, yaptıkları ve istekleriyle artık eski efendilerini de rahatsız eden, deyim yerindeyse kimi “çizmeyi aşan” kesimleri tasfiye etme amaçlı bir davaya konumuna getirilmiştir. Yalnız sakın yanlış anlaşılmasın bu uzlaşı tabii ki masa başına oturularak varılan bir uzlaşı değildir. Bu bir anlayış, bir devlet ve iktidar anlayışı olarak algılanmalıdır.
Sonuç gösteriyor ki “dağ fare doğurmuş” tur. İddianame hiçde yaratılan sansasyonlar kadar etkileyici, kapsamlı değildir. Aksine Susurluk davasının bile gerisinde bir görüntü sergilemektedir. Şimdi oturup davanın normal seyrinde ilerleyişine bakacağız hep birlikte. Ne diyelim hayırlısı...
Arzu Kök
YA SEV YA TERK ET
Türkiye'de üniversite öğrencilerinin % 73'ü TC'yi beğenmiyor ve bir şekilde yurtdışında çalışmak ve yaşamak istiyor. Ancak bakıldığında yurtdışında öğrenim gören öğrencilerimizin durumunun daha da karanlık olduğu da görünen bir gerçektir. Onların da %77'si Türkiye'ye asla geri dönmek istemiyor. Ellerinde olsa, mezuniyetten sonra Amerika Birleşik Devletleri veya Batı Avrupa'da çalışıp orada yaşayacaklar. Aralarında tabii ki vatan aşkıyla yanıp geri dönenler var ama onların durumu da pek parlak durumda değil. Zira söylendiğine göre bunların büyük bir kısmı "yeterince verimli çalıştırılmamaktan" dolayı "beyin küsmesi"ne uğruyormuş. Beyin küsmesinin anlamını merak edenler için açıklayayım. Bu kişinin kendi kendine "Lanet olsun, keşke salaklık edip dönmeseydim" diyor olmasının bilimsel tarifidir.
Bu dehşet verici bilgiler Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından yayımlanan "Türkiye'de Araştırma Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?" adlı araştırmanın özetinden alınmadır. Araştırma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi (TEKAM) Müdürü Prof. Dr. Muammer Kaya tarafından yapılmış. Konu "beyin göçü" ama sorun aslında çok daha büyük. Zira Türkiye'deki kaliteli üniversitelerden mezun olanların çoğunluğu "Hadi bana eyvallah deyip" yabancı ülkelerde çalışmaya gidiyormuş bu araştırmaya göre. TİSK araştırma sonuçlarında diyor ki Türkiye; "Maalesef ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59'unu kaybetmektedir."
1981-2000 yılları arasında ki ABD'ye ve OECD ülkelerine göç eden 25 yaş üstü Türklerin durumuna baktığımız taktirde bunların büyük bölümünün yüksek eğitimli olduğunu görürüz. Yani ABD'ye giden 65.000 ve OECD ülkelerine göç eden iki milyona yakın Türk'ün yüzde 60'ından fazlası yükseköğrenimli, yani beyinli dediğimiz kesim. Şimdi birileri çıkıp beyinsizleri soracak ama yazık ki araştırmada onlara yönelik bir açıklama yok. Ancak görünen odur ki Batı ülkelerinin vizeler ile ördüğü demir perde yıkıldığı takdirde TC'de yaşlı ve hastalardan başka hiç kimse kalmayacak. Ne dersiniz fena da olmaz hani değil mi? Zira ne İstanbul'da trafik sorunu kalır, ne Ankara'nın susuzluğu kalır, ne tesettür sorunu kalır, ne Güneydoğu sorunu kalır, ne de Türkiye'nin batılılaşma sorunu kalır. Yani hepsi bir defa da halledilmiş olur. Şimdi bana kızdığınızın farkındayım. Evet saçmaladım az biraz, farkındayım. Ama her şey bir tarafa, bu istatistikler Türkiye'nin düzenini mahkum eden, başarısızlığını açığa vuran belgeler değil de nedir? Neden mi? İşte sonuç ortada. Şimdiye kadar iktidara gelen tüm hükümetler yıllardır uğraşa uğraşa çoğunluğunun terk etmek istediği bir ülke yarattılar. Ne mutlu onlara.
Ülkemizde sürekli sayıları artan ancak verilen eğitimin işgücü piyasasının ihtiyaçlarına uyumlu olmaması nedeniyle birçok alanda "istihdam edilebilir" nitelikte olmayan, bol sayıda diplomalı işsiz mezun ediliyor. Bunlar arasından en nitelikli durumda olanlar ise yabancı ülkelere gitmekte, oralarda çalışmaktadır. Yani bedavaya beyin ihracatı yapıyoruz. Şöyle bir bakarsak ülkemizde profesyonel bir sporcu, sanatçı ya da yönetici milyonlarca dolara transfer edilirken gerçek anlamda nitelikli insanlarımız bedavaya transfer ediliyorlar.
Beyin göçünün Türkiye'ye ekonomik maliyeti ise yıllık 2-2.5 milyar doları bulmaktadır. Bu maliyetin azalması için de politika ve altyapıda uygun şartlar yaratılmalıdır. Tersine beyin göçü ancak bu şekilde sağlanabilecektir. Aksi halde ülke her yönden kaybetmeye devam edecektir.Pek çok ülke kendilerine doğru akan nitelikli beyin göçü sağlamak amacıyla onlara pek çok cazip teklifle gitmektedir. Örneğin ABD "olağanüstü araştırmacılara" her yıl 135 bin H1-B vizesi veriyor. ABD'ye göç eden nitelikli göçmenlerin Amerikan ekonomisine katkısının kişi başına yıllık 150 bin dolar düzeyinde olduğu da bilinen bir gerçektir. Durum böyle iken Türkiye elindeki cevherleri sürekli kaybediyor.
Sonuç olarak ülkemizde 90 civarı Üniversite vardır. Ancak üniversiteler açılırken insan gücünün planlanması ve ihtiyaç analizleri yapılmamaktadır. Buna rağmen de sürekli yeni yeni üniversiteler açılmaktadır. Üstelik bu üniversiteler yeterli alt yapı ve nitelikli öğretim elemanlarına sahip olmadan açılmaktadır. Bu ise üniversitelerin sadece siyasi amaçlarla kurulduğunu göstermektedir. Zira bu şekilde kurulan üniversiteler diplomalı işsizler ordusunu giderek büyütmekte ve beyin göçünü de hızlandırmaktadır.
Bu durum ise ülkemizde büyük bir beyin erozyonuna dönüşme aşamasındadır. ve unutulmamalıdır ki beyin göçü dünyada bugün geri kalmışlıkla özdeşleşen bir durumdur. Durum böyle iken de birileri çıkıp ülkemizin ne kadar gelişip büyüdüğünden bahsedip durmasın. Zira öyle olsaydı beyin göçü en az seviyede olurdu ve insanlar bu ülkeyi terk etmek istemezdi.
Arzu Kök
Bu dehşet verici bilgiler Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından yayımlanan "Türkiye'de Araştırma Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?" adlı araştırmanın özetinden alınmadır. Araştırma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi (TEKAM) Müdürü Prof. Dr. Muammer Kaya tarafından yapılmış. Konu "beyin göçü" ama sorun aslında çok daha büyük. Zira Türkiye'deki kaliteli üniversitelerden mezun olanların çoğunluğu "Hadi bana eyvallah deyip" yabancı ülkelerde çalışmaya gidiyormuş bu araştırmaya göre. TİSK araştırma sonuçlarında diyor ki Türkiye; "Maalesef ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59'unu kaybetmektedir."
1981-2000 yılları arasında ki ABD'ye ve OECD ülkelerine göç eden 25 yaş üstü Türklerin durumuna baktığımız taktirde bunların büyük bölümünün yüksek eğitimli olduğunu görürüz. Yani ABD'ye giden 65.000 ve OECD ülkelerine göç eden iki milyona yakın Türk'ün yüzde 60'ından fazlası yükseköğrenimli, yani beyinli dediğimiz kesim. Şimdi birileri çıkıp beyinsizleri soracak ama yazık ki araştırmada onlara yönelik bir açıklama yok. Ancak görünen odur ki Batı ülkelerinin vizeler ile ördüğü demir perde yıkıldığı takdirde TC'de yaşlı ve hastalardan başka hiç kimse kalmayacak. Ne dersiniz fena da olmaz hani değil mi? Zira ne İstanbul'da trafik sorunu kalır, ne Ankara'nın susuzluğu kalır, ne tesettür sorunu kalır, ne Güneydoğu sorunu kalır, ne de Türkiye'nin batılılaşma sorunu kalır. Yani hepsi bir defa da halledilmiş olur. Şimdi bana kızdığınızın farkındayım. Evet saçmaladım az biraz, farkındayım. Ama her şey bir tarafa, bu istatistikler Türkiye'nin düzenini mahkum eden, başarısızlığını açığa vuran belgeler değil de nedir? Neden mi? İşte sonuç ortada. Şimdiye kadar iktidara gelen tüm hükümetler yıllardır uğraşa uğraşa çoğunluğunun terk etmek istediği bir ülke yarattılar. Ne mutlu onlara.
Ülkemizde sürekli sayıları artan ancak verilen eğitimin işgücü piyasasının ihtiyaçlarına uyumlu olmaması nedeniyle birçok alanda "istihdam edilebilir" nitelikte olmayan, bol sayıda diplomalı işsiz mezun ediliyor. Bunlar arasından en nitelikli durumda olanlar ise yabancı ülkelere gitmekte, oralarda çalışmaktadır. Yani bedavaya beyin ihracatı yapıyoruz. Şöyle bir bakarsak ülkemizde profesyonel bir sporcu, sanatçı ya da yönetici milyonlarca dolara transfer edilirken gerçek anlamda nitelikli insanlarımız bedavaya transfer ediliyorlar.
Beyin göçünün Türkiye'ye ekonomik maliyeti ise yıllık 2-2.5 milyar doları bulmaktadır. Bu maliyetin azalması için de politika ve altyapıda uygun şartlar yaratılmalıdır. Tersine beyin göçü ancak bu şekilde sağlanabilecektir. Aksi halde ülke her yönden kaybetmeye devam edecektir.Pek çok ülke kendilerine doğru akan nitelikli beyin göçü sağlamak amacıyla onlara pek çok cazip teklifle gitmektedir. Örneğin ABD "olağanüstü araştırmacılara" her yıl 135 bin H1-B vizesi veriyor. ABD'ye göç eden nitelikli göçmenlerin Amerikan ekonomisine katkısının kişi başına yıllık 150 bin dolar düzeyinde olduğu da bilinen bir gerçektir. Durum böyle iken Türkiye elindeki cevherleri sürekli kaybediyor.
Sonuç olarak ülkemizde 90 civarı Üniversite vardır. Ancak üniversiteler açılırken insan gücünün planlanması ve ihtiyaç analizleri yapılmamaktadır. Buna rağmen de sürekli yeni yeni üniversiteler açılmaktadır. Üstelik bu üniversiteler yeterli alt yapı ve nitelikli öğretim elemanlarına sahip olmadan açılmaktadır. Bu ise üniversitelerin sadece siyasi amaçlarla kurulduğunu göstermektedir. Zira bu şekilde kurulan üniversiteler diplomalı işsizler ordusunu giderek büyütmekte ve beyin göçünü de hızlandırmaktadır.
Bu durum ise ülkemizde büyük bir beyin erozyonuna dönüşme aşamasındadır. ve unutulmamalıdır ki beyin göçü dünyada bugün geri kalmışlıkla özdeşleşen bir durumdur. Durum böyle iken de birileri çıkıp ülkemizin ne kadar gelişip büyüdüğünden bahsedip durmasın. Zira öyle olsaydı beyin göçü en az seviyede olurdu ve insanlar bu ülkeyi terk etmek istemezdi.
Arzu Kök
27 Temmuz 2008 Pazar
DEMOKRATİK MÜCADELE
Ergenekon davası, sadece bir örgüt davası gibi gösterilse de aslında çok daha büyük bir anlam taşıyor. Bu davanın temelinde “cumhuriyet mi demokrasi mi” tartışması bulunmakta ne yazık ki. Halkın 1946’dan bu yana cumhuriyetin kazanımlarını yıpratma ihtimali olan muhafazakâr partilere oy vermesi, “cumhuriyeti kurtarma” fikrinin canlı kalmasını sağlayan bir etken olmuştur. Ve cumhuriyeti demokrasi içinde korumaktan umudunu kesenler için askeri müdahaleler bir sığınma alanı konumuna geldi. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından demokratik ve ilerici bir anayasa yapılması, sol hareketlerin bu ihtilalin ardından güç kazanıp toplumu etkilemeleri söz konusu oldu. aslında oluşumları gereği askeri darbelere en fazla karşı olması gereken sol çevreler için de ihtilaller bir çıkış gibi görünür hale geldi. Zira bugün bile kendisini sol olarak niteleyen kimi çevrelerin “cumhuriyet için demokrasiden feragat etme” fikriyle bir kavram kargaşası etkisindedirler.
Öyle bir durum söz konusudur ki “Boş ver demokrasiyi, yeter ki vatanımız şeriatın eline düşmesin, bölünmesin” fikri neredeyse tüm bireylerin kafasında yer etmiş durumda. Oysa siyasi iktidardan kuşku duyduğumuz ama onu sandıkta yenemediğimiz zaman askeri göreve çağırmak demokrasiye duyulan inançsızlık değil de nedir? Her canımız yandığında "Asker göreve" diye bağırıyoruz bir çoğumuz. Ancak demokratik yollardan çözüm aramak, bu uğurda çalışan sivil toplum örgütleriyle iç içe çalışmaktan da imtina ediyoruz devamlı. Yani pek çoğumuz istiyoruz ki hem herşey istediğimiz gibi olsun hem de biz hiç yorulmayalım. Bir süreliğine demokrasiden de feragat ederiz, yeter ki olaylar bizim istediğimiz güzargaha girsin düşüncesi taşıyor birçogumuz. Ancak bu yaklaşım hem bize hem de ülkemize zarar verecektir.
Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği, muhafazakâr ve sağ partilerin sürekli olarak “dini” temalar ve cemaatlerle en azından dirsek temasında bulunduğu bir ortamda yaşıyor oluşumuz da aslında demokrasiyle ilgili kuşkuları besleyen bir başka etken durumundadır. AKP hükümeti ise toplumun kafasından bu kuşkuları gidermek adına çok güçlü imkanlara ve desteklere sahip olmasına rağmen ısrarla bunu yapmaktan kaçınmıştır. Israrla bir kargaşa ortamı yaratmaya çalışmıştır. Şimdi gerçek anlamda birşeyler yapmak isteyenlere düşen görev askeri göreve çağırmak değildir. Yapmaları gereken şey; AKP’nin “sahte demokrat”, “takıyyeci” olduğuna, “gizli bir gündemle ülkeyi geriye götürmek istediğine” inananların örgütlenmesi, siyasete girmesi, AKP ve devamı olan siyasetleri “sandıkta yenmek” için çalışması olacaktır. Bu yaklaşım ise “hem cumhuriyeti hem demokrasi” yi istemenin ve ikisinin de bir arada olabileceğine inanmanın da gösterdiği yoldur.
Sürekli demokrasiden dem vuranlar, Cumhuriyet kazanımlarının öneminden bahsedenler askeri göreve çağırmaya devam ededururlarken AKP eski Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener partisinden istifa etmiş ve "Yeni Oluşum Hareketi" adında bir parti kurmaya başlamıştı bile. yalnız bu olaylar olagelirken ilgimi çeken bazı noktalara da değinmeden geçmek istemiyorum açıkçası. Örneğin Şener AKP MYK üyeliğinden ayrılırken Başbakan tarafından bile medeni bir şekilde uğrlandı. Aslında özellikle yeni bir parti kurmak adına partisinden ayrılan için böylesine bir uğurlama görmedim, görmedik desem yeridir. Zira bu şekilde yolları ayrılanlar genelde kanlı bıçaklı olurlar. Ama burada tam tersi oldu.. Başbakan söz vermiş, Şener MYK toplantısında bir konuşma yaparak arkadaşlarına veda etmiş..Ne kadar güzel değil mi? Başbakan dert etmiyor, normal karşılıyor.. Peki diğer taraftan Şener'i karalamaya çalışan AKP'li demokrat(!) arkadaşlara ne oluyor?
Aslına bakarsanız Şener’in bu çıkışı, Türkiye'de oturtulmaya çalışılan yeni moda demokrasi anlayışıyla hiçbir uyuşma göstermiyor. Zira yeni anlayışımız demokrasinin sadece AKP için var olduğudur. Bu nedenledir ki AKP’yi destekleyenlere demokrat(!) deniliyor.. AKP’ye bir vesileyle karşı duruş sergilediğiniz anda da darbeci, otoriter rejim sevdalısı falan olarak damgalanıyorsunuz. Şener AKP'den neden ayrıldığını da açık yüreklilikle açıklamalıdır. AKP rotasından mı şaştı şaştıysa niye şaştı, anlatmalıdır. Ayrıca yeni oluşum dediği hareketin AKP’den temel farkını da ortaya koymalıdır. Sadece merkez sağda boşluk var, insanlar yeni bir hareket bekliyor demekle olmayacaktır bu işler. Zira açık olmaması pek çok yakıştırmayı da beraberinde getirecektir. Zira İlk gövde gösterisini Şener Milli Görüş’ün kalesi Konya’da yapması bile çok şeyin değişmeyeceğinin göstergesi olarak yansımaktadır.
Ancak her ne olursa demokratik bir mücadele yolunu seçmiştir Şener. Şimdi gerçek anlamda demokrasi isteyen, Cumhuriyet kazanımlarını elde tutmaya and içmiş kesimin de demokratik yollarla bir araya gelmesi ve mücadeleye başlaması gerekmektedir. Zira en büyük başarı demokratik yollarla ülkeyi tüm çirkinliklerden kurtarmak olacaktır....
ARZU KÖK
Öyle bir durum söz konusudur ki “Boş ver demokrasiyi, yeter ki vatanımız şeriatın eline düşmesin, bölünmesin” fikri neredeyse tüm bireylerin kafasında yer etmiş durumda. Oysa siyasi iktidardan kuşku duyduğumuz ama onu sandıkta yenemediğimiz zaman askeri göreve çağırmak demokrasiye duyulan inançsızlık değil de nedir? Her canımız yandığında "Asker göreve" diye bağırıyoruz bir çoğumuz. Ancak demokratik yollardan çözüm aramak, bu uğurda çalışan sivil toplum örgütleriyle iç içe çalışmaktan da imtina ediyoruz devamlı. Yani pek çoğumuz istiyoruz ki hem herşey istediğimiz gibi olsun hem de biz hiç yorulmayalım. Bir süreliğine demokrasiden de feragat ederiz, yeter ki olaylar bizim istediğimiz güzargaha girsin düşüncesi taşıyor birçogumuz. Ancak bu yaklaşım hem bize hem de ülkemize zarar verecektir.
Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği, muhafazakâr ve sağ partilerin sürekli olarak “dini” temalar ve cemaatlerle en azından dirsek temasında bulunduğu bir ortamda yaşıyor oluşumuz da aslında demokrasiyle ilgili kuşkuları besleyen bir başka etken durumundadır. AKP hükümeti ise toplumun kafasından bu kuşkuları gidermek adına çok güçlü imkanlara ve desteklere sahip olmasına rağmen ısrarla bunu yapmaktan kaçınmıştır. Israrla bir kargaşa ortamı yaratmaya çalışmıştır. Şimdi gerçek anlamda birşeyler yapmak isteyenlere düşen görev askeri göreve çağırmak değildir. Yapmaları gereken şey; AKP’nin “sahte demokrat”, “takıyyeci” olduğuna, “gizli bir gündemle ülkeyi geriye götürmek istediğine” inananların örgütlenmesi, siyasete girmesi, AKP ve devamı olan siyasetleri “sandıkta yenmek” için çalışması olacaktır. Bu yaklaşım ise “hem cumhuriyeti hem demokrasi” yi istemenin ve ikisinin de bir arada olabileceğine inanmanın da gösterdiği yoldur.
Sürekli demokrasiden dem vuranlar, Cumhuriyet kazanımlarının öneminden bahsedenler askeri göreve çağırmaya devam ededururlarken AKP eski Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener partisinden istifa etmiş ve "Yeni Oluşum Hareketi" adında bir parti kurmaya başlamıştı bile. yalnız bu olaylar olagelirken ilgimi çeken bazı noktalara da değinmeden geçmek istemiyorum açıkçası. Örneğin Şener AKP MYK üyeliğinden ayrılırken Başbakan tarafından bile medeni bir şekilde uğrlandı. Aslında özellikle yeni bir parti kurmak adına partisinden ayrılan için böylesine bir uğurlama görmedim, görmedik desem yeridir. Zira bu şekilde yolları ayrılanlar genelde kanlı bıçaklı olurlar. Ama burada tam tersi oldu.. Başbakan söz vermiş, Şener MYK toplantısında bir konuşma yaparak arkadaşlarına veda etmiş..Ne kadar güzel değil mi? Başbakan dert etmiyor, normal karşılıyor.. Peki diğer taraftan Şener'i karalamaya çalışan AKP'li demokrat(!) arkadaşlara ne oluyor?
Aslına bakarsanız Şener’in bu çıkışı, Türkiye'de oturtulmaya çalışılan yeni moda demokrasi anlayışıyla hiçbir uyuşma göstermiyor. Zira yeni anlayışımız demokrasinin sadece AKP için var olduğudur. Bu nedenledir ki AKP’yi destekleyenlere demokrat(!) deniliyor.. AKP’ye bir vesileyle karşı duruş sergilediğiniz anda da darbeci, otoriter rejim sevdalısı falan olarak damgalanıyorsunuz. Şener AKP'den neden ayrıldığını da açık yüreklilikle açıklamalıdır. AKP rotasından mı şaştı şaştıysa niye şaştı, anlatmalıdır. Ayrıca yeni oluşum dediği hareketin AKP’den temel farkını da ortaya koymalıdır. Sadece merkez sağda boşluk var, insanlar yeni bir hareket bekliyor demekle olmayacaktır bu işler. Zira açık olmaması pek çok yakıştırmayı da beraberinde getirecektir. Zira İlk gövde gösterisini Şener Milli Görüş’ün kalesi Konya’da yapması bile çok şeyin değişmeyeceğinin göstergesi olarak yansımaktadır.
Ancak her ne olursa demokratik bir mücadele yolunu seçmiştir Şener. Şimdi gerçek anlamda demokrasi isteyen, Cumhuriyet kazanımlarını elde tutmaya and içmiş kesimin de demokratik yollarla bir araya gelmesi ve mücadeleye başlaması gerekmektedir. Zira en büyük başarı demokratik yollarla ülkeyi tüm çirkinliklerden kurtarmak olacaktır....
ARZU KÖK
AYDIN OLMAK
‘Aydın olmak nedir?’ Aydın, entelektüel,……….v.b. türünde pek çok kavram var. Peki entelektüelin karşılığı aydın mıdır, yoksa ‘aydın’ a ayrı bir anlam mı yüklenmelidir. Hep ‘entel takılıyor’ yada ‘entellik etme’ sözleriyle insanlara aşağılayıcı bir tavır edasıyla yaklaşıyoruz da ‘aydın’ denildiğinde durup düşünüyoruz. Örneğin hiç kimseye ‘aydın takılıyor’ demiyoruz. Kimdir bu aydın?
Düşünce ve beyin çabası gösteren,zihinsel bir işle iştigal eden yada kafasıyla, fikirleriyle aydınlatma işlevini görev edinen midir? Yaygın tanım ‘aydın düşünce emekçisidir’ der. Peki tanım buysa bunun içerisine çok geniş bir kesim girmez mi? Mesela bilim, felsefe, edebiyat ve sanat yaratıcıları ve de tüm beyaz gömlekliler girer (bürokrat, mühendis, teknisyen, memur). Peki bunlar düşünce üretenler mi, yoksa üretilen düşüncenin yönetici ve yayıcıları mıdırlar?İkincisi demek daha uygun olacaktır. Zira bence aydın; düşüncelerini kendisi üretebildiği gibi, onları insanları aydınlatmak uğruna kullanan ve savaşandır. Tanımı böyle yaparsak ta bahsettiğimiz kesim daralır, küçülür. Bu durumda da aydın, kafası ve düşünceleriyle toplumu değiştirmeye çalışan insan olarak tanımlanacaktır. Yani ‘yenilikçi’ ve ‘aydınlatıcı’..
Barış ve insanlık düşmanı güçlerin sevinç çığlıkları attıkları bir dönemde, insanlığın geleceğine sahip çıkma sorumluluğunu üstlenen, onurlu, inatçı ve özverili bir insandır aydın. Ancak yaşamla mücadele ederken, bunu güç araçlarıyla değil, tartışarak yapar. Onun silahları; kişisel bilgileri, yetisi ve inançlarıdır. Aydın bütüne ait bir parça olmaya güçlükle razı olur ve bunu yaparken de hevesinden değil, sadece ve sadece zorunluluktan yapar. Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil. Ve kuşkusuz kendisini de bunlar arasına koyar… Olması gerekendir bu bir bakıma. Zira aydın, olayları ve düşüncelerini açıkça yazabilmek isteyendir, bu yolda mücadele verendir. ’Aydınlatma’ görevi onlara ayrı bir misyon yükler. Bu nedenle de siyasi iktidarların disiplin adı altında düşüncelerine sansür uygulamalarından hoşlanmazlar. Çünkü böyle bir durumda halka ulaşacak olanın, ’aydınlatma’ işlevinden uzak, siyasi iktidarın öğretilerinin dikte edilmesi olacağının bilincindedir. Bu nedenle disipline karşı çıkar, kişisel inançları için bunlara savaş açarlar. Sansüre uymaz, üzerlerindeki misyon gereği düşüncelerini olduğu gibi ifade ederler. Sonuç mu? Hapisler,gözaltılar….. Peki bunlardan sonra pes mi etmelidir aydın? Hayırrrr!...... Gerçek aydın, misyonuna duyduğu inançla bunlara boyun eğmemelidir. Ne olursa olsun… Aksi halde misyonunun yüklediği sorumlulukları yerine getirmeyen aydınlara gün gelecek halk cezasını en ağır şekilde verecektir.
‘Kah sevecen,kah korkunç maskelerle
Raksa çıkılan bir karnaval fikir hayatımız
Tanımıyoruz…
Nereden geliyorlar? Bilen yok
Firavunlara benziyorlar
Kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara
Ve aydınlarımız…
O meçhul için ehramlara taş taşıyan birer köle
Tarihse hep firavunlardan bahseder
Taşları taşıyanlar onlarmış gibi….’
ARZU KÖK
Düşünce ve beyin çabası gösteren,zihinsel bir işle iştigal eden yada kafasıyla, fikirleriyle aydınlatma işlevini görev edinen midir? Yaygın tanım ‘aydın düşünce emekçisidir’ der. Peki tanım buysa bunun içerisine çok geniş bir kesim girmez mi? Mesela bilim, felsefe, edebiyat ve sanat yaratıcıları ve de tüm beyaz gömlekliler girer (bürokrat, mühendis, teknisyen, memur). Peki bunlar düşünce üretenler mi, yoksa üretilen düşüncenin yönetici ve yayıcıları mıdırlar?İkincisi demek daha uygun olacaktır. Zira bence aydın; düşüncelerini kendisi üretebildiği gibi, onları insanları aydınlatmak uğruna kullanan ve savaşandır. Tanımı böyle yaparsak ta bahsettiğimiz kesim daralır, küçülür. Bu durumda da aydın, kafası ve düşünceleriyle toplumu değiştirmeye çalışan insan olarak tanımlanacaktır. Yani ‘yenilikçi’ ve ‘aydınlatıcı’..
Barış ve insanlık düşmanı güçlerin sevinç çığlıkları attıkları bir dönemde, insanlığın geleceğine sahip çıkma sorumluluğunu üstlenen, onurlu, inatçı ve özverili bir insandır aydın. Ancak yaşamla mücadele ederken, bunu güç araçlarıyla değil, tartışarak yapar. Onun silahları; kişisel bilgileri, yetisi ve inançlarıdır. Aydın bütüne ait bir parça olmaya güçlükle razı olur ve bunu yaparken de hevesinden değil, sadece ve sadece zorunluluktan yapar. Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil. Ve kuşkusuz kendisini de bunlar arasına koyar… Olması gerekendir bu bir bakıma. Zira aydın, olayları ve düşüncelerini açıkça yazabilmek isteyendir, bu yolda mücadele verendir. ’Aydınlatma’ görevi onlara ayrı bir misyon yükler. Bu nedenle de siyasi iktidarların disiplin adı altında düşüncelerine sansür uygulamalarından hoşlanmazlar. Çünkü böyle bir durumda halka ulaşacak olanın, ’aydınlatma’ işlevinden uzak, siyasi iktidarın öğretilerinin dikte edilmesi olacağının bilincindedir. Bu nedenle disipline karşı çıkar, kişisel inançları için bunlara savaş açarlar. Sansüre uymaz, üzerlerindeki misyon gereği düşüncelerini olduğu gibi ifade ederler. Sonuç mu? Hapisler,gözaltılar….. Peki bunlardan sonra pes mi etmelidir aydın? Hayırrrr!...... Gerçek aydın, misyonuna duyduğu inançla bunlara boyun eğmemelidir. Ne olursa olsun… Aksi halde misyonunun yüklediği sorumlulukları yerine getirmeyen aydınlara gün gelecek halk cezasını en ağır şekilde verecektir.
‘Kah sevecen,kah korkunç maskelerle
Raksa çıkılan bir karnaval fikir hayatımız
Tanımıyoruz…
Nereden geliyorlar? Bilen yok
Firavunlara benziyorlar
Kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara
Ve aydınlarımız…
O meçhul için ehramlara taş taşıyan birer köle
Tarihse hep firavunlardan bahseder
Taşları taşıyanlar onlarmış gibi….’
ARZU KÖK
BAKALIMM NELER OLACAK
45 devlet üniversitesine yeni rektör atanacak. Ayrıca 10 kadar vakıf üniversitesine de yeni rektörler gelecek. Yani bir anlamda ülkemizde bulunan üniversitesitelerin bir çoğunun kaderi tayin edilmiş olacak. Neden mi kaderini tayin edecek? Çünkü rektör seçimi sadece üniversiteyi kimin yöneteceğinin yapıldığı bir seçim değildir. Türkiye’de rektörler yürürlükteki yasanın onlara çok geniş yetkiler vermesinin de getirdiği imkanla bu işlevlerinin dışında ve yaşam tarzımızı etkileyebilecek kadar önemli olabilir haldeler.
Yani yeni seçilecek rektörler, YÖK yasasının emrettiği gibi;
"ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı" kuşaklar yetiştirecek, böylece de ülkenin geleceğini Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip gençlere emanet edecek, yahut da siyasi yapının beklentilerine yanıt verme çabası içerisinde olacak.
Ancak yazıktır ki gelen sinyaller hiç de iç açıcı değil. YÖK tarihinde görülmedik siyasi baskıların söz konusu olduğu gündemde. YÖK tarihinde böyle bir duruma asla düşmemişti. Ancak izlediğimiz kadarıyla gelinen nokta bu. Daha önce bir yazımda yakında YÖK seçimlerinin yapılacağını bu anlamda da herkesin dikkatli olması gerektiğini ve üniversitelerin başına iktidara yakın isimlerin getirilmeye çalışıldığını ifade etmiştim. Ancak bazı eleştiriler oldu. Böyle bir şeye özellikle bu ortamda hükümetin cesater edemeyeceği savunuldu. ancak görünen manzara odur ki olanlar olmuş ve isimler YÖK'e tek tek dayatılmış. Neden mi böyle gözlemliyoruz olayı; gayet basit. Özellikle türbana karşı olan Uludağ ve Dicle Üniversitelerinde en çok oyu alan iki kadın rektör adayıyla, Gazi ve Cumhuriyet Üniversitelerinden ilk sıradaki adayların listede olmaması yeterli bir gözlem değil de nedir? Ki YÖK'ün bu isimleri veto etmesi bazı çevrelerce büyük memnuniyetle de karşılandı.
Yazık çok yazık. Zira gönül istiyor ki hiç değilse üniversite denilince akla bilim gelsin. Bilimin önceliği ile hareket edilsin. Ama nerdeeeeeeeeee!.... Türkiye öyle bir ülke durumuna geldi ki "Dağdaki çobanla benim oyum aynı mı olacak?" diyen bir manken hanım demokrasi adına eleştiriliyor ama üniversite öğretim üyelerinin yaptığı seçim hiçe sayılınca kimsenin sesi çıkmıyor. Nedense bu durum hakkında kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Yazık ki Türkiye öyle bir duruma getirildi ki bilimsel çalışmalarıyla öne çıkmış liyakatli rektör atamaktansa türbana izin verecek rektör atamayı destur ediniyor. Bu sayede YÖK’ten sonra Üniversitelerarası Kurul’da da çoğunluk açık ara iktidarın eline geçecek. geçecek de ne olacak? Başbakan Erdoğan’ın sık sık eleştirdiği tabloyu tersine çevirmek için mi? Yani Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi arasına daha çok Türk üniversitesi sokmak için mi? Keşke cevap EVET olabilseydi. Ama evet demek o kadar zor ki! Şu ana kadarki göstergeler, tek amacın kadrolaşma olduğunu gösteriyor. Hatta bu nedenledir ki zamanı geldiği halde dekan ve akademik personel atamaları bile uzun süredir yapılmıyor.
Eğer üniversitede akıl ve sağduyu, gözü kara bir kadrolaşmayı yenemeyecekse, nerede yenecek? Bilemiyoruz doğrusu. İşte bu nedenledir ki, YÖK’ün yaptığı yanlışın Çankaya’dan dönmesini umuyoruz. Zira "laik cumhuriyeti korumaya" yemin etmişti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Ve bu anlamda da tarafsızlığını yitirmemelidir. Aksi halde kokmayan bir tuzumuz kalmıştı, onu da kokutacaklar. Bakalım neler olacak?
ARZU KÖK
Yani yeni seçilecek rektörler, YÖK yasasının emrettiği gibi;
"ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı" kuşaklar yetiştirecek, böylece de ülkenin geleceğini Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip gençlere emanet edecek, yahut da siyasi yapının beklentilerine yanıt verme çabası içerisinde olacak.
Ancak yazıktır ki gelen sinyaller hiç de iç açıcı değil. YÖK tarihinde görülmedik siyasi baskıların söz konusu olduğu gündemde. YÖK tarihinde böyle bir duruma asla düşmemişti. Ancak izlediğimiz kadarıyla gelinen nokta bu. Daha önce bir yazımda yakında YÖK seçimlerinin yapılacağını bu anlamda da herkesin dikkatli olması gerektiğini ve üniversitelerin başına iktidara yakın isimlerin getirilmeye çalışıldığını ifade etmiştim. Ancak bazı eleştiriler oldu. Böyle bir şeye özellikle bu ortamda hükümetin cesater edemeyeceği savunuldu. ancak görünen manzara odur ki olanlar olmuş ve isimler YÖK'e tek tek dayatılmış. Neden mi böyle gözlemliyoruz olayı; gayet basit. Özellikle türbana karşı olan Uludağ ve Dicle Üniversitelerinde en çok oyu alan iki kadın rektör adayıyla, Gazi ve Cumhuriyet Üniversitelerinden ilk sıradaki adayların listede olmaması yeterli bir gözlem değil de nedir? Ki YÖK'ün bu isimleri veto etmesi bazı çevrelerce büyük memnuniyetle de karşılandı.
Yazık çok yazık. Zira gönül istiyor ki hiç değilse üniversite denilince akla bilim gelsin. Bilimin önceliği ile hareket edilsin. Ama nerdeeeeeeeeee!.... Türkiye öyle bir ülke durumuna geldi ki "Dağdaki çobanla benim oyum aynı mı olacak?" diyen bir manken hanım demokrasi adına eleştiriliyor ama üniversite öğretim üyelerinin yaptığı seçim hiçe sayılınca kimsenin sesi çıkmıyor. Nedense bu durum hakkında kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Yazık ki Türkiye öyle bir duruma getirildi ki bilimsel çalışmalarıyla öne çıkmış liyakatli rektör atamaktansa türbana izin verecek rektör atamayı destur ediniyor. Bu sayede YÖK’ten sonra Üniversitelerarası Kurul’da da çoğunluk açık ara iktidarın eline geçecek. geçecek de ne olacak? Başbakan Erdoğan’ın sık sık eleştirdiği tabloyu tersine çevirmek için mi? Yani Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi arasına daha çok Türk üniversitesi sokmak için mi? Keşke cevap EVET olabilseydi. Ama evet demek o kadar zor ki! Şu ana kadarki göstergeler, tek amacın kadrolaşma olduğunu gösteriyor. Hatta bu nedenledir ki zamanı geldiği halde dekan ve akademik personel atamaları bile uzun süredir yapılmıyor.
Eğer üniversitede akıl ve sağduyu, gözü kara bir kadrolaşmayı yenemeyecekse, nerede yenecek? Bilemiyoruz doğrusu. İşte bu nedenledir ki, YÖK’ün yaptığı yanlışın Çankaya’dan dönmesini umuyoruz. Zira "laik cumhuriyeti korumaya" yemin etmişti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Ve bu anlamda da tarafsızlığını yitirmemelidir. Aksi halde kokmayan bir tuzumuz kalmıştı, onu da kokutacaklar. Bakalım neler olacak?
ARZU KÖK
YIKIN ODTÜ'YÜ
"ODTÜ'yle sık sık sorunlar yaşayan Büyükşehir Belediyesi "uygulama imar planı, yapı ruhsatı ve iskan belgesi bulunmadığı" gerekçesiyle ODTÜ'ye 2 milyon YTL'ye yakın ceza kesti. "
Bilindiği gibi ODTÜ rektörü Ural Akbulut Ankara Büyükşehir Başkanı Melih Gökçek'i Eymir'in devri, amblem ve Kızılırmak suyu konusunda çok sert biçimde eleştirmişti. Doğruları olduğu gibi tüm yalınlığıyla ifade etmeyi, yanlışı eleştirmekten karkmamayı şiar edinmiş aydın bir Türk bilim insanıdır Ural Akbulut. Ancak yazıktır ki en değerli vasıflar olmasına karşın Türkiye'de bu vasıflar cezayı beraberinde getiren nedenlerin de başında geliyor. Zira öyle olmasaydı yukarıdaki gibi bir karar asla alınmazdı.ODTÜ'nün dev bir arazi üzerine kurulduğunu hatırlatan Akbulut şunları söylüyor: "ODTÜ kampüsü kaç yıldır şu an bulunduğu alanda, Melih Gökçek kaç yıldır belediye başkanlığı yapıyor. Sanki yeni bir yapı varmış gibi bu uygulamayı neden şimdi yapıyor Melih Bey'e sormak lazım. İmar çalışmalarını Çankaya Belediyesi'yle yaptığımız ve onlarla sorun yaşadığı için yapıyor olabilir. Melih Bey ODTÜ'nün imarı olmadığını dün mü öğrenmiş. TBMM'nin de yoktu imarı yakın zamana kadar. Ama temelde şöyle bir yanlışlık var. Biz bir kamu kurumuyuz ve imar yüzünden rant sağlamamız gibi bir durum söz konusu değil. 15 gün içinde nasıl imar alınabilir ki? Sanki aparman dairesinin penceresi eksik, pencere tak diyorsunuz. Türkiye bir hukuk devleti, biz de hakkımızı konuyu yargıya taşıyarak arayacağız."
Ural Bey aslında olaya Belediyeler arası kavga olarak bakmış. Ancak haberi duyan herkesin yaptığı ilk yorum şuydu: "Melih Gökçek Eymir'in devri, Ankara'nın anblemi ve Kızılırmak suyu konularında Ural Akbulut'un yaptığı açıklamalar dolayısıyla intikam alıyor." Aslında bu yorum nedense çok daha mantıklı gibi görünüyor. Zira Melih Gökçek dünkü Belediye Başkanı değil ki, kaç dönemdir bu görevi devam ettiren bir şahsiyet kendileri. Yaklaşık 15 yıllık Belediye Başkanlığı süresince ODTÜ'nün kaçak olduğunu anyamamış, görememiş de eleştiriler artınca mı, veya yerel seçimlere az bir zaman kala mı görebiliyor bunu?
