Dikkatinizi çekiyor mu bilmem. Ama farkettiniz mi bilmiyorum, son günlerin Ergenekon ve kapatma davalarından sonra gelen en önemli gündem maddesi; Su. Ankara Büyükşehir Belediyesi çerçevesinde başlayıp, İzmir’e kadar uzanan bir tartışma söz konusu. Ve bu tartışma bir anlamda Hükümet ile İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında da bir kapışmaya dönüşmüş durumdadır. “Hangi suda ne kadar arsenik var?”, “Bu arseniğin ne kadarı zararlı?” soruları soruluyor, tartışılıyor ve de vatandaşın aklına binbir düşünce getiriliyor.
Durum böyle iken Hükümetin “Koca koca” bakanları, bir anlamda su üzerinden İzmir’i “düşürmek” adına ellerinden geleni yapmaya çalışır bir görünüm sergilemektedir. Zira şimdiye kadar, kolera, vb salgınlar çıktığında, “bu sorun onların sorunu” diye işi belediyelere yıkan Sağlık Bakanı, iş İzmir’e geldiğinde birden “otoritesini” hatırladı nedense. Su gündeme geldiğinde, “mutlaka tasarruf lazım” demekten başka lafı olmayanlar, birden kimyager kesildi. Ama tabii ki tartışmanın görünen kısmının da ötesi olduğu gözlenmektedir.Yani tartışma aslında basit bir AKP-CHP belediye kapışmasının da ötesinde görünmektedir.
Su; tüm canlıların olmazsa olmaz yaşam kaynağıdır. Susuz bir yaşam asla düşünülemez. Bu anlamda da suyun, özellikle de sağlıklı bir suyun gereği ortada olan bir gerçektir. Ama küresel ısınmanın da etkisiyle su, dünyada sınırlı kaynaklara sahip değerli bir nesne haline dönüşmüştür. Üstelik de, dünyaya hakim olan küresel politikaların suya da el attığı gün gibi ortadaolan bir gerçektir. Açıkçası su, doğal bir ihtiyaç olmaktan çıkarılıp, bir metaya dönüştürülmek istenmektedir. Suyun bulunması, miktarı kadar temiz olması da önemlidir. Bu anlamda da suyun hastalık yapıcı mikroorganizmalar kadar, son günlerde çok popüler hale gelen arsenik ve diğer kimyasal maddelerden temizlenmesi gerekmektedir. Zira bu maddeler, bu maddeler, kısa ve daha çok da uzun vadede insanlarda kansere kadar varan bir dizi sağlık sorununa yol açabilme özelliğine sahiptirler. Dolayısıyla, suyun temiz olması, temiz koşullarda taşınıp insanlara ulaştırılması son derece önem arzetmektedir. Tarihin ilk dönemlerinden beri toplumlar bu süreci kamusal organizasyon ve sorumluluklarla gerçekleştirmişlerdir. Ta ki, 80’li yıllara kadar.
Dünyada neoliberalizmin yükseliş dönemi ile birlikte, suyun da metalaştırılması ile ilgili politikalar gündeme gelmiştir. Bu politikaların başında ise Dünya Bankası gelmektedir. Fransa’da suyun özelleştirilmesi örneğinden yola çıkılarak, bir dünya modeli oluşturmaya girişilmiş ve durum Dünya Bankası’nın bir numaralı eğilimi olmuştur. Kamunun su hizmetlerinden giderek elini çekmesi, ama kamu güvencesinde, işi özel şirketlere devretmesi biçiminde özetlenebilecek bu politika, dünya ölçeğindeki su şirketlerinin dünya su kaynaklarını yönetebilmesinin önünü açma amacına hizmet eder gibi görünmektedir. Fransa’dan sonra, değişik ülkelerde mantık korunarak farklı modeller uygulanmıştır. Böylece de suyun da petrol gibi egemen sınıfların eline geçmesinin önü açılmıştır.
Türkiye’de bu anlamda bir politika uygulamaya koyulmuştur ne yazık ki. İzmit, Antalya, Çeşme-Alaçatı, vb yapılan su özelleştirmeleri, Türkiye belediyelerinin bu konuda dünyaya entegrasyonunun başarılı (!) örnekleri olarak gözümüze çarpmaktadır. Özellikle 1980 sonrası yasalarda yapılan bir dizi değişiklikle, su konusunda belediyeler kendi dertleri ile baş başa bırakılmış, dış kredi kullanmaya yönlendirilmiş ve bu sonucun önü büyük oranda açılmıştır. Belediyelerin merkezi yönetimlerin desteğinden yoksun bırakılması ve de belediye hizmetlerinin birbirlerinden koparılarak parçalanması, bu sürecin hızını arttıran etkenler olmuşlardır.
Uzmanların göre, Türkiye su özelleştirmesinde önce Fransız modelini denemiş, şimdi giderek İngiliz modeline dönmüştür. Bunun anlamı ise açıkça şudur; yerel yönetimlerin daha çok inisiyatif aldığı Fransız modeli değil, geniş çaplı su havzası özelleştirmeleri kapıdadır. İşte, “suda tasarruf”, “arsenikli su” kapışmalarının arkasında, insanın en temel ihtiyacı olan suyun metalaştırılması, çok uluslu tekellerin kar alanı haline getirilmesi senaryosu yatmaktadır ne yazık ki.
Ancak bu yazıyı okuyanlar şunu söyleyebilir; “Fransız ya da İngiliz fark etmez, biz temiz su içmek, kullanmak istiyoruz. Zaten belediyeler de, bu işi beceremiyor. Özelleşse ne olur?” Ama zaten halka asıl söyletilmek istenen de bu değil midir? Tıpkı sağlıkta olduğu gibi, tıpkı diğer hizmetlerde olduğu gibi. Yıllarca, kamusal bir hizmet olan sağlığın gereği olan finansal ve örgütsel katkıyı, düzenlemeyi yapmayıp o alanı çökerttiler sonra da başka düzenleme ve katkılarla, bir özel alternatif yarattılarve hizmet sorumluluğunu yarattıkları bu yeni aktöre devrettiler. Daha doğrusu, söz konusu alanın tüm getirisini. Suda yapılmak istenen şey de pek farklı değil. Burada, sorumluluk vatandaştadır. Zira önünde sağlık konusunda yaşadıkları örnek teşkil etmektedir.
Toplum suyu yaşamsal bir ihtiyaç olarak görüp, içtiği suyun nasıl sağlanması gerektiği konusunda söz söyleyen bir irade durumuna gelmezse, küresel aktörleri devreye sokmak isteyenler sergilenen Ankara-İzmir ortaoyunu gibi daha çok oyun sergileyeceklerdir haberiniz olsun.
Arzu Kök
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder