Yaşam gülümsemekti belki
Ağız dolusu kahkahalar savurabilmekti gökyüzüne.
Bir düştü belki gördüğümüz,
Uyanmak istemediğimiz.
Hem seviyordunuz insanları,
Hem sevmiyordunuz.
Bir umut vardı içinizde,
Yaşama, insanlığa dair,
Yoksundu çabanız.
Bir kaçış vardı sizde,
Kırçiçeklerinden, belki özgürlüğünüzden...
Yitiriyordunuz kaçmakla,
Umutları, yarınları, özgürlüğü.
Oysa,
Bir kelebek kadar hür,
Bir karınca kadar mutlu,
Ağız dolusu kahkaha
Ve
Yitmeyen umutlarla dolu
Bir yaşamdı size yakışan...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
30 Eylül 2008 Salı
KOMEDİ Mİ GERÇEKLER Mİ?...
Kızılay’da yola tükürenlere kızmıyorum artık, sanata tükürenleri gördükten sonra. Pavyon kapatanlara kızmıyorum, AKM’ yi, tiyatroları kapatanları gördükten sonra. Falanca partinin ‘kanlı mı gelsek kansız mı?’ sözüne kızmıyorum, Anıtkabir’de Ulu Önder’in huzurunda şeriat şovu yapanları gördükten sonra. El feneriyle hırsızlık yapanlara kızmıyorum artık, Deniz Feneriyle hırsızlık yapanları gördükten sonra. Rahmetli Cumhurbaşkanımıza kızmıyorum artık, özelleştirmede ilk köprüleri sattı diye, özelleştirme adına ülkeyi, geleceğini satanları gördükten sonra…
Haydi yok mu alan, batan geminin malları bunlar…..Termik santral alana Orta Anadolu linyitleri bedava…Yetişen alıyor…Süt Kurumunu alana on Montofon on da Holstein cabası… Petlas’ ı, Botaş’ ı, T.E.K. ‘i, P.T.T’ yi alana başbakan yardımcısı bedava….
Şimdi müşteri beklemenin tam zamanı. Bunları falanca şehir esnafından bir işadamı mı alacak sanıyorsunuz. Zor alır…Sen kamuoyuna zarar ediyorlar diyeceksin, sonra da var mı alan diye çıkacaksın. Zararlı olanı kim alır? Tabi ki yabancı sermayeler ve Türkiye için ağzı sulanan kapitalist ülkeler. Kar eden şirketler ithal kenelere, zarar edenlerse emeklilik yaşının artmasıyla yerli dedelere, ninelere….Bu ülkede normal insan ömrü 68.7 iken emeklilik yaşı 65. Vatandaş yazık ki Türkiye’ deki çalışma koşulları ve yaşam standardı sayesinde çalışırken mefta olacak. Emekliliğini göremeden, devletine hiç külfet olmadan…
Geçenlerde bir sivil toplum örgütünün başkanı emekliler için, ‘ 20 yıl çalışıyorlar 40 yıl maaş alıyorlar’ diyerek emeklilere ödenen paralara nasıl göz konulduğunu gösterdi bizlere. Peki merak ediyorum; hiç hesaplamış mı acaba 20 yıl ödenen primlerin bileşik faizle hesaplandığında ne kadar tuttuğunu? Toplum haklarını savunucu olarak gördüğümüz sivil toplum örgütlerinin birinin başındaki birinin bu söylemini yadırgadım doğrusu.
Ülkemizde ortalama emekli maaşı 600 YTL civarında. Bu ücretle de insanların ayakta durması, yaşaması isteniyor. Kişi tek başına yaşıyor olsa evet belki kolay olacak. Ama o yaşa gelmiş birinin eşi ve çocukları vardır. Onlara bakmakla da yükümlüdür. Unutmayalım ülkemizde açlık sınırı 940 YTL. Ve bu insanlar açlık sınırında yaşamaya mahkum. Emeklilikten sonra iyi bir iş bulup çalışmak isteyen, ailesine daha iyi bakmak isteyen emeklinin önüne ise engel konuluyor 1 ekim'de yürürlüğe girecek yasayla. Avrupa da bir emekli çift Türkiye’ ye geldiğinde beş yıldızlı otellerde krallar gibi tatil yaparken, bizim emeklilerimiz bırakın tatil yapmayı, ay başını getirebilir miyim diye hesap yapıyor.
Bunlar gibi pek çok komedilerin oynandığı bir sahne ülkemiz. Yok mu dur diyecek bunlara……..
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Haydi yok mu alan, batan geminin malları bunlar…..Termik santral alana Orta Anadolu linyitleri bedava…Yetişen alıyor…Süt Kurumunu alana on Montofon on da Holstein cabası… Petlas’ ı, Botaş’ ı, T.E.K. ‘i, P.T.T’ yi alana başbakan yardımcısı bedava….
Şimdi müşteri beklemenin tam zamanı. Bunları falanca şehir esnafından bir işadamı mı alacak sanıyorsunuz. Zor alır…Sen kamuoyuna zarar ediyorlar diyeceksin, sonra da var mı alan diye çıkacaksın. Zararlı olanı kim alır? Tabi ki yabancı sermayeler ve Türkiye için ağzı sulanan kapitalist ülkeler. Kar eden şirketler ithal kenelere, zarar edenlerse emeklilik yaşının artmasıyla yerli dedelere, ninelere….Bu ülkede normal insan ömrü 68.7 iken emeklilik yaşı 65. Vatandaş yazık ki Türkiye’ deki çalışma koşulları ve yaşam standardı sayesinde çalışırken mefta olacak. Emekliliğini göremeden, devletine hiç külfet olmadan…
Geçenlerde bir sivil toplum örgütünün başkanı emekliler için, ‘ 20 yıl çalışıyorlar 40 yıl maaş alıyorlar’ diyerek emeklilere ödenen paralara nasıl göz konulduğunu gösterdi bizlere. Peki merak ediyorum; hiç hesaplamış mı acaba 20 yıl ödenen primlerin bileşik faizle hesaplandığında ne kadar tuttuğunu? Toplum haklarını savunucu olarak gördüğümüz sivil toplum örgütlerinin birinin başındaki birinin bu söylemini yadırgadım doğrusu.
Ülkemizde ortalama emekli maaşı 600 YTL civarında. Bu ücretle de insanların ayakta durması, yaşaması isteniyor. Kişi tek başına yaşıyor olsa evet belki kolay olacak. Ama o yaşa gelmiş birinin eşi ve çocukları vardır. Onlara bakmakla da yükümlüdür. Unutmayalım ülkemizde açlık sınırı 940 YTL. Ve bu insanlar açlık sınırında yaşamaya mahkum. Emeklilikten sonra iyi bir iş bulup çalışmak isteyen, ailesine daha iyi bakmak isteyen emeklinin önüne ise engel konuluyor 1 ekim'de yürürlüğe girecek yasayla. Avrupa da bir emekli çift Türkiye’ ye geldiğinde beş yıldızlı otellerde krallar gibi tatil yaparken, bizim emeklilerimiz bırakın tatil yapmayı, ay başını getirebilir miyim diye hesap yapıyor.
Bunlar gibi pek çok komedilerin oynandığı bir sahne ülkemiz. Yok mu dur diyecek bunlara……..
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
DİL DUYARLILIĞI
‘Dilini yitiren milletler yaşama hakkını da yitimiştir.’ Yani her şey dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek, Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.
XX.yüzyılın başlarında gelişimini tamamlamış bir dil olan dilimiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Bir milleti tarihine bağlayan en güçlü unsur olan dil devre dışı bırakılmış oluyor ve milletimiz tarihsizleştirilmek isteniyordu böylece. Dilden atılan her kelime, milletin ruhundan atılan bir parçaydı sanki.
Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi. Neredeyse her duvarda İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi asılı; ancak bu anıt niteliğindeki eserler artık gençliğe seslenmiyor. Zira yitirilen dil zenginliğimiz nedeniyle bunları algılamak için özel bir çaba harcaması gerekiyor gençliğimizin. Yani Türk Gençliği bunları anlamadığı için, onun temsil ettiği değerleri de anlayamıyor ve tarih, şiir, milli duyarlılık, hamiyetperverlik, bağımsızlık…vb.. duygulardan yoksun yetişiyor.
Tarihi ile bağları koparılmış, anadilindeki en yetkin eserleri okuyamayan, okusa da anlayamayan bir milletten ne beklenebilir ki? Söyleyelim. Oynayacak bu millet; geleceğiyle, ülkesinin geleceğiyle oynayacak. Milletin ve memleketin ölüm kalım savaşı verdiği devirleri bir ninni gibi dinleyecek, ‘Türk’ün ateşle imtihanı‘ nı dinlemeye ise tenezzül dahi etmeyecektir. Dinlemediği ve zaten araştırmadığı için de kendi öz değerlerine yabancılaşacak ve içinde yaşadığı medeniyeti hor görür duruma gelecektir. Bunun sonunda da başkaları gibi olmaya çalışacak ve kendinden dahi uzaklaşacaktır.
İçinde yaşadıkları milletin büyük kişiliklerini tanımayan nesiller ise zamanla kendilerine sahte kahramanlar, boyalı kişilikler edineceklerdir. Bir dil zevki, duyarlılığı edinemeyen genç, okuduğu her alt alta yazılmış şeyi şiir zannedecek, kulak tırmalayan hoyrat ezgileri türkü veya şarkıdır diye dinleyecektir. Tehlike böylece büyüyecek ve sonunda bu millet yok olmanın eşiğine gelecektir. Ki zaten şöyle bir baktığımızda pek de bu gelişmelere uzak olmadığımız gözlenmektedir ve durum kaygı vericidir.
Durum böyle iken dilimizin geleceğini temin etme zorunluluğuna sahibiz. Türkçe’yi tarihiyle barıştırabilmeli, temiz, zengin dilimizi anlamaya, konuşmaya, okuyup, yazmaya yönlendirmeliyiz. Böylece de insanımız içinde yaşadığı uygarlığın zenginliklerini anlayacak ve nasıl bir tarihin sürdürücüsü olduğunu görecek ve şimdiye kadar imrenerek baktığı kartondan putlar gözünde bir bir yıkılacaktır.
Bir an önce ideolojik saplantılardan vazgeçilip, Türkçe evlerimizde, okullarımızda tarihi gelişimi de göz önünde bulundurularak sevgi ve sabırla öğretilmelidir. Türkçe’nin geleceği, sadece edebiyat öğretmenlerine terk edilemeyecek kadar önemlidir. Vatanını seven her öğretmenin en önemli görevi –dalı ne olursa olsun- öğrencilerine dil duyarlılığını aşılamak olmalıdır. Zira Türkçe’yi sevmek, Türkiye’yi sevmek demektir.
Emin olunmalıdır ki dil duyarlılığına yeterince önem verildiğinde şuan içinde bulunduğumuz pek çok sorun halledilmiş olacaktır. Türk Gençliği kendi özüne, kendi milli ülküsüne sarılacaktır.
Dil ve tarih bilinciyle: ‘…….yatağından çıkmış bir su örneği, çamurlara bulanan Türk Milleti ve Türk uygarlığı, tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir.’ Sizi bilemem ancak ben bu görüşe tüm kalbimle inanıyorum ve bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim.
Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
XX.yüzyılın başlarında gelişimini tamamlamış bir dil olan dilimiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Bir milleti tarihine bağlayan en güçlü unsur olan dil devre dışı bırakılmış oluyor ve milletimiz tarihsizleştirilmek isteniyordu böylece. Dilden atılan her kelime, milletin ruhundan atılan bir parçaydı sanki.
Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi. Neredeyse her duvarda İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi asılı; ancak bu anıt niteliğindeki eserler artık gençliğe seslenmiyor. Zira yitirilen dil zenginliğimiz nedeniyle bunları algılamak için özel bir çaba harcaması gerekiyor gençliğimizin. Yani Türk Gençliği bunları anlamadığı için, onun temsil ettiği değerleri de anlayamıyor ve tarih, şiir, milli duyarlılık, hamiyetperverlik, bağımsızlık…vb.. duygulardan yoksun yetişiyor.
Tarihi ile bağları koparılmış, anadilindeki en yetkin eserleri okuyamayan, okusa da anlayamayan bir milletten ne beklenebilir ki? Söyleyelim. Oynayacak bu millet; geleceğiyle, ülkesinin geleceğiyle oynayacak. Milletin ve memleketin ölüm kalım savaşı verdiği devirleri bir ninni gibi dinleyecek, ‘Türk’ün ateşle imtihanı‘ nı dinlemeye ise tenezzül dahi etmeyecektir. Dinlemediği ve zaten araştırmadığı için de kendi öz değerlerine yabancılaşacak ve içinde yaşadığı medeniyeti hor görür duruma gelecektir. Bunun sonunda da başkaları gibi olmaya çalışacak ve kendinden dahi uzaklaşacaktır.
İçinde yaşadıkları milletin büyük kişiliklerini tanımayan nesiller ise zamanla kendilerine sahte kahramanlar, boyalı kişilikler edineceklerdir. Bir dil zevki, duyarlılığı edinemeyen genç, okuduğu her alt alta yazılmış şeyi şiir zannedecek, kulak tırmalayan hoyrat ezgileri türkü veya şarkıdır diye dinleyecektir. Tehlike böylece büyüyecek ve sonunda bu millet yok olmanın eşiğine gelecektir. Ki zaten şöyle bir baktığımızda pek de bu gelişmelere uzak olmadığımız gözlenmektedir ve durum kaygı vericidir.
Durum böyle iken dilimizin geleceğini temin etme zorunluluğuna sahibiz. Türkçe’yi tarihiyle barıştırabilmeli, temiz, zengin dilimizi anlamaya, konuşmaya, okuyup, yazmaya yönlendirmeliyiz. Böylece de insanımız içinde yaşadığı uygarlığın zenginliklerini anlayacak ve nasıl bir tarihin sürdürücüsü olduğunu görecek ve şimdiye kadar imrenerek baktığı kartondan putlar gözünde bir bir yıkılacaktır.
Bir an önce ideolojik saplantılardan vazgeçilip, Türkçe evlerimizde, okullarımızda tarihi gelişimi de göz önünde bulundurularak sevgi ve sabırla öğretilmelidir. Türkçe’nin geleceği, sadece edebiyat öğretmenlerine terk edilemeyecek kadar önemlidir. Vatanını seven her öğretmenin en önemli görevi –dalı ne olursa olsun- öğrencilerine dil duyarlılığını aşılamak olmalıdır. Zira Türkçe’yi sevmek, Türkiye’yi sevmek demektir.
Emin olunmalıdır ki dil duyarlılığına yeterince önem verildiğinde şuan içinde bulunduğumuz pek çok sorun halledilmiş olacaktır. Türk Gençliği kendi özüne, kendi milli ülküsüne sarılacaktır.
Dil ve tarih bilinciyle: ‘…….yatağından çıkmış bir su örneği, çamurlara bulanan Türk Milleti ve Türk uygarlığı, tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir.’ Sizi bilemem ancak ben bu görüşe tüm kalbimle inanıyorum ve bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim.
Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
GAZİLERİMİZ
Bugün 19 Eylül ve bugünün bizler için önemli iki nedeni var. Birincisi, Mustafa Kemal'e Gazilik Unvanı 19 Eylül 1921 tarihinde verilmiş olması, ikincisi ise; bugünün Gaziler Günü olarak kutlanmasıdır. Gazilerimiz tarih kitaplarında rastlayamayacağımız türden bilgilerle donanımlı yaşayan tarihlerimizdir. Onlar vatan uğrunda gözlerini kırpmadan ölüme koşan canlarımızdır. Bugün eğer ki evlerimizde huzur içerisinde oturabiliyorsak bunu vatan uğruna can veren şehitlerimize ve gazilerimize borçluyuz.
Şehitlerimizi verdik kara toprağın bağrına. Yaptık son görevimizi onlara karşı. Ama ya gazilerimiz?... Ki onlar yaşıyorlar. Onlar ilerde yetişen nesile bugünün tarihini anlatacaklar. Onlara ne kadar sahip çıkıyor, ziyaret ediyoruz? Yada onlara sahip çıkmayı sadece TSK'nın görevi olarak mı görüyoruz? Öyleyse şayet yazık bizlere. Vatan uğruna savaşıp Gazi ünanı almış yiğitlerimize sahip çıkalım. Onlara hakettikleri saygı ve sevgiyi gösterelim. Zira Onlar bizim en kıymetlilerimizdir. Bugün Gazi Günü. Tüm Gazilerimizin bugününü kutluyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Ve eğer kabul ederlerse şehitlerimize ve gazilerimize armağan etmek istiyorum bu şiirimi.
MEHMEDİM,
ŞEHİDİM,
GAZİM...
Ellerinde tüfeğin,
Gözlerinde umut var senin
Omuzundaki, yüreğindeki,
Kolundaki, bacağındaki ağrı
Bir güzel ülkedir, ülkendir biliyorum.
Onu alnında yeşeren bir gül gibi taşır,
Sever, uğrunda ölümleri göze alırsın.
Ya bir dağdır göğsündeki toprak.
Yada bir ırmak,
Akıp ülkemin her karışına seni yayan.
Duramaz, duramazsın öyle,
Birileri tehdit ederken vatanını.