Yılardır kimse anlayamamış, görememiş bunu. Yaaaaaaaaa.... Meğer ODTÜ kaçakmış? Gerekçe 45 binanın imar izninin olmaması. Hangi binalar mı? Mimarlık, Fen Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Eğitim Fakülteleri, Havacılık ve Uzay, Kimya, İnşaat, Bilgisayar, Elektrik ve Elektronik, Çevre, Gıda, Jeoloji, Endüstri, Makine daha onlarca mühendislik bölümü, yüksekokullar ve hatta rektörlük binası. Tabii ayrıca ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi, yemekhane, konukevi, yurtlar, spor merkezi, spor salonu, açık ve kapalı yüzme havuzu, kütüphane, rasathane... Bitti mi dersiniz? Hayır........... Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Büyükşehir kararında çok ciddi. "Ya 2 Trilyon lirayı ödeyin yada yıkacağız" diye diretiyor.
Ural Akbulut'un açıklamalarında değindiği gibi TBMM de bünyesindeki ruhsatsız binalarıyla daha önce gündeme geldi. Çankaya Köşkü de... Belediye Başkanı'nın, Başkanvekili'nin, politikacıların oturduğu Angora Evleri'nin ruhsatı, imarı günlerce tartışma konusu oldu. Kimse sesini çıkarmadı. Bunlar yetmiyormuş gibi bu evlere ekleme yapıldığı iddiaları ayyuka ulaştı yine ses yoktu. Geçenlerde TOKİ Başkanı yaptığı açıklamada: "Mevcut yapıların yarısı kaçak. Kaçak bina sayısı 10 Milyon" dedi. Gerçekten de öyle. Bir hatırlayalım mesela; Başbakan'ın eşiyle birlikte tatil yaptığı otel ruhsatsız, Atatürk'ün Florya Köşkü'ne yapılan milletvekili misafirhanesi ruhsatsız, MNG Holding denizi doldurarak otel yapmaya çalışıyor ses çıkaran yok, tarihi kaya mezarlarının üzerine villa inşa ediliyor sessizliğe devam... Neden? Oysa bunların hepsi de rant amacıyla yapılan kanuna uymayan işlemler. Ozellikle rant sağlayanlara karşı sessiz kalanlar yaklaşık yarım asırsır Başkent'in hatta Türkiye'nin medarı iftiharı olmuş bir üniversiteye karşı seslerini nasıl bu kadar yükseltebiliyorlar hayret doğrusu.
Yıkın ODTÜ' yü Melih Bey yıkın. Başında doğruları söylemekten çekinmeyen, korkmayan bir rektör olan üniversite dünya çapında gurur kaynağımız da olsa yıkın. Hem hiçbir rant sağlamayan kaçağın faydası ne ola ki değil mi? ODTÜ binalarının sağladığı bir rant, bireysel bir fayda var mı? ODTÜ'nün tek suçu yarım asırdır Başkent'in dünya çapında iftiharlarından birisi olması...
ARZU KÖK
Bilindiği gibi ODTÜ rektörü Ural Akbulut Ankara Büyükşehir Başkanı Melih Gökçek'i Eymir'in devri, amblem ve Kızılırmak suyu konusunda çok sert biçimde eleştirmişti. Doğruları olduğu gibi tüm yalınlığıyla ifade etmeyi, yanlışı eleştirmekten karkmamayı şiar edinmiş aydın bir Türk bilim insanıdır Ural Akbulut. Ancak yazıktır ki en değerli vasıflar olmasına karşın Türkiye'de bu vasıflar cezayı beraberinde getiren nedenlerin de başında geliyor. Zira öyle olmasaydı yukarıdaki gibi bir karar asla alınmazdı.ODTÜ'nün dev bir arazi üzerine kurulduğunu hatırlatan Akbulut şunları söylüyor: "ODTÜ kampüsü kaç yıldır şu an bulunduğu alanda, Melih Gökçek kaç yıldır belediye başkanlığı yapıyor. Sanki yeni bir yapı varmış gibi bu uygulamayı neden şimdi yapıyor Melih Bey'e sormak lazım. İmar çalışmalarını Çankaya Belediyesi'yle yaptığımız ve onlarla sorun yaşadığı için yapıyor olabilir. Melih Bey ODTÜ'nün imarı olmadığını dün mü öğrenmiş. TBMM'nin de yoktu imarı yakın zamana kadar. Ama temelde şöyle bir yanlışlık var. Biz bir kamu kurumuyuz ve imar yüzünden rant sağlamamız gibi bir durum söz konusu değil. 15 gün içinde nasıl imar alınabilir ki? Sanki aparman dairesinin penceresi eksik, pencere tak diyorsunuz. Türkiye bir hukuk devleti, biz de hakkımızı konuyu yargıya taşıyarak arayacağız."
Ural Bey aslında olaya Belediyeler arası kavga olarak bakmış. Ancak haberi duyan herkesin yaptığı ilk yorum şuydu: "Melih Gökçek Eymir'in devri, Ankara'nın anblemi ve Kızılırmak suyu konularında Ural Akbulut'un yaptığı açıklamalar dolayısıyla intikam alıyor." Aslında bu yorum nedense çok daha mantıklı gibi görünüyor. Zira Melih Gökçek dünkü Belediye Başkanı değil ki, kaç dönemdir bu görevi devam ettiren bir şahsiyet kendileri. Yaklaşık 15 yıllık Belediye Başkanlığı süresince ODTÜ'nün kaçak olduğunu anyamamış, görememiş de eleştiriler artınca mı, veya yerel seçimlere az bir zaman kala mı görebiliyor bunu?
Yılardır kimse anlayamamış, görememiş bunu. Yaaaaaaaaa.... Meğer ODTÜ kaçakmış? Gerekçe 45 binanın imar izninin olmaması. Hangi binalar mı? Mimarlık, Fen Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Eğitim Fakülteleri, Havacılık ve Uzay, Kimya, İnşaat, Bilgisayar, Elektrik ve Elektronik, Çevre, Gıda, Jeoloji, Endüstri, Makine daha onlarca mühendislik bölümü, yüksekokullar ve hatta rektörlük binası. Tabii ayrıca ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi, yemekhane, konukevi, yurtlar, spor merkezi, spor salonu, açık ve kapalı yüzme havuzu, kütüphane, rasathane... Bitti mi dersiniz? Hayır........... Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Büyükşehir kararında çok ciddi. "Ya 2 Trilyon lirayı ödeyin yada yıkacağız" diye diretiyor.
Ural Akbulut'un açıklamalarında değindiği gibi TBMM de bünyesindeki ruhsatsız binalarıyla daha önce gündeme geldi. Çankaya Köşkü de... Belediye Başkanı'nın, Başkanvekili'nin, politikacıların oturduğu Angora Evleri'nin ruhsatı, imarı günlerce tartışma konusu oldu. Kimse sesini çıkarmadı. Bunlar yetmiyormuş gibi bu evlere ekleme yapıldığı iddiaları ayyuka ulaştı yine ses yoktu. Geçenlerde TOKİ Başkanı yaptığı açıklamada: "Mevcut yapıların yarısı kaçak. Kaçak bina sayısı 10 Milyon" dedi. Gerçekten de öyle. Bir hatırlayalım mesela; Başbakan'ın eşiyle birlikte tatil yaptığı otel ruhsatsız, Atatürk'ün Florya Köşkü'ne yapılan milletvekili misafirhanesi ruhsatsız, MNG Holding denizi doldurarak otel yapmaya çalışıyor ses çıkaran yok, tarihi kaya mezarlarının üzerine villa inşa ediliyor sessizliğe devam... Neden? Oysa bunların hepsi de rant amacıyla yapılan kanuna uymayan işlemler. Ozellikle rant sağlayanlara karşı sessiz kalanlar yaklaşık yarım asırsır Başkent'in hatta Türkiye'nin medarı iftiharı olmuş bir üniversiteye karşı seslerini nasıl bu kadar yükseltebiliyorlar hayret doğrusu.
Yıkın ODTÜ' yü Melih Bey yıkın. Başında doğruları söylemekten çekinmeyen, korkmayan bir rektör olan üniversite dünya çapında gurur kaynağımız da olsa yıkın. Hem hiçbir rant sağlamayan kaçağın faydası ne ola ki değil mi? ODTÜ binalarının sağladığı bir rant, bireysel bir fayda var mı? ODTÜ'nün tek suçu yarım asırdır Başkent'in dünya çapında iftiharlarından birisi olması...
ARZU KÖK
8 Temmuz 2008 Salı
UYANMA ZAMANI
Büyük ulusların tarihinde o ulusları , hatta dünyanın kaderini değiştiren kahramanlar vardır. Bunlar daha çok kriz zamanlarında yaşadıkları uluslar tarafından yaratılırlar. Büyük kahramanlar, ulusların hayati dinamiklerini kendi benliklerinde toplayarak felaket anında yeniden doğuşun mucizesini gösterirler. Onlar adeta özel bir talihle doğmuş, ulusların kaderini yüklenmiş, bu kaderi, bir ‘ulusal sır’ gibi vicdanlarında taşıyan , ’misyon’ sahibi büyük adamlardı.
İşte Atatürk , son çağ Türk ve dünya tarihinde ortaya çıkmış, tarihin akışını değiştirmiş, bir devri kapatıp yenisini açmış bir liderdir. Hiç abartısız denilebilir ki müstesna bir kişiliktir.
Yola çıktığında karşısında parçalanmış bir vatan, yorgun uçurumun kenarında bir ulus vardı. Bu ulusun vicdanında bulunan hürriyet, vatanseverlik ve kahramanlık duygularını çok iyi sezmiş ve harekete geçirmiştir. Böylece de birlik ve beraberliği sağlamıştır. Çok zor şartlarda halkı bir araya getirmeyi başarmış ve mücadeleye başlamışlardır. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla tüm Türk halkını yanına almış, onlarla birlikte savaşmış ve sonunda yeni bir ‘ulusal devlet’ kurmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyeti. Ve bu Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli temel taşı Meclis açılmıştır önce.
Sivas Kongresi’ni yapmadan önce bile kafasında ulusal bir Meclis fikriyle hareket etmiştir. Özellikle İstanbul’un işgali ve 18 Mart 1920’de Osmanlı Parlamentosu çalışmalarını süresiz erteleyerek dağılınca bu fikir kesinlik kazanmıştır. Hemen ertesi gün Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, illere,bağımsız birliklere ve kolordu kumandanlarına bir tamim göndererek Ankara’da yeni meclisin toplanacağını duyurmuştur. Ve bir ay sonra 23 Nisan 1920’de daha sonra adına Türkiye Büyük Millet Meclisi denilecek meclisi toplamıştır.
Daha sonra kendisine ‘Milletvekilliğine aday olacak mısınız?’ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir. ’Ben sırf vatan ve ulusuma böyle bir an, her dakika bütünüyle bedenimi feda etmek amacıyla kutsal mesleğimden ayrılıp ulusun bağrına döndüm. Bunu yaparken sıradan bir ulus bireyi olarak elimden gelen her türlü fedakarlıktan geri kalmamak azmindeyim. Bununla birlikte tümüyle ulusumun genel iradesine boyun eğdim. Eğer ulus beni milletvekili seçme isteği gösterirse seve seve kabul ederim. Fakat kendiliğimden hiçbir fedakarlıkta bulunmam.’
‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.’ demiş ve halkın iradesi dışında hareket etmemiştir. Bu meclis ile birlikte Türk ulusunu daha da ilerilere götürmek, yıkılmış yakılmış ülkeyi yeniden inşa etmek mücadelesine girmiştir. İlke ve inkılaplarını tek tek gerçekleştirmiştir. Bunları yaparken de halktan uzaklaşmamıştır.
Atatürk sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla kalmamıştır.Türkiye Cumhuriyetine şekil veren, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da Türkiye’ yi yaşatan ve yaşatacak olan temel fikir ve prensiplerin sahibi olmuştur. Bu anlamda da büyük bir inkılapçıdır. İnkılapları doğru anlaşılır ise Türkiye Cumhuriyeti her zaman dimdik ayakta durmayı başaracaktır. Zira bir ülke için gerekli her konuda fikir sahibi olabilirsiniz bunlar sayesinde.
2005 yılında Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi ekonomi konusunda Türkiye’ye öneri sunarken şöyle diyor: ’Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk’ü örnek alsa yeter de artar bile. ’ Oysa bizim hükümetlerimiz Atatürk’ü örnek almak dururken, kendilerine dış mihraklardan akıl hocası buluyorlar. Onlar da bunu kaybetmemek adına -Hani Türk halkı uyanır da bizden fikir almayı keser de amaçlarımız yarım kalır- Türkiye’ye ve Türk halkına Atatürk’ü unutturma gayreti içerisine girdiler. Önünde böyle bir örnek varken yeniden ayaklanabilir bu ulus. Böylece de amaçlarına birkez daha ulaşamamış olurlar. Bu nedenle de halka Atatürk'ü unutturmak ve onun değer verdiği kurumları yıpratma çalışmaları hız kazanmış durumdadır. Bu uğurda hoş olmayan ortamlar yaratılmıştır. Ama Türk halkı buna izin vermeyecektir:
‘‘İzmir kurtulmuş, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler…
Trene binerler ve kompartımana çekilirler. Ertesi gün,yaveri Atatürk’ün kompartımanının kapısını çalar. Atatürk yorgun, bitkin bir halde kravatını yıkamaktadır. Yaveri; ’Paşam bu ne hal, hiç uyumadınız herhalde, neden böylesiniz?’ der.
‘Çocuk, kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz, kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık yaptım üşüdüm, uyuyamadım kalktım.’der. Yaveri:
‘Aman Paşam! Birimize haber verseydiniz, hemen size yastık ve battaniye getirirdik.’ der.
Ve bir ülke kurtarmakta yeni dönen tarihi komutan, tarihi bir cevap verir:
‘Geç fark ettim, hepiniz en az benim kadar yorgundunuz, hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyumasıdır.’ der.’’