Sualtı taşı değilsin ki,
Dingin durasın.
Zaten bir başkasın sen.
Topraktan göğe erişen bir ağaç gibi,
Meyveleriyle ülke çizensin.
Akarken şahdamarından kanın,
Kan rengi toprağa oluk, oluk
Göğerir görüyorum kalbinden,
Binyıllardır ağan ülkemi.
Anaç toprağadır dostluğun,
Yüklü bulutlara öfken.
Vurulup sırtından düşerken yere
Yada
Hain bir mayınla savrulurken bedenin,
Bin kez kabarır toprak,
Bin kez coşar ırmak
Ve uyanır gökler.
Ülken gurur duyuyor seninle
Ve milyonlar selam durur ardından
Mehmedim, Şehidim, Gazim...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Şehitlerimizi verdik kara toprağın bağrına. Yaptık son görevimizi onlara karşı. Ama ya gazilerimiz?... Ki onlar yaşıyorlar. Onlar ilerde yetişen nesile bugünün tarihini anlatacaklar. Onlara ne kadar sahip çıkıyor, ziyaret ediyoruz? Yada onlara sahip çıkmayı sadece TSK'nın görevi olarak mı görüyoruz? Öyleyse şayet yazık bizlere. Vatan uğruna savaşıp Gazi ünanı almış yiğitlerimize sahip çıkalım. Onlara hakettikleri saygı ve sevgiyi gösterelim. Zira Onlar bizim en kıymetlilerimizdir. Bugün Gazi Günü. Tüm Gazilerimizin bugününü kutluyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Ve eğer kabul ederlerse şehitlerimize ve gazilerimize armağan etmek istiyorum bu şiirimi.
MEHMEDİM,
ŞEHİDİM,
GAZİM...
Ellerinde tüfeğin,
Gözlerinde umut var senin
Omuzundaki, yüreğindeki,
Kolundaki, bacağındaki ağrı
Bir güzel ülkedir, ülkendir biliyorum.
Onu alnında yeşeren bir gül gibi taşır,
Sever, uğrunda ölümleri göze alırsın.
Ya bir dağdır göğsündeki toprak.
Yada bir ırmak,
Akıp ülkemin her karışına seni yayan.
Duramaz, duramazsın öyle,
Birileri tehdit ederken vatanını.
Sualtı taşı değilsin ki,
Dingin durasın.
Zaten bir başkasın sen.
Topraktan göğe erişen bir ağaç gibi,
Meyveleriyle ülke çizensin.
Akarken şahdamarından kanın,
Kan rengi toprağa oluk, oluk
Göğerir görüyorum kalbinden,
Binyıllardır ağan ülkemi.
Anaç toprağadır dostluğun,
Yüklü bulutlara öfken.
Vurulup sırtından düşerken yere
Yada
Hain bir mayınla savrulurken bedenin,
Bin kez kabarır toprak,
Bin kez coşar ırmak
Ve uyanır gökler.
Ülken gurur duyuyor seninle
Ve milyonlar selam durur ardından
Mehmedim, Şehidim, Gazim...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
MARMARİS ESKİSİ GİBİ KALACAK MI?...
Bir süre once Marmaris-Osmaniye köyü civarında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan maden arama ve işletme izni alıp, ağaç kıyımına ve yol açmaya başlayan Neslişah isimli şirkete, Marmaris sivil toplum örgütleri, köy muhtarı ve halkının “Madene Hayır” diyerek yaptıkları sözlü ve yazılı itirazlar sayesinde İdari Mahkeme şimdilik çalışmaları durdurma kararı almıştı.
Konu gerçekten de önemliydi. Zira bu yapılan çalışmalar hem kızılçam ormanlarının katline hem de arıcılıkla uğraşan köy halkının işine sekte vuracaktı. Bu anlamda başlatılan “Madene Hayır” kampanyasının başarısı doğal olarak bölge halkını sevindirmişti. Ancak, İdari mahkemenin geçici kararı kesinlik kazanması anlamına gelmediğinden mücadeleye devam kararı alındı. Ama son öğrenilen bilgiler bölge halkını çileden çıkardı. Zira Turizm cenneti Marmaris’in yarısını kaplayan alanda maden araması için 41 şirkete ruhsat verildiği ortaya çıktı. Duruma tepki gösteren çevreciler izinlerin iptali için yeniden bir başvuruda bulundu.
Marmaris, aslında geçmişte de maden arama çalışmalarına yabancı değil. Muğla ili sınırları içerisinde 1945-1960 yılları arasında Marmaris-Karaağaç-Karabörtlen- Fethiye- Göcek sürekli maden konusunda adları geçen ilçeler olmuşlardır. Ancak o yıllarda turizm bu kadar gelişmiş değildi. Marmaris nüfusu o dönemler 3-5 bin kişi civarındaydı ve bölge halkının geliri sünger, balık, sebze ve günlük ağaçlarından elde edilen sığla yağı, defne, kekik, harnup(keçiboynuzu) gibi ürünlerin toplanıp satılması ile elde ediliyordu. Bu nedenle de yöre halkı madenlerde çalışarak ek gelir elde etme peşindeydi. Ancak bugün şartlar değişmiştir. Turizm için onca çaba harcanmış ve bir yerlere getirilmiştir.
Ama ne oldu? Önce bu turizm cenneti Marmaris bir beton yığınına dönüştürüldü. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuldu. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuldu. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolladılar. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girdiler. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozuldu. (Bu konuya daha sonar ayrı bir makale ile de değineceğim.) Şimdi de maden için ağaçları kesecekler. Yani doğaya ve ekolojik dengeye bir darbe daha atılacak.
Verilen izinlerle Marmaris'in yüzölçümünün yüzde 52'sinin köstebek yuvasına çevrilme ihtimali var. Muğla'dan 24, İstanbul'dan 10, Ankara'dan 5, Adana ve Bursa'dan 1'er olmak üzere toplam 41 şirkete maden arama ruhsatı verilmiş. Sadece İstanbul'dan 1 firma 7 ayrı yerde arama izni almış. Osmaniye Köyü'ndeki madenin sahiplerinin de 15 ayrı ruhsatı bulunuyor. Bu artık sadece Marmaris’in yada Marmarislinin sorunu değil ulusal bir sorun haline gelmiştir. Zira turizm kenti olan Marmaris'te bu kadar ruhsatlı yer faaliyete geçerse artık gerisini siz düşünün. Bir de ilginç bir durum vardır ki maden için ruhsat verilen yerlerden birisi Milli Park sınırları içerisinde kalmaktadır. Oysa dünyanın hiçbir yerinde Milli Parklar içerisinde maden arama izni verilmez. Ancak maalesef ki bizim maden yasamız buna izin verecek şekilde düzenlenmiştir.
Maden arama çalışmaları herkesin malumu olduğu üzere sessiz sedasız yapılacak bir iş değildir. Mutlaka patlamalar ve toz duman söz konusudur. Bunun ise doğaya ve turizme vereceği zararı siz düşünün artık. Ham haliyle tonu 50 dolara satılan manganezden bir yılda elde edilecek kazanç milyon doları bile bulmayacaktır. Oysa ülke ekonomisine her yıl yaklaşık 1,5 milyar dolar kazandıran Marmaris turizmi büyük zarar görecektir. Bu nedenledir ki Türkiye'nin bir çok yerinde manganez madeni varken neden özellikle Marmaris bitirilmeye çalışılıyor? Neden doğaya ve turizme darbe vurmak bu kadar öncelikli oluyor?
Marmaris Kent Konseyi Çevre Komisyonu Marmaris halkıyla beraber mücadelelerine başlamıştır. Ancak sorun yukarıda da belirttiğim gibi sadece Marmaris’in sorunu değil tüm ulusun sorunudur ve ortak mücadele ile bu gidişe son vermek gerekmektedir.
Başbakan Rize’deki bir konuşmasında kendisini “Çevrecinin daniskası” olarak nitelemiş, Turizm ve Kültür Bakanı ise “Asıl çevreci benim” diyerek çevreye önem verdiklerini ifade etmeye çalışmışlardır da bu izinler verilirken acaba neredeydiler? Bu izinler verilirken hiç mi haberleri olmamış? Yada söyledikleri ile yaptıkları farklı şeyler midir? Marmaris bir turizm ve doğa cennetidir. Bu nedenledir ki once Başbakan ve Turizm ve Çevre Bakanı olmak üzere bu gidişata dur demek için ne yapacaklardır? Doğrusu hepimiz merakla izleyeceğiz.
Doğanın katliamına Hayır!... Doğanın ekolojik dengesinin korunması ve turizme evet…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Konu gerçekten de önemliydi. Zira bu yapılan çalışmalar hem kızılçam ormanlarının katline hem de arıcılıkla uğraşan köy halkının işine sekte vuracaktı. Bu anlamda başlatılan “Madene Hayır” kampanyasının başarısı doğal olarak bölge halkını sevindirmişti. Ancak, İdari mahkemenin geçici kararı kesinlik kazanması anlamına gelmediğinden mücadeleye devam kararı alındı. Ama son öğrenilen bilgiler bölge halkını çileden çıkardı. Zira Turizm cenneti Marmaris’in yarısını kaplayan alanda maden araması için 41 şirkete ruhsat verildiği ortaya çıktı. Duruma tepki gösteren çevreciler izinlerin iptali için yeniden bir başvuruda bulundu.
Marmaris, aslında geçmişte de maden arama çalışmalarına yabancı değil. Muğla ili sınırları içerisinde 1945-1960 yılları arasında Marmaris-Karaağaç-Karabörtlen- Fethiye- Göcek sürekli maden konusunda adları geçen ilçeler olmuşlardır. Ancak o yıllarda turizm bu kadar gelişmiş değildi. Marmaris nüfusu o dönemler 3-5 bin kişi civarındaydı ve bölge halkının geliri sünger, balık, sebze ve günlük ağaçlarından elde edilen sığla yağı, defne, kekik, harnup(keçiboynuzu) gibi ürünlerin toplanıp satılması ile elde ediliyordu. Bu nedenle de yöre halkı madenlerde çalışarak ek gelir elde etme peşindeydi. Ancak bugün şartlar değişmiştir. Turizm için onca çaba harcanmış ve bir yerlere getirilmiştir.
Ama ne oldu? Önce bu turizm cenneti Marmaris bir beton yığınına dönüştürüldü. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuldu. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuldu. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolladılar. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girdiler. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozuldu. (Bu konuya daha sonar ayrı bir makale ile de değineceğim.) Şimdi de maden için ağaçları kesecekler. Yani doğaya ve ekolojik dengeye bir darbe daha atılacak.
Verilen izinlerle Marmaris'in yüzölçümünün yüzde 52'sinin köstebek yuvasına çevrilme ihtimali var. Muğla'dan 24, İstanbul'dan 10, Ankara'dan 5, Adana ve Bursa'dan 1'er olmak üzere toplam 41 şirkete maden arama ruhsatı verilmiş. Sadece İstanbul'dan 1 firma 7 ayrı yerde arama izni almış. Osmaniye Köyü'ndeki madenin sahiplerinin de 15 ayrı ruhsatı bulunuyor. Bu artık sadece Marmaris’in yada Marmarislinin sorunu değil ulusal bir sorun haline gelmiştir. Zira turizm kenti olan Marmaris'te bu kadar ruhsatlı yer faaliyete geçerse artık gerisini siz düşünün. Bir de ilginç bir durum vardır ki maden için ruhsat verilen yerlerden birisi Milli Park sınırları içerisinde kalmaktadır. Oysa dünyanın hiçbir yerinde Milli Parklar içerisinde maden arama izni verilmez. Ancak maalesef ki bizim maden yasamız buna izin verecek şekilde düzenlenmiştir.