Gerçekten de bugün rahat uyuyabiliyorsak onun sayesinde. Ülkeyi karanlığa sürüklemek istiyorlar. Atatürk resimlerini kaldırmaya, güneşimizi karartmaya çalışıyorlar. Ancak unuttukları bir şey var. ’Güneş balçıkla sıvanmaz.’ Hiç kolay değil.
Evet Atamız sayesinde bu kadar rahat uyuyoruz ama artık uyanmanın zamanı gelmedi mi? Zira yoksa çok şey kaybedilecek...
ARZU KÖK
İşte Atatürk , son çağ Türk ve dünya tarihinde ortaya çıkmış, tarihin akışını değiştirmiş, bir devri kapatıp yenisini açmış bir liderdir. Hiç abartısız denilebilir ki müstesna bir kişiliktir.
Yola çıktığında karşısında parçalanmış bir vatan, yorgun uçurumun kenarında bir ulus vardı. Bu ulusun vicdanında bulunan hürriyet, vatanseverlik ve kahramanlık duygularını çok iyi sezmiş ve harekete geçirmiştir. Böylece de birlik ve beraberliği sağlamıştır. Çok zor şartlarda halkı bir araya getirmeyi başarmış ve mücadeleye başlamışlardır. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla tüm Türk halkını yanına almış, onlarla birlikte savaşmış ve sonunda yeni bir ‘ulusal devlet’ kurmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyeti. Ve bu Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli temel taşı Meclis açılmıştır önce.
Sivas Kongresi’ni yapmadan önce bile kafasında ulusal bir Meclis fikriyle hareket etmiştir. Özellikle İstanbul’un işgali ve 18 Mart 1920’de Osmanlı Parlamentosu çalışmalarını süresiz erteleyerek dağılınca bu fikir kesinlik kazanmıştır. Hemen ertesi gün Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, illere,bağımsız birliklere ve kolordu kumandanlarına bir tamim göndererek Ankara’da yeni meclisin toplanacağını duyurmuştur. Ve bir ay sonra 23 Nisan 1920’de daha sonra adına Türkiye Büyük Millet Meclisi denilecek meclisi toplamıştır.
Daha sonra kendisine ‘Milletvekilliğine aday olacak mısınız?’ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir. ’Ben sırf vatan ve ulusuma böyle bir an, her dakika bütünüyle bedenimi feda etmek amacıyla kutsal mesleğimden ayrılıp ulusun bağrına döndüm. Bunu yaparken sıradan bir ulus bireyi olarak elimden gelen her türlü fedakarlıktan geri kalmamak azmindeyim. Bununla birlikte tümüyle ulusumun genel iradesine boyun eğdim. Eğer ulus beni milletvekili seçme isteği gösterirse seve seve kabul ederim. Fakat kendiliğimden hiçbir fedakarlıkta bulunmam.’
‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.’ demiş ve halkın iradesi dışında hareket etmemiştir. Bu meclis ile birlikte Türk ulusunu daha da ilerilere götürmek, yıkılmış yakılmış ülkeyi yeniden inşa etmek mücadelesine girmiştir. İlke ve inkılaplarını tek tek gerçekleştirmiştir. Bunları yaparken de halktan uzaklaşmamıştır.
Atatürk sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla kalmamıştır.Türkiye Cumhuriyetine şekil veren, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da Türkiye’ yi yaşatan ve yaşatacak olan temel fikir ve prensiplerin sahibi olmuştur. Bu anlamda da büyük bir inkılapçıdır. İnkılapları doğru anlaşılır ise Türkiye Cumhuriyeti her zaman dimdik ayakta durmayı başaracaktır. Zira bir ülke için gerekli her konuda fikir sahibi olabilirsiniz bunlar sayesinde.
2005 yılında Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi ekonomi konusunda Türkiye’ye öneri sunarken şöyle diyor: ’Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk’ü örnek alsa yeter de artar bile. ’ Oysa bizim hükümetlerimiz Atatürk’ü örnek almak dururken, kendilerine dış mihraklardan akıl hocası buluyorlar. Onlar da bunu kaybetmemek adına -Hani Türk halkı uyanır da bizden fikir almayı keser de amaçlarımız yarım kalır- Türkiye’ye ve Türk halkına Atatürk’ü unutturma gayreti içerisine girdiler. Önünde böyle bir örnek varken yeniden ayaklanabilir bu ulus. Böylece de amaçlarına birkez daha ulaşamamış olurlar. Bu nedenle de halka Atatürk'ü unutturmak ve onun değer verdiği kurumları yıpratma çalışmaları hız kazanmış durumdadır. Bu uğurda hoş olmayan ortamlar yaratılmıştır. Ama Türk halkı buna izin vermeyecektir:
‘‘İzmir kurtulmuş, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler…
Trene binerler ve kompartımana çekilirler. Ertesi gün,yaveri Atatürk’ün kompartımanının kapısını çalar. Atatürk yorgun, bitkin bir halde kravatını yıkamaktadır. Yaveri; ’Paşam bu ne hal, hiç uyumadınız herhalde, neden böylesiniz?’ der.
‘Çocuk, kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz, kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık yaptım üşüdüm, uyuyamadım kalktım.’der. Yaveri:
‘Aman Paşam! Birimize haber verseydiniz, hemen size yastık ve battaniye getirirdik.’ der.
Ve bir ülke kurtarmakta yeni dönen tarihi komutan, tarihi bir cevap verir:
‘Geç fark ettim, hepiniz en az benim kadar yorgundunuz, hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyumasıdır.’ der.’’
Gerçekten de bugün rahat uyuyabiliyorsak onun sayesinde. Ülkeyi karanlığa sürüklemek istiyorlar. Atatürk resimlerini kaldırmaya, güneşimizi karartmaya çalışıyorlar. Ancak unuttukları bir şey var. ’Güneş balçıkla sıvanmaz.’ Hiç kolay değil.
Evet Atamız sayesinde bu kadar rahat uyuyoruz ama artık uyanmanın zamanı gelmedi mi? Zira yoksa çok şey kaybedilecek...
ARZU KÖK
YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR...
Kendimizi kaptırdık, Ergenekon soruşturması ve AKP’nin kapatılması davası ile tüm enerjimizi harcar hale geldik. Oysa tüm dünyada etkili olmaya başlayan ekonomik deprem bizi de vurmaya başladı. Önümüzdeki aylarda durum daha da ciddileşeceğe benziyor. Hem huzurumuzu bozmak, istikrarı yok etmek, hem de günlük yaşamımızı zehir etmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Sağolsun(!) iktidar da bunu böyle yapmamız için çok uğraşıyor. Gündemimizi sadece Ergenekon ve AKP’nin kapatılma davaları kaplıyor. Belki de yemeden içmeden bu iki konuyu tartışıyoruz. Tüm enerjimizi, Ergenekon söylentileri ve AKP’nin kapatılıp kapatılmayacağı hesaplarıyla harcıyoruz. Gözümüz başka hiçbir şey görmüyor. Oysa dünyada büyük bir ekonomik kriz yaşanıyor.
Uluslararası piyasalar birbirine giriyor. İflaslar devam ediyor. Dev şirketler ardı ardına çöküyor. Petrol 150 dolara vurmuş durumda. Gıda fiyatları giderek yükseliyor. Durum öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, Amerika’nın sembolü olan dev General Motors’un bile iflas edebileceği dahi konuşuluyor. Anlayacağınız önü alınamayan büyük bir ekonomik deprem söz konusu ve bu depremin sarsıntıları bizi de vurmaya başladı. Hele önümüzdeki aylarda durum daha da ciddileşecek. Birçok şirket şimdiden kemer sıkmaya, adam çıkarmaya başladı. 2008 yılının ilk 5 ayında kapanan işyeri sayısı 2007 yılına göre %100 artış göstermiş durumda.
Çoğu işyeri siftah bile yapamadan kapanıyor. Kiralar, ücretler, vergiler, SSK primleri ödenemiyor. Bonolar protestolu, çekler karşılıksız çıkıyor. Kısacası esnaf, sanatkar ve tüccar "Ben daha fazla dayanamayacağım" diyerek kepenk kapatıyor. Enflasyon tırmanışta, yıllık hedefteki %169 sapma ile bir anlamda dünya rekoru kırmış durumdayız. Faiz oranları giderek yükseliyor. Dünya da en yüksek faizin ödendiği ülke yine Türkiye. Yani bir dünya şampiyonluğu daha. Uygulanan yanlış para politikaları sayesinde ülke ekonomisi büyük bir kısır döngünün içine çekilmiş durumda. İşsizlik tırmanışta. Hatta son yirmi yılın en yüksek seviyesine çıkmış durumda.
Kapanan işyeri sayısı arttıkça, yalnızca o işyerinin sahibi değil çalışanları da işsiz kalıyor. Olay ister istemez ailelerini de etkiliyor. Kapanan işyerine mal satan ya da hizmet yapan firmaların da bu durumda işleri olumsuz yönde etkileniyor. Devletin Gelir Vergisi, KDV ve sigorta primi kaybı oluyor. Yani bu kapanışlar yalnız vatandaşı değil devleti de vuruyor. Bizler ise sanki tüm bunları görmezden geliyoruz. Bu kriz neticesinde, cebimizdeki para azalmayacakmış, gelirimiz düşmeyecekmiş gibi bir havaya girmişiz. Özellikle de maddi durumu iyi olanlar. Enflasyon canavarı (her ne kadar geçen ay az da olsa düşse bile) tekrar hortladı ne yazık ki. Ve bir çoğumuz bunu görmezden geliyoruz. zaten hükümet de bu durumun ayrımına varmamamız için elinden geleni yapıyor.
Ancak görünen manzara odur ki özellikle sonbahar aylarında ülkemiz ekonomizi büyük bir darboğaza girecek. Bu anlamda da başta devlet olmak üzere hepimizin ciddi önlemler alması gerekmektedir. Ergenekon ve AKP’yi tabii ki irdeleyeceğiz ancak “cebimizdeki parayı” da düşünme vakti gelmedi mi? Zira yarın çok geç olabilir...
ARZU KÖK
Uluslararası piyasalar birbirine giriyor. İflaslar devam ediyor. Dev şirketler ardı ardına çöküyor. Petrol 150 dolara vurmuş durumda. Gıda fiyatları giderek yükseliyor. Durum öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, Amerika’nın sembolü olan dev General Motors’un bile iflas edebileceği dahi konuşuluyor. Anlayacağınız önü alınamayan büyük bir ekonomik deprem söz konusu ve bu depremin sarsıntıları bizi de vurmaya başladı. Hele önümüzdeki aylarda durum daha da ciddileşecek. Birçok şirket şimdiden kemer sıkmaya, adam çıkarmaya başladı. 2008 yılının ilk 5 ayında kapanan işyeri sayısı 2007 yılına göre %100 artış göstermiş durumda.
Çoğu işyeri siftah bile yapamadan kapanıyor. Kiralar, ücretler, vergiler, SSK primleri ödenemiyor. Bonolar protestolu, çekler karşılıksız çıkıyor. Kısacası esnaf, sanatkar ve tüccar "Ben daha fazla dayanamayacağım" diyerek kepenk kapatıyor. Enflasyon tırmanışta, yıllık hedefteki %169 sapma ile bir anlamda dünya rekoru kırmış durumdayız. Faiz oranları giderek yükseliyor. Dünya da en yüksek faizin ödendiği ülke yine Türkiye. Yani bir dünya şampiyonluğu daha. Uygulanan yanlış para politikaları sayesinde ülke ekonomisi büyük bir kısır döngünün içine çekilmiş durumda. İşsizlik tırmanışta. Hatta son yirmi yılın en yüksek seviyesine çıkmış durumda.
Kapanan işyeri sayısı arttıkça, yalnızca o işyerinin sahibi değil çalışanları da işsiz kalıyor. Olay ister istemez ailelerini de etkiliyor. Kapanan işyerine mal satan ya da hizmet yapan firmaların da bu durumda işleri olumsuz yönde etkileniyor. Devletin Gelir Vergisi, KDV ve sigorta primi kaybı oluyor. Yani bu kapanışlar yalnız vatandaşı değil devleti de vuruyor. Bizler ise sanki tüm bunları görmezden geliyoruz. Bu kriz neticesinde, cebimizdeki para azalmayacakmış, gelirimiz düşmeyecekmiş gibi bir havaya girmişiz. Özellikle de maddi durumu iyi olanlar. Enflasyon canavarı (her ne kadar geçen ay az da olsa düşse bile) tekrar hortladı ne yazık ki. Ve bir çoğumuz bunu görmezden geliyoruz. zaten hükümet de bu durumun ayrımına varmamamız için elinden geleni yapıyor.
Ancak görünen manzara odur ki özellikle sonbahar aylarında ülkemiz ekonomizi büyük bir darboğaza girecek. Bu anlamda da başta devlet olmak üzere hepimizin ciddi önlemler alması gerekmektedir. Ergenekon ve AKP’yi tabii ki irdeleyeceğiz ancak “cebimizdeki parayı” da düşünme vakti gelmedi mi? Zira yarın çok geç olabilir...
ARZU KÖK
KIRK SATIR MI KIRK KATIR MI?...
Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök askerlik yaşamı boyunca pek çok olay karşısında binlerce kez “dikkat” komutu çekmiştir... Ancak hiçbirisi de yada öyle demeyelim de pek azı Milliyet’te Fikret Bila’ya yaptığı açıklamalar kadar önem taşımamıştır. Paşa “durumu kontrol edilebilir seviyeye çekmek için özveri” çağrısı yaptı. Bu da demek oluyor ki Paşa' da durumun kontrolden çıkabileceği konusunda büyük korkulara sahip.