Maden arama çalışmaları herkesin malumu olduğu üzere sessiz sedasız yapılacak bir iş değildir. Mutlaka patlamalar ve toz duman söz konusudur. Bunun ise doğaya ve turizme vereceği zararı siz düşünün artık. Ham haliyle tonu 50 dolara satılan manganezden bir yılda elde edilecek kazanç milyon doları bile bulmayacaktır. Oysa ülke ekonomisine her yıl yaklaşık 1,5 milyar dolar kazandıran Marmaris turizmi büyük zarar görecektir. Bu nedenledir ki Türkiye'nin bir çok yerinde manganez madeni varken neden özellikle Marmaris bitirilmeye çalışılıyor? Neden doğaya ve turizme darbe vurmak bu kadar öncelikli oluyor?
Marmaris Kent Konseyi Çevre Komisyonu Marmaris halkıyla beraber mücadelelerine başlamıştır. Ancak sorun yukarıda da belirttiğim gibi sadece Marmaris’in sorunu değil tüm ulusun sorunudur ve ortak mücadele ile bu gidişe son vermek gerekmektedir.
Başbakan Rize’deki bir konuşmasında kendisini “Çevrecinin daniskası” olarak nitelemiş, Turizm ve Kültür Bakanı ise “Asıl çevreci benim” diyerek çevreye önem verdiklerini ifade etmeye çalışmışlardır da bu izinler verilirken acaba neredeydiler? Bu izinler verilirken hiç mi haberleri olmamış? Yada söyledikleri ile yaptıkları farklı şeyler midir? Marmaris bir turizm ve doğa cennetidir. Bu nedenledir ki once Başbakan ve Turizm ve Çevre Bakanı olmak üzere bu gidişata dur demek için ne yapacaklardır? Doğrusu hepimiz merakla izleyeceğiz.
Doğanın katliamına Hayır!... Doğanın ekolojik dengesinin korunması ve turizme evet…
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
HAKİKAR YOLCUSU; ÖĞRETMENLER
Güleç bir yüz tanıdım bir zamanlar,
Bilmem hangi tarihti…
Alnı kırışıklarla kucaklaşmayan,
Saçları kapkara, parlak,
Gözleri aydın aydın bakan,
Ruhu, kalbi katıksız pak olan.
Bir ağacın haşmeti vardı onda,
Minik kuşlar barındırıyordu koynunda.
Ve bir bahçıvan kadar dikkatliydi,
Rengarenk çiçeklerine bakarken.
Solmasınlar, kurumasınlar, taze taze açıp,
Misler gibi koksunlar diye
Canından çok onları kaçırırdı,
Soğuktan ve sıcaktan…
Tek amacı vardı;
Küçücük ışıkları güneş yapmak…
Ve
Bir gün yine geldi bize.
Kimimiz birer ağaç,
Kimimizse birer fidandık hala.
Bembeyazdı kapkara saçları,
Titrek titrekti konuşmaları,
Kırış kırıştı alnı.
Ama yüreği, sevgiyle yoğrulmuş yüreği,
Hala sımsıcak ve hiç eksilmeyen,
Taptaze duygularla doluydu.
Belli unutmamıştı bizi.
Hem insan nasıl unutabilirdi ki,
Vücudunun parçalarını?
Zaman etine etki etmişti sadece,
Güleç yüzünü, aydın aydın bakan gözlerini
Ve ellerini değiştirememişti.
İşte o benim,
Babamdan da öte ÖĞRETMENİMDİ.
Vücudumun bütünleyicisiydi,
Ana kaynağıydı halkalarımın.
Yaşamıma yön verendi.
Biz de seni unutmadık hakikat yolcusu,
Her zaman bizimleydin, yokluğunda bile
Ve her zaman da öyle olacaksın…
Seni çok seviyoruz……
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Bilmem hangi tarihti…
Alnı kırışıklarla kucaklaşmayan,
Saçları kapkara, parlak,
Gözleri aydın aydın bakan,
Ruhu, kalbi katıksız pak olan.
Bir ağacın haşmeti vardı onda,
Minik kuşlar barındırıyordu koynunda.
Ve bir bahçıvan kadar dikkatliydi,
Rengarenk çiçeklerine bakarken.
Solmasınlar, kurumasınlar, taze taze açıp,
Misler gibi koksunlar diye
Canından çok onları kaçırırdı,
Soğuktan ve sıcaktan…
Tek amacı vardı;
Küçücük ışıkları güneş yapmak…
Ve
Bir gün yine geldi bize.
Kimimiz birer ağaç,
Kimimizse birer fidandık hala.
Bembeyazdı kapkara saçları,
Titrek titrekti konuşmaları,
Kırış kırıştı alnı.
Ama yüreği, sevgiyle yoğrulmuş yüreği,
Hala sımsıcak ve hiç eksilmeyen,
Taptaze duygularla doluydu.
Belli unutmamıştı bizi.
Hem insan nasıl unutabilirdi ki,
Vücudunun parçalarını?
Zaman etine etki etmişti sadece,
Güleç yüzünü, aydın aydın bakan gözlerini
Ve ellerini değiştirememişti.
İşte o benim,
Babamdan da öte ÖĞRETMENİMDİ.
Vücudumun bütünleyicisiydi,
Ana kaynağıydı halkalarımın.
Yaşamıma yön verendi.
Biz de seni unutmadık hakikat yolcusu,
Her zaman bizimleydin, yokluğunda bile
Ve her zaman da öyle olacaksın…
Seni çok seviyoruz……
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
DENİZ FENERİ VURGUNU
6 yıl önce "Yolsuzluklara damardan gireceğiz." diyerek seçmenine söz veren Erdoğan bu günlerde etrafına resmen alev saçıyor. Çok kızgın bu ara. Gazete sahiplerini ilçe kongrelerinde yuhalatmaya, onları tehdite varan, sinirlerini bu kadar bozamn şey neydi acaba? Bu sorunun yanıtını biraz da olsa ülke gündemini takip eden herkes çok çabuk cevaplayacaktır. Zira ardarda patlayan olaylar Erdoğan'ın sözünü ne kadar(!) tuttuğunu gösterdi bizlere.
Önce 1 milyon dolarlık rüşvet olayı patlak verdi. Bu olayın ardından Şaban Dişli Erdoğan'ın yardımcılığı görevinden istifa etti. Ardından da Deniz Feneri Derneği dolandırıcılığıyla ilgili iddianame iktidar partisine hatta Başbakana kadar uzandı. Bu kadar mı sadece? Elbetteki hayır. AKP Batman İl Başkanı Ömer El bir çete ile birlikte ihaleye fesat karıştırmak suçundan aranıyor. Gaziantep'te ise AKP'li Büyükşehir Belediyesi'nin partili iş adamlarına üç günde 73,5 milyon YTL rant sağladığı iddiaları savcılıkta. İşte bunlar yüzünden öfke saçıyor Erdoğan. Ülkenin başbakanı en yakınındaki yardımcısı, il ve belediye başkanlarına uzanan yolsuzluğun üzerine gideceğine medya patronları ile polemiğe giriyor. Neymiş efendim özellikle Deniz Feneri olayı kamuoyuna o medya organları tarafından iletilmiş. İletilecek tabii. Zira bu onları görevi. Oysa Başbakan "Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yedirmeyeceğiz" diye bağırıyordu meydanlarda. Sanırız ki Başbakan bu yolsuzlukların üzerine gitmek yerine medya ile polemiğe girerek koruyacak yetim hakkını. Tabii bir seçenek daha var. Zira Başbakan ihaleye fesat karıştırmayı, resmi işlerden komisyon almayı, Din-Allah adına para toplatılıp insanların sömürülmesini, haram yollarla nüfuz ve mal sahibi olmayı, yetim hakkını korumak olarak algılayor olabilir. Ne dersiniz?...
Bizim milletimizin bir ince tarafı vardır. Yufka yüreklidir. Fakir birini gördüğünde dayanamaz. Elindeki üç kuruşun en az birini paylaşır. Bu aslında çok güzel bir özelliktir. Ancak bu güzel özellik kimileri tarafından kullanılagelmiş, insanlarımız yardım fikrinden dahi uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. En güzel örnek Deniz Feneri olayıdır bu anlamda. Olayı ilk duyduğumda açıkçası "Ülkemizde hayır işleri için kurulmuş Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze, Kızılay, Gaziler Vakfı....vb. kurumlar varken gidip ne olduğu belirsiz kurumlara para yatırılırsa olacağı budur." şeklinde düşündüm. Daha sonra şöyle bir baktım bu şekilde insanlardan para toplayan o kadar çok dernek ve vakıf var ki şaşırmadım dersem yalan olur. Deniz Feneri, Hızır Yardımlaşma, İnsan Eğitimi ve Kültür, Zeytin Dalı.... vb.. Ki bunların çoğunun da kuruluş tarihleri 2002 sonrasına denk geliyor. Peki ama neden insanlar yukarıda bahsettiğim bilinen köklü kurumlara değil de bunlara yardım ediyorlardı. Neden?... Biraz araştırınca durum az çok netlik kazandı.
2004 yılında yapılan düzenlemeler, hatta ince ayarlarla, kanuna " Fakirlere yardım amacıyla gida bankacılığı faaliyetlerinde bulunan dernek ve vakıflara, Maliya Bakanlığı'nca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamı" şeklinde yapılan ekleme ile beyanname veren gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince, yapılan bağışlar gider olarak indirilebilir hale getirilmiştir. Bu bağışlar aynı zamanda KDV Kanunu'nun 17. maddesine istinaden KDV'den de muaf tutulmayı sağlamaktadır. Ancak bu vakıf ve derneklere tanınan Bakanlar Kurulunca 'Vergi Muafiyeti', kamu yararına çalışan vakıf ve derneklere bağış yapanlara tanınmamış, sadece sınırlı bir avantajla sınırlandırılmıştır. Örneğin:
Gelir Vergisi mükellefi olan ve 200'er bin YTL kazanç sağlayan iki kişi var diyelim. Bunlardan A kişisi gıda bankacılığı yapan bir vakfa 200 bin YTL , B kişisi ise diyelim ki Mehmetçik Vakfı'na 200 bin YTL bağışlamış olsun. Bu durumda A kişisi yaptığı bağışın tamamını vergiden düşecek ve hiç vergi ödemeyecektir. B kişisi ise yaptığı bağışın % 5'ini yani 10 bin YTL'sini kazancından düşebilecek, geriye kalan 190 bin YTL için de Gelir Vergisi ödemek durumunda kalacaktır. bu durum kurumlar vergisi için de aynen geçerlidir. Şimdi söyleyin bakalım sevgili hükümetimiz yardımları o tarafa yönlendirmek adına özel bir çaba harcamışa benzemiyor mu? Açıkçası bu araştırma paranın neden köklü kurumlarımıza değil de ne oldukları, paralarının nereye aktığı belli olmayan vakıf ve derneklere gittiğini çok net anlattı bana. Ya size?...