AKP hakkında yürütülen kapatma davası nedeniyle süren çatışmalar, diğer yandan Ergenekon soruşturması çerçevesinde gerçekleştirilen gözaltına almalarda çıtanın emekli orgeneral seviyesine yükselmesi, “Nereye gidiyoruz?” sorusunun her kesimce çok sık sorulmasına sebep olmuştur. Yazıktır ki toplum bir kutuplaşma içerisine çekiliyor ve adeta bir tercih yapmaya zorlanıyor. Öyle bir kutuplaşma ki, sanki yakın bir zaman sonra toplum “Kırk katır mı, kırk satır mı?” tercihine mecbur bırakılacak ve sorulacak: "Askeri darbe mi, kökten dinci darbe mi?" Darbelerden darbe, ölümlerden ölüm beğen! Seç seçebilirsen...
Hilmi Özkök Paşa “Resmi bir aktörün geç kalmadan ortaya çıkıp, ortalığa çekidüzen verecek bir hareketi, halkı da arkasına alarak gerçekleştirmesi” gerektiğini söylemiş Fikret Bila'ya. Acaba bu resmi aktör kim ola ki? Aslında bu aktör Anayasa’ya göre devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmekle görevli olan Cumhurbaşkanı olmalıdır. Ancak bu görevi yürütebilecek Cumhurbaşkanı tamamıyla tarafsız olmalıdır. Zira Gül kapatma davasında suçlananlardan biri olarak zaten taraf durumundadır. Peki ne olacak bu durumda? Hilmi Özkök bu durumu gördüğünden midir nedir şunu da eklemiş sözlerinin sonuna: “Bu görevin yerine getirilmesine katkıda bulunabilecek, halkın güvenini kazanmış, politik beklentileri olmayan diğer âkil adamların da davet beklemeksizin devreye girmesi bir zorunluluk haline gelmiştir!” Akil adamlar!... Bunlar da kimler olabilir ki?...
Emekli Orgeneral Özkök, demokrasinin olmazsa olmazlığına inanmış bir asker olduğu bilinen bir gerçektir. Onun gibi bir Paşa'nın yargı üzerinden karşı karşıya getirilen siyasal ve toplumsal güçlerin çatışmasıın önlenmediği takdirde ortaya çıkacak yıkımın sonuçlarını öngörme yeteneğine sahip olduğunu da bilinen bir gerçektir. O nedenle de endişelerine katılmamak mümkün değil. Paşa büyük bir iyi niyetle durumun tahlilini yapmış, kendince çözüm önerileri de getirmiştir. Ancak yazıktır ki önerdiği çözüm önerileri uygulanabilirlik özelliği taşımamaktadır ne yazık ki. Paşa'nın bahsettiği akil adamlar eski cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, yüksek yargı başkanları mıdır? Peki bunlarsa kimin çağrısı ile bir araya gelip hangi yasadan aldıkları yetkiyi kullanacaklardır? Sonra siz toplumu tahrik ediyorsunuz, çetesiniz diye hepsinin hapse atılma riski de var.
Özkök Paşa “Durum düzeltilemez hale gelirse olabileceklerin asıl sorumlusu hükümetimiz olmakla beraber yapabilecek bir şeyi olup da yapmayan herkes bu sorumluluktan pay alacaktır” diyor. Evet bu söyleminde de çok haklı. Ancak Özkök Paşa hükümet dışında kimlerden hizmet ve özveri bekliyor bunu söylemiyor. Yine bu özverinin sınırlarını çizmiyor. Zira şuan ülkmizdeki tüm kurumlar kendilerine göre çalışıyorlar. Çatışma aslında iktidarın kötü yönetiminden doğuyor maalesef. Yanlışın başlangıcı ise Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlıyor ne yazık ki. Ülkemizde şu sıralar yaşanan kaosun nedeni o yanlışın ürettiği diğer yanlışlardır.
Gerçi artık suçlu aramaya da vaktimiz yok. Olayları serin kanlılıkla düşünmeli, akıllı, doğru adımlar atılmasını sağlamaya yönelik çalışılmalar yapılmalıdır. Aksi taktirde yani insanları kamplara bölerek, sokaklara dökerek daha öncekilerde nasıl bir şey elde edemedilerse şimdikilerde edemez. Olacak olan tek şey ülkeye, bu ülkenin halkına zarar vermek olacaktır. Bunun sonu ise bir felakettir. İzin vermeyelim… Bu anlamda da Özkök Paşa'nın bildiği birşeyler varsa ortaya koyması ve de bahsettiği özveriyi yapmaya başlaması gerekmektedir. Zira yarın çok geç olabilir...
ARZU KÖK
AKP hakkında yürütülen kapatma davası nedeniyle süren çatışmalar, diğer yandan Ergenekon soruşturması çerçevesinde gerçekleştirilen gözaltına almalarda çıtanın emekli orgeneral seviyesine yükselmesi, “Nereye gidiyoruz?” sorusunun her kesimce çok sık sorulmasına sebep olmuştur. Yazıktır ki toplum bir kutuplaşma içerisine çekiliyor ve adeta bir tercih yapmaya zorlanıyor. Öyle bir kutuplaşma ki, sanki yakın bir zaman sonra toplum “Kırk katır mı, kırk satır mı?” tercihine mecbur bırakılacak ve sorulacak: "Askeri darbe mi, kökten dinci darbe mi?" Darbelerden darbe, ölümlerden ölüm beğen! Seç seçebilirsen...
Hilmi Özkök Paşa “Resmi bir aktörün geç kalmadan ortaya çıkıp, ortalığa çekidüzen verecek bir hareketi, halkı da arkasına alarak gerçekleştirmesi” gerektiğini söylemiş Fikret Bila'ya. Acaba bu resmi aktör kim ola ki? Aslında bu aktör Anayasa’ya göre devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmekle görevli olan Cumhurbaşkanı olmalıdır. Ancak bu görevi yürütebilecek Cumhurbaşkanı tamamıyla tarafsız olmalıdır. Zira Gül kapatma davasında suçlananlardan biri olarak zaten taraf durumundadır. Peki ne olacak bu durumda? Hilmi Özkök bu durumu gördüğünden midir nedir şunu da eklemiş sözlerinin sonuna: “Bu görevin yerine getirilmesine katkıda bulunabilecek, halkın güvenini kazanmış, politik beklentileri olmayan diğer âkil adamların da davet beklemeksizin devreye girmesi bir zorunluluk haline gelmiştir!” Akil adamlar!... Bunlar da kimler olabilir ki?...
Emekli Orgeneral Özkök, demokrasinin olmazsa olmazlığına inanmış bir asker olduğu bilinen bir gerçektir. Onun gibi bir Paşa'nın yargı üzerinden karşı karşıya getirilen siyasal ve toplumsal güçlerin çatışmasıın önlenmediği takdirde ortaya çıkacak yıkımın sonuçlarını öngörme yeteneğine sahip olduğunu da bilinen bir gerçektir. O nedenle de endişelerine katılmamak mümkün değil. Paşa büyük bir iyi niyetle durumun tahlilini yapmış, kendince çözüm önerileri de getirmiştir. Ancak yazıktır ki önerdiği çözüm önerileri uygulanabilirlik özelliği taşımamaktadır ne yazık ki. Paşa'nın bahsettiği akil adamlar eski cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, yüksek yargı başkanları mıdır? Peki bunlarsa kimin çağrısı ile bir araya gelip hangi yasadan aldıkları yetkiyi kullanacaklardır? Sonra siz toplumu tahrik ediyorsunuz, çetesiniz diye hepsinin hapse atılma riski de var.
Özkök Paşa “Durum düzeltilemez hale gelirse olabileceklerin asıl sorumlusu hükümetimiz olmakla beraber yapabilecek bir şeyi olup da yapmayan herkes bu sorumluluktan pay alacaktır” diyor. Evet bu söyleminde de çok haklı. Ancak Özkök Paşa hükümet dışında kimlerden hizmet ve özveri bekliyor bunu söylemiyor. Yine bu özverinin sınırlarını çizmiyor. Zira şuan ülkmizdeki tüm kurumlar kendilerine göre çalışıyorlar. Çatışma aslında iktidarın kötü yönetiminden doğuyor maalesef. Yanlışın başlangıcı ise Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlıyor ne yazık ki. Ülkemizde şu sıralar yaşanan kaosun nedeni o yanlışın ürettiği diğer yanlışlardır.
Gerçi artık suçlu aramaya da vaktimiz yok. Olayları serin kanlılıkla düşünmeli, akıllı, doğru adımlar atılmasını sağlamaya yönelik çalışılmalar yapılmalıdır. Aksi taktirde yani insanları kamplara bölerek, sokaklara dökerek daha öncekilerde nasıl bir şey elde edemedilerse şimdikilerde edemez. Olacak olan tek şey ülkeye, bu ülkenin halkına zarar vermek olacaktır. Bunun sonu ise bir felakettir. İzin vermeyelim… Bu anlamda da Özkök Paşa'nın bildiği birşeyler varsa ortaya koyması ve de bahsettiği özveriyi yapmaya başlaması gerekmektedir. Zira yarın çok geç olabilir...
ARZU KÖK
4 Temmuz 2008 Cuma
GÜLMEK YAŞAMAKSA...
-Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce köyün mezarlığına girdi. Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki sayılara takıldı. Mezar taşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 gibi birbiriyle hiçbir bağlantısı olmayan sayılar yazıyordu. Uzun uzun düşündü, fakat bu sayıların anlamını bir türlü çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, sordu; “Nedir bu sayıların sırrı Allah aşkına?” dedi. “Bu sayıların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir?”
Gülümsedi bilge kişi; “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız. Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra o düğümleri sayar, düğümün sayısını yazarız mezar taşına.” Bilge kişi karşısındakinin hiçbir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü; “Böylece onun ne kadar yaşamış olduğunu anlarız.”-
Bu kısa yaşanmış öyküyü duyduğumda bir an durup düşündüm. Acaba böyle bir gelenek bizim yaşadığımız topraklarda olsaydı mezar taşlarına yazılan sayılar ne olurdu diye. Sonra kendim cevapladım soruyu yine. Zira bu topraklarda gözlerini dünyaya açanlarının çoğunun kaderi hemen hemen benzerdi ve çoğu bir kere bile doyasıya gülemeden çekip gidiyordu bu dünyadan.
Yoksulluk, hele de beyin yoksulluğu, acı, zevksizlik, kendi anadilini bile doğru dürüst yazıp çizememek, ezilmek, horlanmak, kandırılmak girdabında gelip geçer ömürlerimiz bu topraklarda. Çoğu güzellikleri yaşayamadan göçüp gideriz.
Milyonlarca insanımız hayatı boyunca bir kitap bile okumadan, farklı bir yaşamı tanımadan teslim ediyor ruhunu. Korkusuzca, içten gelen kahkahaları atamadan veriyor son nefesini. Devletin karşısında tümüyle savunmasız, yarınından endişelidir çoğu insanımız.
Şöyle bir akşam vakti hareketli bir caddede, deniz kenarında, salaş bir meyhanede sevdikleriyle hayatı ve kendilerini konuşmadan konuşamadan göçüp giderler. Yoksulluk bir gölge gibi sürekli takip eder onları, gittikleri her yerde adım adım. Çaresizlik diz boyudur bu topraklarda. Hükümetler de çare olmaz, belki de olmak istemez bu topraklarda.
Beyin yoksulu olarak yaşamak zorunda bırakılan milyonlar, sırtlarını dönerler sanata, sanatçıya. Bir şeyi yaratmanın nasıl bir süreç olduğunu bilmez bizim insanımız. Milyonlarca anne, baba asla anlayamaz çocuğunun neden ressam, edebiyatçı, müzisyen olmak istediğini. Zira bu ülkede sanata tükürenler vardır.
Daha çok küçük yaşlarda yalan hayatın bir gerçeği olarak sokulur maalesef çocukların hayatına. Ve hayat yalansız yaşanamaz hale gelirler büyüdükçe çocuklar. Kadın erkeği elinde tutabilmek için hileye, erkek kadını elinde tutabilmek için güce ve paranın kudretine başvurur. Böylece birliktelikler bile adi birer şirkete dönüşür bu ülkede.
Kendisini tanıma zahmetine katlanamayan insanımız, zamanla ustalaşır tanımadığı başkalarının hayatını karartma sanatında. Beyin zenginliği, ruh güzelliği ve kendine güvenin yerini markalar ve para alır bu topraklarda.
Yeteneklerinin geliştirilmesine izin verilmeyen milyonlar, akılları yerine daha çok dürtüleriyle olaylara tavır alıp sayısız dramların kahramanı olup çıkıverirler. Hayatın nasıl yaşanması gerektiği öğretilmediği için, ölüm korkusuyla geçer yaşamları. Bu korku yüzünden de hata üstüne hata yaparlar.
Durum böyle olunca da birkaç akıllıya kalır meydan. Ortamı nasıl kullanabileceğini bilenlere kalır. Ve o insanlar milyonları yoksulluğa mahkum ederler bu topraklarda. Böylece de milyonlar sefalet içinde bir kere bile gülemeden sonlandırırlar yaşamlarını. Yani o köyün bilgesinin deyimiyle hiç yaşamadan ölürler. Yani gülmek yaşamaksa bu ülkede milyonlar yaşamadan ölürler.
ARZU KÖK
Gülümsedi bilge kişi; “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız. Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra o düğümleri sayar, düğümün sayısını yazarız mezar taşına.” Bilge kişi karşısındakinin hiçbir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü; “Böylece onun ne kadar yaşamış olduğunu anlarız.”-
Bu kısa yaşanmış öyküyü duyduğumda bir an durup düşündüm. Acaba böyle bir gelenek bizim yaşadığımız topraklarda olsaydı mezar taşlarına yazılan sayılar ne olurdu diye. Sonra kendim cevapladım soruyu yine. Zira bu topraklarda gözlerini dünyaya açanlarının çoğunun kaderi hemen hemen benzerdi ve çoğu bir kere bile doyasıya gülemeden çekip gidiyordu bu dünyadan.