Açıkçası deniz feneriysi, belediyelerin iftar çadırıydı, cemaatlerin hayrıydı hepsi ama hepsi yıkılmaya çalışılan sosyal devletin yerine oturtulmaya çalışılanlardan ibaret. Yolsuzluk ve dolandırıcılık sosyal yardım örtüsüne büründürülerek sömürünün dozajı arttırıldı. Şimdi zamanında bunlara yasalar ile yardımda bulunan Bakanlar Kurulumuz bunu önüne nasıl geçecek merak ediyoruz. Zira geçmemeleri zaten niyetlerini açıkça ortaya koymaları demek olacaktır. Belki de Başbakan'ın öfkesi böyle bir ikileme düştüğü içindir ne dersiniz?...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Önce 1 milyon dolarlık rüşvet olayı patlak verdi. Bu olayın ardından Şaban Dişli Erdoğan'ın yardımcılığı görevinden istifa etti. Ardından da Deniz Feneri Derneği dolandırıcılığıyla ilgili iddianame iktidar partisine hatta Başbakana kadar uzandı. Bu kadar mı sadece? Elbetteki hayır. AKP Batman İl Başkanı Ömer El bir çete ile birlikte ihaleye fesat karıştırmak suçundan aranıyor. Gaziantep'te ise AKP'li Büyükşehir Belediyesi'nin partili iş adamlarına üç günde 73,5 milyon YTL rant sağladığı iddiaları savcılıkta. İşte bunlar yüzünden öfke saçıyor Erdoğan. Ülkenin başbakanı en yakınındaki yardımcısı, il ve belediye başkanlarına uzanan yolsuzluğun üzerine gideceğine medya patronları ile polemiğe giriyor. Neymiş efendim özellikle Deniz Feneri olayı kamuoyuna o medya organları tarafından iletilmiş. İletilecek tabii. Zira bu onları görevi. Oysa Başbakan "Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yedirmeyeceğiz" diye bağırıyordu meydanlarda. Sanırız ki Başbakan bu yolsuzlukların üzerine gitmek yerine medya ile polemiğe girerek koruyacak yetim hakkını. Tabii bir seçenek daha var. Zira Başbakan ihaleye fesat karıştırmayı, resmi işlerden komisyon almayı, Din-Allah adına para toplatılıp insanların sömürülmesini, haram yollarla nüfuz ve mal sahibi olmayı, yetim hakkını korumak olarak algılayor olabilir. Ne dersiniz?...
Bizim milletimizin bir ince tarafı vardır. Yufka yüreklidir. Fakir birini gördüğünde dayanamaz. Elindeki üç kuruşun en az birini paylaşır. Bu aslında çok güzel bir özelliktir. Ancak bu güzel özellik kimileri tarafından kullanılagelmiş, insanlarımız yardım fikrinden dahi uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. En güzel örnek Deniz Feneri olayıdır bu anlamda. Olayı ilk duyduğumda açıkçası "Ülkemizde hayır işleri için kurulmuş Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze, Kızılay, Gaziler Vakfı....vb. kurumlar varken gidip ne olduğu belirsiz kurumlara para yatırılırsa olacağı budur." şeklinde düşündüm. Daha sonra şöyle bir baktım bu şekilde insanlardan para toplayan o kadar çok dernek ve vakıf var ki şaşırmadım dersem yalan olur. Deniz Feneri, Hızır Yardımlaşma, İnsan Eğitimi ve Kültür, Zeytin Dalı.... vb.. Ki bunların çoğunun da kuruluş tarihleri 2002 sonrasına denk geliyor. Peki ama neden insanlar yukarıda bahsettiğim bilinen köklü kurumlara değil de bunlara yardım ediyorlardı. Neden?... Biraz araştırınca durum az çok netlik kazandı.
2004 yılında yapılan düzenlemeler, hatta ince ayarlarla, kanuna " Fakirlere yardım amacıyla gida bankacılığı faaliyetlerinde bulunan dernek ve vakıflara, Maliya Bakanlığı'nca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamı" şeklinde yapılan ekleme ile beyanname veren gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince, yapılan bağışlar gider olarak indirilebilir hale getirilmiştir. Bu bağışlar aynı zamanda KDV Kanunu'nun 17. maddesine istinaden KDV'den de muaf tutulmayı sağlamaktadır. Ancak bu vakıf ve derneklere tanınan Bakanlar Kurulunca 'Vergi Muafiyeti', kamu yararına çalışan vakıf ve derneklere bağış yapanlara tanınmamış, sadece sınırlı bir avantajla sınırlandırılmıştır. Örneğin:
Gelir Vergisi mükellefi olan ve 200'er bin YTL kazanç sağlayan iki kişi var diyelim. Bunlardan A kişisi gıda bankacılığı yapan bir vakfa 200 bin YTL , B kişisi ise diyelim ki Mehmetçik Vakfı'na 200 bin YTL bağışlamış olsun. Bu durumda A kişisi yaptığı bağışın tamamını vergiden düşecek ve hiç vergi ödemeyecektir. B kişisi ise yaptığı bağışın % 5'ini yani 10 bin YTL'sini kazancından düşebilecek, geriye kalan 190 bin YTL için de Gelir Vergisi ödemek durumunda kalacaktır. bu durum kurumlar vergisi için de aynen geçerlidir. Şimdi söyleyin bakalım sevgili hükümetimiz yardımları o tarafa yönlendirmek adına özel bir çaba harcamışa benzemiyor mu? Açıkçası bu araştırma paranın neden köklü kurumlarımıza değil de ne oldukları, paralarının nereye aktığı belli olmayan vakıf ve derneklere gittiğini çok net anlattı bana. Ya size?...
Açıkçası deniz feneriysi, belediyelerin iftar çadırıydı, cemaatlerin hayrıydı hepsi ama hepsi yıkılmaya çalışılan sosyal devletin yerine oturtulmaya çalışılanlardan ibaret. Yolsuzluk ve dolandırıcılık sosyal yardım örtüsüne büründürülerek sömürünün dozajı arttırıldı. Şimdi zamanında bunlara yasalar ile yardımda bulunan Bakanlar Kurulumuz bunu önüne nasıl geçecek merak ediyoruz. Zira geçmemeleri zaten niyetlerini açıkça ortaya koymaları demek olacaktır. Belki de Başbakan'ın öfkesi böyle bir ikileme düştüğü içindir ne dersiniz?...
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)