Yoksulluk, hele de beyin yoksulluğu, acı, zevksizlik, kendi anadilini bile doğru dürüst yazıp çizememek, ezilmek, horlanmak, kandırılmak girdabında gelip geçer ömürlerimiz bu topraklarda. Çoğu güzellikleri yaşayamadan göçüp gideriz.
Milyonlarca insanımız hayatı boyunca bir kitap bile okumadan, farklı bir yaşamı tanımadan teslim ediyor ruhunu. Korkusuzca, içten gelen kahkahaları atamadan veriyor son nefesini. Devletin karşısında tümüyle savunmasız, yarınından endişelidir çoğu insanımız.
Şöyle bir akşam vakti hareketli bir caddede, deniz kenarında, salaş bir meyhanede sevdikleriyle hayatı ve kendilerini konuşmadan konuşamadan göçüp giderler. Yoksulluk bir gölge gibi sürekli takip eder onları, gittikleri her yerde adım adım. Çaresizlik diz boyudur bu topraklarda. Hükümetler de çare olmaz, belki de olmak istemez bu topraklarda.
Beyin yoksulu olarak yaşamak zorunda bırakılan milyonlar, sırtlarını dönerler sanata, sanatçıya. Bir şeyi yaratmanın nasıl bir süreç olduğunu bilmez bizim insanımız. Milyonlarca anne, baba asla anlayamaz çocuğunun neden ressam, edebiyatçı, müzisyen olmak istediğini. Zira bu ülkede sanata tükürenler vardır.
Daha çok küçük yaşlarda yalan hayatın bir gerçeği olarak sokulur maalesef çocukların hayatına. Ve hayat yalansız yaşanamaz hale gelirler büyüdükçe çocuklar. Kadın erkeği elinde tutabilmek için hileye, erkek kadını elinde tutabilmek için güce ve paranın kudretine başvurur. Böylece birliktelikler bile adi birer şirkete dönüşür bu ülkede.
Kendisini tanıma zahmetine katlanamayan insanımız, zamanla ustalaşır tanımadığı başkalarının hayatını karartma sanatında. Beyin zenginliği, ruh güzelliği ve kendine güvenin yerini markalar ve para alır bu topraklarda.
Yeteneklerinin geliştirilmesine izin verilmeyen milyonlar, akılları yerine daha çok dürtüleriyle olaylara tavır alıp sayısız dramların kahramanı olup çıkıverirler. Hayatın nasıl yaşanması gerektiği öğretilmediği için, ölüm korkusuyla geçer yaşamları. Bu korku yüzünden de hata üstüne hata yaparlar.
Durum böyle olunca da birkaç akıllıya kalır meydan. Ortamı nasıl kullanabileceğini bilenlere kalır. Ve o insanlar milyonları yoksulluğa mahkum ederler bu topraklarda. Böylece de milyonlar sefalet içinde bir kere bile gülemeden sonlandırırlar yaşamlarını. Yani o köyün bilgesinin deyimiyle hiç yaşamadan ölürler. Yani gülmek yaşamaksa bu ülkede milyonlar yaşamadan ölürler.
ARZU KÖK
HÜZÜN
Yürüdüm,
Dünyanın ucuna
Kıyısında denizin,
Aysız ışıkta şehir,
Daldım.
Rüzgara dökmüştü çocuklar,
Dünyanın öbür ucundan,
Barış türkülerini
Yüreğimi doldurdum.
Sularda hüzün vardı.
Kaçtım kıyıdan,
Ardımdaydı rüzgar...
ARZU KÖK
Dünyanın ucuna
Kıyısında denizin,
Aysız ışıkta şehir,
Daldım.
Rüzgara dökmüştü çocuklar,
Dünyanın öbür ucundan,
Barış türkülerini
Yüreğimi doldurdum.
Sularda hüzün vardı.
Kaçtım kıyıdan,
Ardımdaydı rüzgar...
ARZU KÖK
ÜCRET ÖDENMİŞTİR
Kaldırdım bakışlarımı gökyüzüne
Bir umuttu benim ki,
Bir iz aradım, insan emeğine
Sevgiyle bakan gözlerden
Umut dağıtıyordu bir seyyah
“Yaşamak eksiklik,
ölüm hiçlik ise
kalmaya gelmez ölümün
siyah gölgesinde.
‘ö’ sünü dahi yakaladıysan
özgürlüğün booşşveeerrr”
Gülümsedim.
“Ederi?” diye sordum.
“Ücret ödenmiştir.” dedi.
ARZU KÖK
Bir umuttu benim ki,
Bir iz aradım, insan emeğine
Sevgiyle bakan gözlerden
Umut dağıtıyordu bir seyyah
“Yaşamak eksiklik,
ölüm hiçlik ise
kalmaya gelmez ölümün
siyah gölgesinde.
‘ö’ sünü dahi yakaladıysan
özgürlüğün booşşveeerrr”
Gülümsedim.
“Ederi?” diye sordum.
“Ücret ödenmiştir.” dedi.
ARZU KÖK
CADI KAZANI
Yüz metre koşucularını dahi kıskandıracak süratte değişen bir ülke gündemimiz var. Gündem oluşturma konusunda adeta bir müshil kullanıyormuşuz gibi bir izlenim var. Bekler olduk. Gündemi bir anda değiştirecek nasıl bir bomba patlayacak diye. “Gerilimin tarafı olmayacağız” diye bağıranların ağızlarından çıkan her söz başlı başına gündem kaynağı oluyor.
Yer demir, gök bakır derler ya işte öyle bir durum sözkonusu… Hava kurşun gibi ağır… Konu deseniz binlerce… Haber deseniz ohoooooooo… Komplolar, planlar, korkular, acılar iç içe… Umut mu dediniz? Gerçi bu milletin umudu hiçbir zaman tükenmez. Ama onun da tükenmesine az kaldı… Ve bu konuda yazılacak çok ama çook şey var “ama…”
Bir ülkede “Biz asılız. Bu ülkede ‘bizim’ istemediğimiz hiçbir şey olmaz.” zihniyetine sahip bir kesim varsa ve bu kesim, sayı bakımından azınlık teşkil etmesine rağmen, devlet içindeki etkinliği bakımından belirleyici bir rol oynamaya başlıyorsa işte o zaman iş ‘ama’lara kalıyor ne yazık ki. Birileri çıkıp istediği kadar samimi çözümler üretiyor olsun. Kendi çıkarlarını hiçe sayıp vatanı milleti için çalışsın. Alacakları tepki çok açık: “Kimsiniz ki kalkıp koskoca hükümete çözüm önerisi getiriyorsunuz? Bir de utanmadan fedakarlıktan bahsediyorsunuz?” denir önce. Sonra da ilgili yargı organlarında kesilir cezanız. Bir de yalaka basın size yerinizi gösterir tarzda bir kaç makale, yorum yazısı yazıp sizi bir de toplum önünde yerin dibine sokar.
Tam bir cadı kazanı kaynatılıyor ülkemizde. Bilinmeyen, nedense açıklanmayan gerekçelerle bir sürü insan gözaltına alınıyor, cezaevlerine atılıyor. Ortada bir iddianame bile yok. Bu gözaltıların, "Ergenekon" adı verilen ve bir yıldan daha fazla süredir yürütülen, sürekli genişletilen ama bir türlü sonucuna varılamayan bir soruşturma kapsamında olduğu biliniyor. Ancak savcının gözaltına alınmasını istediği isimlerin hepsinin AKP karşıtları olması, ortada bir başka iş olduğunun ipuçlarını veriyor bizlere.
Yazıktır ki yaklaşık bir yıldır yaşadığımız gelişmeler Amerika Birleşik Devletleri’nde 1950’de Senatör McCarty’nin başlattığı insan avına dönüşmüş durumda. O dönemde hukuk arka plana itilmiş, McCarty önüne geleni sorgulamaya almış, ABD toplumuna büyük bir korku salmıştı. O dönemde arkadaşlarını ihbar etmeyenler işlerinden güçlerinden edilmiş, aileler dağılmış, insanlar perişan olmuştu. 1954 yılında iş o kadar çığırından çıkmıştı ki siyasetçiler, askerler, bürokratlar, gazeteciler ve sanatçılar McCarty’nin hedefi oldu. Sonunda çizmeyi aşan McCarty suçlu bulunarak görevden alındı ve kapkara utanç dönemi sona erdi.İşte yazıktır ki bu olaylar şimdi de ülkemizde yaşanıyor.
Sanki gözaltına alınanlar bu ülkede yaşamıyor yada kaçma ihtimalleri yüksek insanlarmış gibi, sürekli gündemde olan insanlar sabahın köründe gözaltına alınıyorlar. Bu durumda soruşturmayı yürüten savcının McCarty dönemini bile geride bırakmaya başlamış olduğu da gözlerden kaçmayan bir gerçektir. Gözaltına alınanların evleri didik didik aranıyor önce. Sonra işyerlerinde başlıyor aramalar. 20 den fazla insan gözaltına alınıyor. Tabii daha öncesinde gözaltına alınanlar hariç. Daha önce gözaltına alınanlarla birlikte yüz kişiden fazla insan kaynatılmaya çalışılan cadı kazanının içerisine atılmış durumda. Hiçbiri tam anlamıyla neden suçlandığını bilmiyor.
Bir hukuk devletinde olmaması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Zira bir hukuk devletinde devletin savcısı ucu açık bir soruşturma yapma yetkisine asla sahip değildir, sahip de olamaz. Aralarında çok önemli kişilerin de olduğu bir sürü insanı gözaltına almaya cesaret edemez. Bir savcı kendisine verilen yetkiyi bu şekilde kullanma hakkına sahip değildir. Zira bir hukuk devletinde insanlar suçlarını dahi bilmeden aylarca cezaevlerine kapatılamazlar. Durum ciddi anlamda çığırından çıkmıştır.
Şimdi herkes aynı soruyu soruyor. Nereye gidiyoruz? Bundan sonra neler yaşanacak ? Kimselerin doğru dürüst bir tahmini yok. Ancak, tutuklamalar arasında bulunan emekli Orgenerallerin sayılarının artışı, acaba bir şeylerin işareti mi sayılmalı? Acaba “Bu iş "TSK’ya kadar uzanacaktır” demek mi isteniyor? Sanki “Siz AKP’yi kapatın, bizim de ne yapacağımızı görün” deniyormuş gibi bir hava estiriliyor.
Açıkçası tüm Türk ulusu korku içinde. Zira gelişmeler tırmanıyor ve kontrolden çıkmış gibi bir görüntü veriyor. Ancak böyle filmleri biz eskiden de gördük. İktidar kendince başlatır birşeyleri. Ama olaylar öyle bir gelişmeye başlar ki olayın kontrolünü kaçırıverir elinden İş içinden çıkılmaz noktalara gelir… Aynı şekilde, muhalefet ayaklanır ve öylesine bir fırtına estirir ki, olayın kontrolü kaçıverir. Nerde duracağı belli olmayan bir ortam oluşur...
Yazıktır ki bugünlerde işte böyle bir ortamdayız. birileri çıkıp da oyunu tatil etmeye kalkarsa kimse şaşırmasın. işte o zaman nasıl ayıklayacaklar acaba pirincin taşını? Çok ince bir ipin üzerinde yürüyoruz şimdilik. Kimseler yerinden kıpırdamıyor. Herkes sessiz. Her birimiz, film seyreder gibi olayların seyrine dalmışız. Ancak Şu da bilinmelidir ki, bir süre sonra duvara çarptığımız zaman, iş işten geçmiş olacak… Demokrat(!) AKP iktidarının son altı yılda ülkeyi getirdiği nokta bu ... Ancak şu da bir gerçektir ki yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz...
ARZU KÖK
Yer demir, gök bakır derler ya işte öyle bir durum sözkonusu… Hava kurşun gibi ağır… Konu deseniz binlerce… Haber deseniz ohoooooooo… Komplolar, planlar, korkular, acılar iç içe… Umut mu dediniz? Gerçi bu milletin umudu hiçbir zaman tükenmez. Ama onun da tükenmesine az kaldı… Ve bu konuda yazılacak çok ama çook şey var “ama…”
Bir ülkede “Biz asılız. Bu ülkede ‘bizim’ istemediğimiz hiçbir şey olmaz.” zihniyetine sahip bir kesim varsa ve bu kesim, sayı bakımından azınlık teşkil etmesine rağmen, devlet içindeki etkinliği bakımından belirleyici bir rol oynamaya başlıyorsa işte o zaman iş ‘ama’lara kalıyor ne yazık ki. Birileri çıkıp istediği kadar samimi çözümler üretiyor olsun. Kendi çıkarlarını hiçe sayıp vatanı milleti için çalışsın. Alacakları tepki çok açık: “Kimsiniz ki kalkıp koskoca hükümete çözüm önerisi getiriyorsunuz? Bir de utanmadan fedakarlıktan bahsediyorsunuz?” denir önce. Sonra da ilgili yargı organlarında kesilir cezanız. Bir de yalaka basın size yerinizi gösterir tarzda bir kaç makale, yorum yazısı yazıp sizi bir de toplum önünde yerin dibine sokar.
Tam bir cadı kazanı kaynatılıyor ülkemizde. Bilinmeyen, nedense açıklanmayan gerekçelerle bir sürü insan gözaltına alınıyor, cezaevlerine atılıyor. Ortada bir iddianame bile yok. Bu gözaltıların, "Ergenekon" adı verilen ve bir yıldan daha fazla süredir yürütülen, sürekli genişletilen ama bir türlü sonucuna varılamayan bir soruşturma kapsamında olduğu biliniyor. Ancak savcının gözaltına alınmasını istediği isimlerin hepsinin AKP karşıtları olması, ortada bir başka iş olduğunun ipuçlarını veriyor bizlere.
Yazıktır ki yaklaşık bir yıldır yaşadığımız gelişmeler Amerika Birleşik Devletleri’nde 1950’de Senatör McCarty’nin başlattığı insan avına dönüşmüş durumda. O dönemde hukuk arka plana itilmiş, McCarty önüne geleni sorgulamaya almış, ABD toplumuna büyük bir korku salmıştı. O dönemde arkadaşlarını ihbar etmeyenler işlerinden güçlerinden edilmiş, aileler dağılmış, insanlar perişan olmuştu. 1954 yılında iş o kadar çığırından çıkmıştı ki siyasetçiler, askerler, bürokratlar, gazeteciler ve sanatçılar McCarty’nin hedefi oldu. Sonunda çizmeyi aşan McCarty suçlu bulunarak görevden alındı ve kapkara utanç dönemi sona erdi.İşte yazıktır ki bu olaylar şimdi de ülkemizde yaşanıyor.
Sanki gözaltına alınanlar bu ülkede yaşamıyor yada kaçma ihtimalleri yüksek insanlarmış gibi, sürekli gündemde olan insanlar sabahın köründe gözaltına alınıyorlar. Bu durumda soruşturmayı yürüten savcının McCarty dönemini bile geride bırakmaya başlamış olduğu da gözlerden kaçmayan bir gerçektir. Gözaltına alınanların evleri didik didik aranıyor önce. Sonra işyerlerinde başlıyor aramalar. 20 den fazla insan gözaltına alınıyor. Tabii daha öncesinde gözaltına alınanlar hariç. Daha önce gözaltına alınanlarla birlikte yüz kişiden fazla insan kaynatılmaya çalışılan cadı kazanının içerisine atılmış durumda. Hiçbiri tam anlamıyla neden suçlandığını bilmiyor.
Bir hukuk devletinde olmaması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Zira bir hukuk devletinde devletin savcısı ucu açık bir soruşturma yapma yetkisine asla sahip değildir, sahip de olamaz. Aralarında çok önemli kişilerin de olduğu bir sürü insanı gözaltına almaya cesaret edemez. Bir savcı kendisine verilen yetkiyi bu şekilde kullanma hakkına sahip değildir. Zira bir hukuk devletinde insanlar suçlarını dahi bilmeden aylarca cezaevlerine kapatılamazlar. Durum ciddi anlamda çığırından çıkmıştır.
Şimdi herkes aynı soruyu soruyor. Nereye gidiyoruz? Bundan sonra neler yaşanacak ? Kimselerin doğru dürüst bir tahmini yok. Ancak, tutuklamalar arasında bulunan emekli Orgenerallerin sayılarının artışı, acaba bir şeylerin işareti mi sayılmalı? Acaba “Bu iş "TSK’ya kadar uzanacaktır” demek mi isteniyor? Sanki “Siz AKP’yi kapatın, bizim de ne yapacağımızı görün” deniyormuş gibi bir hava estiriliyor.
Açıkçası tüm Türk ulusu korku içinde. Zira gelişmeler tırmanıyor ve kontrolden çıkmış gibi bir görüntü veriyor. Ancak böyle filmleri biz eskiden de gördük. İktidar kendince başlatır birşeyleri. Ama olaylar öyle bir gelişmeye başlar ki olayın kontrolünü kaçırıverir elinden İş içinden çıkılmaz noktalara gelir… Aynı şekilde, muhalefet ayaklanır ve öylesine bir fırtına estirir ki, olayın kontrolü kaçıverir. Nerde duracağı belli olmayan bir ortam oluşur...
Yazıktır ki bugünlerde işte böyle bir ortamdayız. birileri çıkıp da oyunu tatil etmeye kalkarsa kimse şaşırmasın. işte o zaman nasıl ayıklayacaklar acaba pirincin taşını? Çok ince bir ipin üzerinde yürüyoruz şimdilik. Kimseler yerinden kıpırdamıyor. Herkes sessiz. Her birimiz, film seyreder gibi olayların seyrine dalmışız. Ancak Şu da bilinmelidir ki, bir süre sonra duvara çarptığımız zaman, iş işten geçmiş olacak… Demokrat(!) AKP iktidarının son altı yılda ülkeyi getirdiği nokta bu ... Ancak şu da bir gerçektir ki yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz...
ARZU KÖK
ÇOCUKLAR NEDEN DERSHANEYE GİDERLER Kİ? HAYRET!...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan üniversite hazırlık kurslarını kaldırma sinyali geldi. En güçlü liselerden mezun olanların bile kurslara gittiğini belirten Erdoğan, fen lisesinden ve Anadolu lisesinden mezun olanların bile hazırlık kursuna gittiğini, bunun bir "garabet" olduğunu ifade ederek, "Niçin acaba öğrenciler üniversite hazırlık kurslarına giderler? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Anlıyorum da, bu sistem nasıl oluşturulmuş, bunu kaldırmaya kalktığınız zaman acaba hangi bariyerle karşı karşıya kalacaksınız?" dedi.
Bir hafta kadar önce de kendi çocuğunun da takviye ders aldığını itiraf eden Milli Eğitim Bakanı’nın ağzından duyduk bu söylemi. Çocukların dershanelere neden gittiğini, velilerin bu kadar parayı neden harcadığını anlamadığını söylüyordu. Önce kendi çocuğuna neden takviye ders aldırdığını anlatması gerekmez miydi?
Aslında bu söylemler gayet ilginç söylemler. Zira bu sözleri söyleyen muhalefet partisi lideri değil, bir Başbakan. Ve hiç istatistiklere bakmamış mı acaba? Zira dershaneye giden öğrenci sayısı AKP iktidarı sırasında ikiye katlandı. Üstelik bir dönem Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in adı Dershaneler Bakanı’na çıkmadı mı?
Başbakan bu söylemi geliştirmiş olmakla ya bizleri enayi yerine koyuyor yada gerçekten olandan bitenden haberdar değil. Ancak ikincisine inanmak pek de mantıklı görünmüyor. Başbakan Erdoğan, Hüseyin Çelik’i çağırıp da bir sorsa; ”Öğrenciler daha önce kaç yaşında dershaneye başlıyordu, şimdi kaç yaşında gidiyorlar? Veliler daha önce dershanelere ne kadar para ödüyordu, şimdi ne kadar harcıyorlar? En önemlisi de ortada düzeltilecek bir garabet vardı da son beş-altı yılda dershaneleri daha da güçlendirmenin ötesinde ne yaptılar?..” Hiç bir şey. Başbakan ya bizimle kafa buluyor. Yada kendisi eğitimin çok uzağında. Yada masum bir durum tespiti yapılırsa: Çelik, toplumu olduğu gibi, Başbakan’ını da ayakta uyutuyor!..
“Eğitim sorunu” denildiğinde akıllarına türban ve imam hatip okullarından başka bir şey gelmemesinden kaynaklanıyor olabilir miydi acaba bunun nedeni? İktidarda oldukları süresince meslek eğitimini imam hatip liselerinin sorunlarına kilitlemeselerdi, pek çok eğitim sorunu çözülebilirdi beklide. Dershanelere her yıl harcanan milyarlarca dolar, modern bir eğitim sisteminin en başından inşa edilmesi için yönlendirilebilirdi. Bir yandan üniversite eğitiminin kalitesi artırılırken, diğer yandan çocuklara hiçbir beceri kazandırmayan lise eğitimi günün ihtiyaçlarına göre meslek eğitimine dönüştürülebilirdi.
Eğitim gerçek anlamıyla yapılır dershaneler rahatlıkla kapatılabilirdi. Dershanelere olan bağımlılık ortadan kaldırılabilirdi. Ama zaman içerisinde. AKP, 5-6 yıl önce bu işe el atsaydı, bugünkü yakınmaların belki de hiçbiri olmazdı. Ama tam aksini yaptı. Dershanelere tam gaz destek verdi.
Dershane sektörüne kimilerine göre her yıl 8-10 milyar dolar para akıyor. Sonuçta da ne eğitimin kalitesi yükseliyor ne de fazladan bir öğrenci Anadolu liselerine yada üniversiteye giriyor. Yani kazanan hep dershaneler oluyor. Oysa aynı kaynaklar eğitimin iyileştirilmesi ve yeni okullar açılması için harcansaydı, muhtemeldir ki bu sınavlara, dershanelere ve bu eziyete hiç gerek kalmazdı.Dershaneler, istihdam olanağı sağlayan, vergi veren, öğrencileri sokaktan kurtaran önemli eğitim kurumları. Ama sağladıkları yarar, götürdüklerinin yanında devede kulak kalmaktadır. Ama eğitim sistemi böyle olduğu sürece de dershanelere ilgi azalmadan hatta katlanarak devam edecektir. Zira eğitim biraz da onların sayesinde ayakta kalıyor.
Hükümet ne yaptı, dershaneler bu kadar kökleşirken ülkemizde? Sadece konuştu. İmam Hatip Liselerine avantaj yaratmaya çabalamaktan başka bir şey yapmadılar, yapamadılar. Böylece de ne eğitimin kalitesini arttırabildiler, ne de İmam Hatiplilere bir fayda sağlayabildiler. Şimdi ise hayretle bakıyorlar insanlar çocuklarını neden dershanelere yolluyorlar diye. Yazık…..
ARZU KÖK
Bir hafta kadar önce de kendi çocuğunun da takviye ders aldığını itiraf eden Milli Eğitim Bakanı’nın ağzından duyduk bu söylemi. Çocukların dershanelere neden gittiğini, velilerin bu kadar parayı neden harcadığını anlamadığını söylüyordu. Önce kendi çocuğuna neden takviye ders aldırdığını anlatması gerekmez miydi?
Aslında bu söylemler gayet ilginç söylemler. Zira bu sözleri söyleyen muhalefet partisi lideri değil, bir Başbakan. Ve hiç istatistiklere bakmamış mı acaba? Zira dershaneye giden öğrenci sayısı AKP iktidarı sırasında ikiye katlandı. Üstelik bir dönem Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in adı Dershaneler Bakanı’na çıkmadı mı?
Başbakan bu söylemi geliştirmiş olmakla ya bizleri enayi yerine koyuyor yada gerçekten olandan bitenden haberdar değil. Ancak ikincisine inanmak pek de mantıklı görünmüyor. Başbakan Erdoğan, Hüseyin Çelik’i çağırıp da bir sorsa; ”Öğrenciler daha önce kaç yaşında dershaneye başlıyordu, şimdi kaç yaşında gidiyorlar? Veliler daha önce dershanelere ne kadar para ödüyordu, şimdi ne kadar harcıyorlar? En önemlisi de ortada düzeltilecek bir garabet vardı da son beş-altı yılda dershaneleri daha da güçlendirmenin ötesinde ne yaptılar?..” Hiç bir şey. Başbakan ya bizimle kafa buluyor. Yada kendisi eğitimin çok uzağında. Yada masum bir durum tespiti yapılırsa: Çelik, toplumu olduğu gibi, Başbakan’ını da ayakta uyutuyor!..
“Eğitim sorunu” denildiğinde akıllarına türban ve imam hatip okullarından başka bir şey gelmemesinden kaynaklanıyor olabilir miydi acaba bunun nedeni? İktidarda oldukları süresince meslek eğitimini imam hatip liselerinin sorunlarına kilitlemeselerdi, pek çok eğitim sorunu çözülebilirdi beklide. Dershanelere her yıl harcanan milyarlarca dolar, modern bir eğitim sisteminin en başından inşa edilmesi için yönlendirilebilirdi. Bir yandan üniversite eğitiminin kalitesi artırılırken, diğer yandan çocuklara hiçbir beceri kazandırmayan lise eğitimi günün ihtiyaçlarına göre meslek eğitimine dönüştürülebilirdi.
Eğitim gerçek anlamıyla yapılır dershaneler rahatlıkla kapatılabilirdi. Dershanelere olan bağımlılık ortadan kaldırılabilirdi. Ama zaman içerisinde. AKP, 5-6 yıl önce bu işe el atsaydı, bugünkü yakınmaların belki de hiçbiri olmazdı. Ama tam aksini yaptı. Dershanelere tam gaz destek verdi.
Dershane sektörüne kimilerine göre her yıl 8-10 milyar dolar para akıyor. Sonuçta da ne eğitimin kalitesi yükseliyor ne de fazladan bir öğrenci Anadolu liselerine yada üniversiteye giriyor. Yani kazanan hep dershaneler oluyor. Oysa aynı kaynaklar eğitimin iyileştirilmesi ve yeni okullar açılması için harcansaydı, muhtemeldir ki bu sınavlara, dershanelere ve bu eziyete hiç gerek kalmazdı.Dershaneler, istihdam olanağı sağlayan, vergi veren, öğrencileri sokaktan kurtaran önemli eğitim kurumları. Ama sağladıkları yarar, götürdüklerinin yanında devede kulak kalmaktadır. Ama eğitim sistemi böyle olduğu sürece de dershanelere ilgi azalmadan hatta katlanarak devam edecektir. Zira eğitim biraz da onların sayesinde ayakta kalıyor.
Hükümet ne yaptı, dershaneler bu kadar kökleşirken ülkemizde? Sadece konuştu. İmam Hatip Liselerine avantaj yaratmaya çabalamaktan başka bir şey yapmadılar, yapamadılar. Böylece de ne eğitimin kalitesini arttırabildiler, ne de İmam Hatiplilere bir fayda sağlayabildiler. Şimdi ise hayretle bakıyorlar insanlar çocuklarını neden dershanelere yolluyorlar diye. Yazık…..
ARZU KÖK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)